Youtuberlar ve Medya Diktatörlüğü

Aydın Ünal, bolca küfür, cinsellik, çıplaklık, aile yapısına, inanca mugayir ögeler barındıran Youtuberların eleştiriye tahammülsüz olduğunu belirttiği yazısında medyatik bir diktatörlükle karşı karşıya olunduğunu söylüyor.

Aydın Ünal’ın Yeni Şafak’taki köşesinde yayınlanan konuyla alakalı bugünkü (30 Temmuz 2018) yazısı şöyle:

Sorundan Daha Büyük Sorun: İnkar

Perşembe günü yayınlanan “Evdeki Büyük Tehlike: Youtuberlar” yazımıza olumlu ya da olumsuz çok sayıda tepki geldi. Çocuklu aileler, youtuber meselesine değinilmesinden hoşnutlar; youtuber fanatiği çocuklar ise epeyce rahatsız oldular. 11-12 yaşındaki çocukların (yazıyı okuduklarını da sanmıyorum) sosyal medya mecralarından savurdukları küfürleri tahmin bile edemezsiniz. Sövgü genelde konuşma dilinin ürünüdür; küçücük çocukların söverken yazı dilini bu kadar mükemmel kullanmaları da şaşırtmadı değil…

Fanatikleri kadar youtuberların kendileri de eleştirilmekten hazzetmiyorlar. Her ne kadar yayınladıkları videolarda bolca küfür, cinsellik, çıplaklık, aile yapısına, inanca mugayir ögeler olsa da, “amme hizmeti” yaptıklarına inanıyorlar.

Bu tepkilerin ötesinde, dijital medyanın önünde durulamayacağını, bunun doğal bir değişim süreci olduğunu, dünyadaki eğilimin önüne geçilemeyeceğini savunanlar da oldu. Hatta, bir ilahiyat fakültesi öğrencisi kardeşimiz, interneti eleştirmek yerine internetin İslamileştirilmesinin daha doğru olacağını bile savundu.

Bu arada, dünyada medya ve sosyal medya sektörünün artık yüzlerce milyar dolarlık bir pazara sahip olduğunu, böyle büyük bir piyasanın kolay kolay eleştiri kabul etmeyeceğini de ekleyelim.

Benzeri bir linç girişimini daha önce de yaşamıştım: Televizyonlardaki evlilik, kayıp aranıyor ya da eğlence programlarının toplumsal yapımızda FETÖ ve PKK’dan daha fazla tahribat yaptığını söylediğimde enteresan tepkiler almıştım. “Sen benim ne kadar vergi verdiğimi biliyor musun?” diyenler olmuştu. “Sen bu programı kaç milyon kişinin izlediğini biliyor musun? Bu programda kaç aile kurulduğunu, kaç kaybın bulunduğunu biliyor musun? Bu sektörden kaç kişi ekmek yiyor biliyor musun?” gibi tepkiler gelmişti. Hatta, “o yapımcının yetim ve öksüz büyüdüğünü biliyor musun, ona nasıl terörden daha tehlikeli diyebilirsin” şeklinde sızlanmalar bile olmuştu. 80 ve 90’larda televizyonu eleştirdiğimizde gelen “beğenmiyorsan kapat kardeşim” tepkisinin bu dönemde de roller değişse bile moda olduğunu fark etmiştim.

Yapımcılar son derece hayırlı bir iş yaptıklarını düşünüyorlar; ekranlara kilitlenen milyonlarca izleyici de bu yapımcıların “cennetlik” olduğuna ciddi ciddi inanıyorlar. Kötü dil, cinsellik, çıplaklık, inancı, aileyi, değerleri tahrip eden unsurlar ise sadece detaydan ibaret kalıyor. Tv ya da internette, gözümüzün önünde tabular(!) yıkılırken, yapımcılar ne yaptıklarının farkında olarak ellerini ovuşturuyor ya da hesaplarında kabaran parayla coştukça coşuyorlar.

Kitaplığımda medyaya ilişkin kaynakları karıştırırken Neil Postman’ın “Televizyon: Öldüren Eğlence” kitabını buldum. Postman, George Orwell’in meşhur 1984 romanı ile Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” romanlarını karşılaştırıyor.

Huxley romanını 1932’de yazmıştı; Orwell de 1949’da. Her ikisi de gelecekte dünyanın, toplumun, insanlığın ne halde olacağına dair öngörülerde bulunmuşlardı.

Neil Postman’a göre Orwell dıştan dayatılan baskının bize boyun eğdireceğini öngörüyordu; Huxley ise, daha 1932’de yazdığı eserinde, insanların zaman içinde üzerlerindeki baskılardan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratacak teknolojileri yüceltmeye başlayacaklarını öngörmüştü.

Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu; Huxley ise artık kitap okuyacak kimse kalmayacak diyordu.

Orwell “bizi enformasyonsuz bırakacaklar” diyor; Huxley “bizi pasifliğe ve bencilliğe sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacaklar” diyordu.

Orwell hakikatin gizlenmesinden; Huxley ise hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu.

Orwell tutsak bir kültür haline gelmemizden; Huxley önemsiz bir zevk kültürüne dönüşmemizden korkuyordu.

Orwell insanların acı çekerek denetleneceğini söylüyordu; Huxley ise insanların hazza boğularak denetleneceğini yazmıştı.

Neil Postman’ın deyimiyle, “kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. (Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence. Ayrıntı Yayınları, 1994)

Geldiğimiz hal gösteriyor ki, Orwell’in öngörüleri değil, Huxley’in öngörüleri tuttu: İnsanlık medyanın tutsağı oldu; medya adı verilen diktatör her şeyimize, inancımıza, dilimize, kültürümüze, ailemize, siyasete, ekonomiye hükmetmeye başladı. Ama biz, medyanın bizi eğlendirdiğini, güldürdüğünü, düşündürdüğünü, eğittiğini, özgürleştirdiğini, inancımızı güçlendirdiğini zannediyoruz. Medyaya esaretten, tam da Huxley’in 1932’de öngördüğü gibi, gayet memnunuz ve haz alıyoruz.

Medya ve sosyal medya konusunda, sorundan daha büyük bir sorunumuz var: İnkar… Adeta bir “iç kanama” gibi: Her şey normal, sağlıklı görünüyor, ama bünye içerden kanıyor ve ölüme, çürümeye doğru hızla ilerliyor. Devasa medya diktatörlüğü, değil tedaviye, teşhise dahi fırsat tanımıyor. Bırakınız eleştiriyi, şüpheye bile izin vermiyor.

Bugünlerde herkes, “zerre kadar aklı olan bir insan nasıl olur da Fetullah gibi, Adnan Oktar gibi şarlatanların peşinden gider, sahtekarlığı yüzünden akan şeyh kılıklı dolandırıcılara bağlanır” diye hayretle soruyor. İyi de, 11-12 yaşında çocuklar, sahtekar ve şarlatan şeyhlerden daha tehlikeli, daha etkili medya fenomenlerine intisap ediyor. Şeyhi eleştirince mürit nasıl aklını yitiriyorsa; youtuberını eleştirince de çocuklar kendilerinden geçiyor. Bunu, facia vuku buluncaya kadar izleyecek miyiz?

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!