Entelektüel pandemi ve yükseköğretim
Prof. Dr. Durmuş Günay / Açık Görüş
Son günlerde, üniversite öğrenim ve öğretimine, öğrencilerin üniversiteleri "terk etme oranları"na dair medyada sıkça tartışmalar yürütülmektedir. Bu tartışmalar çoğunlukla yüzeysel analizlere, eksik veya hatalı verilerin yorumlarına, ön yargılara dayanmakta, bu da konunun yanlış anlaşılmasına yol açabilmektedir. Ancak, doğru veriye dayalı, detaylı analizler gerçekleştirilmeden yapılan bu yorumlar, gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır.
Yükseköğretim (üniversite öğretimi), genel olarak ifade edilirse, toplumun ihtiyacına adayların talebine ve üniversitelerin öğretim imkanlarına göre belirlenmektedir, zorunlu değildir. Üniversite, zihinsel beceri eğitiminin ağırlıklı olduğu, profesyonel meslek insanı yetiştirir. Üniversitenin misyonu, günümüzde, öğretim, araştırma ve toplumsal katkı şeklinde dile getirilmektedir. Ülkemizde de bu yaklaşım benimsenmektedir. Üniversite mezunlarının istihdam sorunu sıklıkla gündeme getirilmektedir. Üniversitenin mezunlarının istihdamını sağlamak gibi bir görevi yoktur. Üniversite İş ve İşçi Bulma Kurumu değildir. Üniversiteden, öğrencilerine mezun olduğu alanın asgari öğrenme kazanımlarını (learning outcomes) kazandırmış olması beklenir.
Yükseköğrenimin önemi günümüzde daha da artmıştır. Günümüzde gelinen anlayışa göre: Her yaşta, her yerde, her her türlü koşulda, yükseköğretimi başarabilme liyâkatına sahip herkes için yükseköğrenim görme yolları açık olmalıdır. Kimse, treni kaçırdım çaresizliği yaşamamalıdır. Ülkelerin gelişmişlik düzeyinin belirlenmesinde, nüfus içinde, yükseköğrenim görmüş kişilerin oranı bir parametredir.
'Üstün ötekiler'
Konumuzla yakından irtibatlı bir soruna değinmek gerekmektedir. Kendini üstün kültür olarak gören modern dünyanın entelektüelleri, diğer ülkelerde, temsilcileri olan elit entelektüeller isterler. Bu elit entelektüeller onların aynasıdır. Bunlar kendi toplumlarına temsilcileri oldukları modern entelektüellerin gözüyle bakarlar. Kendi toplumlarını tahfif etmek onlara üstünlük duygusu verir. Buna entelektüel pandemi adını veriyoruz. Entelektüel pandeminin ilk göründüğü yer üniversitelerdir. Entelektüel pandemi yaygınlaşıp toplumsal boyuta genişlerse, buna da sosyolojik pandemi adını verelim.
Ülkemizde "elit entelektüel" kesimde, entelektüel pandemi, toplumun kimi kesimlerinde sosyolojik pandemi, adını verdiğimiz ülkemize özgü bir sorun söz konusudur. Tıpta kullanılan pandemi sözcüğünün metaforu olmak üzere, entelektüel ve sosyolojik pandemi terimini, entelektüel ve sosyolojik salgın hastalık anlamında kullanıyoruz. İşaret edildiği üzere buradaki salgın hastalık biyolojik değil sosyolojiktir. Üç bileşenden oluşan bu "Entelektüel/sosyolojik pandemi = süreklice sorun konuşma +eleştiri + kendine ait olana negatif bakma" dır. Bunlar, sürekli sorundan söz ederler, eleştiriler, kendi kültürüne, toplumuna ait olanlara negatif bakarlar. Ancak ortada çözüme dair söyledikleri bir şey yoktur. Entelektüel/sosyolojik pandemi virüsü, önyargılardan ve ideolojilerden beslenir, bulaşıcıdır.
Bilindiği üzere sağlık bulaşıcı değil, hastalık bulaşıcıdır. Entelektüel/sosyolojik pandemi virüsünün bulaştığı kişiler, her şeyi problem olarak görme eğilimindedirler. Negatif bakarlar. Oysa, "varlık kendisine negatif bakanlara bilgisini açmaz" (Heidegger). Toplumda ne kadar sağlıklı durum, kurum veya kuruluş varsa orada sorun görürler. Oysa, hayat sadece sorun konuşmak değildir. "Amipten Einstein'e kadar hayat sorun çözme sürecidir" (Popper). Çözüm ortaya koy(a)mayanların sorunları belirlemeleri de sorunludur. Bunlar eleştiriyi savunurlar, ama Avrupa, Amerika söz konusu oldu mu, orada, her şey iyidir, güzeldir, doğrudur. Ancak, bu ülkede ne varsa olumsuzdur. Diyelim ülkemizde üniversite sayısı ve kontenjan az ise, yükseköğretimde okullaşma oranı Batı'dan düşük derler ve eleştirirler. Diyelim üniversite sayısı arttı, Amerika'da, Avrupa'da bize göre daha az üniversite var derler, yine eleştirirler. Kalite düştü derler. Kalite nedir, kalite üniversite sayısına mı bağlıdır diye sorulsa cevap veremeyecekleri söylemlerinden çıkarılabilir. YÖK, doğru yapsa da yanlış yapsa da onlar daima yanlış diye bakarlar.
Asılsız bir iddia
Bu eleştirilerden biri de İlber Ortaylı Hoca'nın, 24 Mart 2024 tarihli, Hürriyet'in İlber Ortaylı ile Pazar Buluşması adlı sayfada, "Üniversitelerimiz" başlıklı yazısı. İlber Hoca yazısında, "2018-2022 yılları arasında 1 milyon 967 bin üniversite öğrencisi okulu bırakmış. Burada bütün kusur YÖK'ün kontenjanları artırıp talebelerin eğitim hayatını zorlaştıracak bir sorumsuzlukla haddi aşan bir kapasiteyi yüklemesidir. İkinci sorumluluk tabii ki YÖK'ü aşar; malî imkânı bulunmayan öğrenciler hayatın zorluğu karşısında devlet üniversitelerinden ayrılıyor. Çözüm açık; ama onu yürütmeye niyet var mı?" diye yazmış.
İlber Hoca'nın yazısında belirttiği, '2018-2022 yılları arasında (5 yılda), 1 milyon 967 bin üniversite öğrencisinin okulu bıraktığı' ifadesi hatalıdır. Doğru sayı, bu süreçte okulu bırakan öğrenci sayısı 1 milyon 892 bin 240'tır. Hocanın hatalı olarak belirttiği sayı, örgün öğretime aittir. Bu sayıya açık öğretim dahil değildir. YÖK İstatistik ve Yükseköğretim Kalite Kurulu'nun açıkladığı verilere göre oluşturulan tabloya bakılırsa, YÖK'ün kontenjanları artırdığı yönündeki iddia asılsızdır. Ayrıca, devlet üniversitelerinden çok sayıda öğrencinin ayrıldığı şeklindeki iddiaya karşın, yıllara göre toplam öğrenci sayılarında az da olsa artış görülmektedir. Toplam öğrenci sayısında azalma olmadığına göre bir programdan ayrılan öğrencilerin tercih ettikleri başka yükseköğretim programına geçtikleri düşünülebilir. Yıllara göre toplam öğrenci sayılarına göre çizilen grafik, ani yükseliş ve düşüşler değil küçük artışlarla istikrarlı bir değişim olduğunu göstermektedir. Bu sistemin sağlıklı çalıştığının göstergesidir.
2020 yılında çıkarılan kanun (15.4.2020 Tarih ve 7243 Nolu kanun, M.6) ile açık öğretim sisteminde, üst üste dört dönem kaydını yenilemeyen öğrencinin ilgili programdan ilişiği kesilir, hükmü getiriliyor. Bu kanunun uygulaması dolayısıyla, 27 Nisan 2022 tarihinde, 1 850 751 açıköğretim öğrencisinin programları ile ilişiği kesiliyor. Söz konusu yasa ile uzun süre devam etmeyen öğrencinin sistemden çıkarılması ile kamu kaynaklarının etkin kullanımı amaçlandığı anlaşılmaktadır.
Yükseköğretim alanındaki uluslararası eğilim, açık öğretimdeki öğrenci sayısını azaltma yönündedir. 2021'de açık öğretimde, 4 milyon 454 bin 128 öğrenci bulunmaktadır. Aynı yıl (2021 yılında) örgün öğretimde 3 milyon 162 bin 232 öğrenci bulunmaktadır. Açık öğretimde kayıtlı görünen devam etmeyen ve kaydını 4 dönem yenilemeyen 1 milyon 850 bin 751 öğrencinin ilişiğinin kesilmesi ile açık öğretimdeki öğrenci sayısı 2022 yılında
2 milyon 835 bin 686 ya inmiştir. Aynı yıl örgün öğretimde 3 milyon 368 bin 392 öğrenci bulunmaktadır. Böylece açık öğretimdeki öğrenci sayısının örgün (yüz yüze) öğretimdeki öğrenci sayısının altına inmiş olması istenen bir durumdur. Açık öğretimdeki azalma ve örgün öğretimdeki değişim trendi yerinde bir müdahale ile sistemin daha olumlu bir süreçte ilerlediğini göstermekte ve uluslararası yükseköğretim eğilimleriyle uyum içindedir.
İlber Hoca, "çözüm açık" diyor ama çözüme dair bir şey söylemiyor.
Yazısının devamında: "2015 yılında 98 bin öğrenci üniversiteyi bırakırken bu sayı beş yıl sonra 390 bin hemen hemen 400 bin oldu. Son yıl, yani 2023'te ise sayının daha da artacağına dair işaretler var. Hazin bir tablo... Bunun birinci nedeni ise YÖK'ün üniversitelerin kontenjanını popülist bir politikayla devamlı artırması."(italik karakteri biz yaptık).
İlber Ortaylı Hoca seçkin insanlardan bahsederken bir de örnek veriyor: "Bana göre en seçkin ve becerikli insanlardan biri rahmetli döşemeciler kahyası Hüsnü Usta'dır. Zanaatına getirdiği teknik ilaveler ve yaptığı eserler hâlen hatırlardadır; Hüsnü Usta dikişi gibi".
Burada şuna işaret etmek gerekir: Mesleğinin erbabı olan işini iyi yapan alın teri ile ekmeğini kazanan insanlar takdire şayandır. Ama üniversite için "döşemeciler kahyası Hüsnü Usta" müthiş bir örnek olmalı(?)
İlber Hoca, hukuk fakültesi sayısını gülünç buluyor: "Sayısı 200'e yaklaşan hukuk fakülteleriyle gülünç bir rekor düzeyindeyiz. Bu, Avrupa'daki en yüksek üniversite sayısıdır".
Öncelikle hoca yanlış bilgilendirilmiş veya kendisi yazıvermiş. Çünkü YÖK'ün sayfasına bakılsa sayı hemen görülür. Hukuk fakültesi sayısı, 200'e yaklaşan sayı da değil, 50 devlet üniversitelerinde ve 38 vakıf üniversitelerinde olmak üzere toplam 88 hukuk fakültemiz var. Gülünç ne demek? Hangi sayıdan sonrası "gülünç" olur?
YÖK'ün kontenjanları artırması bir alarmdır diyor. İlber Hoca: "Üniversiteyi başaracak öğrenciyi üniversiteye almamız lazım. Çözüm açık; ama onu yürütmeye niyet var mı?" diye soruyor.
İlber Ortaylı hocanın 24 Mart 2024 Pazar günü yazdıkları eğer bir Pazar şakası değilse, görüşlerini özetlemiş olduk.
Kontenjanlar iddia edildiği gibi artmış mı?
2017 yılında üniversite kontenjanları 910 bin 671 iken, 2023 yılında bu sayı yalnızca yüzde 1'lik bir artışla 923 bin 411'e ulaşmıştır. Buna karşılık, aynı zaman diliminde ülke nüfusu yüzde 6 oranında bir yükselişle 80 milyon 810 bin 525'ten 85 milyon 372 bin 377'ye çıkmıştır. Dolayısıyla, 2017'den 2023'e kadar geçen süreçte, nüfusun yüzde 6 artış gösterdiği bir durumda, üniversite kontenjanlarının yalnızca yüzde 1 oranında arttığı görülmektedir. Kontenjanın yukarı belirtilen sınırlı artışının arkasında yatan temel sebeplerden biri, siber güvenlik ve yapay zekâ gibi çağımızın ihtiyaç duyduğu alanlarda açılan yeni bölümlerdir. Bu, çağımızın ihtiyaçlarına uygun bir evrime işaret ediyor. Özetle, ülkemizdeki üniversite kontenjanları, nüfus artış hızına kıyasla kontrollü bir şekilde artırılmıştır. Bu durum, popülist eleştirilere kapılmadan, sağlıklı bir yükseköğretim sisteminin belirtisi olarak değerlendirilmelidir.
Yükseköğretime olan talebin sürekli bir artış trendinde olduğu gözlenmektedir. Yükseköğretim istatistiklerinden, yükseköğretime olan talebin ancak yaklaşık yüzde 30'u karşılanabilmektedir. 2018 yılında bu oran yüzde 36 seviyesindeydi. Yıllar içinde üniversite kontenjanlarının önemli bir artış göstermediği de açıkça belirtilmektedir. Bu bağlamda, haberlerde üniversite terk oranlarının artışını Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) kontenjanları popülist politikalarla sürekli artırmasına bağlayan ve 'YÖK'ün eğitim hayatını zorlaştıran sorumsuz bir şekilde kontenjanları artırarak öğrencilere aşırı bir yük yüklediği' yönündeki iddiaların asılsız ve temelsiz olduğu anlaşılmaktadır.
Öğrenci terk oranları, her eğitim sisteminin karşılaştığı doğal bir durumdur. Bu oranlar, sürekli iyileştirme gerektiren dinamik bir sürecin göstergesi olarak kabul edilebilir.
Üniversite eğitimini terk ettiği bildirilen öğrenci istatistikleri, örgün öğretimdeki, önlisans, lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyindeki tüm eğitim seviyelerini kapsamaktadır. Ayrıca, yükseköğretimden ayrılanların çoğunu ön lisans ve yüksek lisans öğrencileri oluşturmaktadır. Geniş bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, basında belirtilen terk sayıları, geçtiğimiz beş yıl içindeki toplam öğrenci sayılarına kıyasla oldukça azdır ve olağandır. Yanı sıra, tercihlerini değiştirerek farklı bir yükseköğretim programına geçen öğrenciler, bu haberlerde genellikle gözden kaçırılmaktadır. Program değiştiren öğrenciler de yükseköğretimden ayrılan öğrenci sayıları içerisindedir. Yükseköğretimdeki bu geçişler, öğrencilerin kariyer hedefleri ve kişisel gelişim yolları doğrultusunda daha uygun alternatifler arayışının bir sonucu olarak görülebilir.
Sayı fazla çünkü nüfus genç
Diğer ülkelerle kıyaslandığında bin kişiye düşen öğrenci sayısı bakımından Türkiye'nin en yüksek üniversite öğrencisi sayısına sahip olması, genç ve dinamik nüfus yapımızın bir yansıması ve bir başarıdır. Medyada, ülke nüfusumuzdaki her bin kişi başına düşen öğrenci sayısıyla ilgili olarak yapılan 'ilk sıradayız' şeklindeki olumsuz bir durummuş gibi verilen haberler, diğer ülkelerin nüfus yaş ortalamaları göz önüne alınmadığı takdirde yanıltıcı olabilir. Nüfus yaş ortalaması daha yüksek olan ülkelerle karşılaştırıldığında, bu oranların daha net anlaşılacağı aşikardır.
Kısacası, eleştiri yapılırken verileri doğru ve bütüncül bir yaklaşımla yorumlamak önemlidir. Üniversite eğitimimize yönelik yapılan eleştiriler, öğrencilerimizin gösterdiği gayreti ve eğitimcilerimizin elde ettiği başarıları gölgelememelidir. Eğitim sistemimiz hem öğrencilerimizin hem de ülkemizin geleceğini biçimlendiren canlı bir yapıdır ve sürekli gelişme ile uyum sağlama sürecindedir. Bu yolda, yerinde yapılan eleştirilerden çok, kat ettiğimiz mesafeyi ve başarılarımızı tanımak ve değerlendirmek çok daha önemlidir.
Haberlerde belirtilen, 'TÜİK verilerine göre, 2006-2022 arasında ilköğretim mezunlarının ortalama ücret/maaşında yüzde 987'lik bir artış olurken, üniversite mezunlarının ücret/maaşında yalnızca yüzde 622'lik bir artış yaşandı' ifadesi, eğitim seviyesi ve maaş arasındaki ilişkinin dar bir perspektiften yorumlanmasının sonucudur. Bununla birlikte, TÜİK'in Kazanç Yapısı İstatistikleri 2022 Raporuna daha detaylı bir inceleme yaptığımızda, yükseköğretim düzeyindeki eğitimi tamamlamış bireylerin hala en yüksek ortalama geliri elde ettikleri açıkça görülmektedir. Bu, yükseköğrenimin, iş gücü piyasasında daha yüksek kazanç potansiyeli ile ilişkilendirildiğini gösteren önemli bir veridir.
Sonuç olarak, İlber Ortaylı'nın yazısında belirttiği verilerin hatalı olduğu ortaya konulmuştur. Hatalı verilere dayandırılan yorumlar da kaçınılmaz olarak hatalıdır. Yükseköğretimdeki bazı pozitif gelişmeleri, yanlış verilere dayanarak, 'hazin bir tablo', 'gülünç bir rekor', 'bu bir alarmdır' gibi tahfif edici nitelemeleri değerli bir tarihçimiz ile telif etmekte zorlanıyoruz. İlber Hoca'dan, derinlikli, doğru verilere dayanan sahici bir değerlendirme yapması beklenirdi.