İki önemli konu..
1- 45 yıllık bir arkadaşlığımız olan Ali Bulaç’ın 22 ay süren bir tutukluluk döneminden sonra tahliye edilmesi dolayısıyla kendisine ‘geçmiş olsun’ ve aile efradına da ‘gözünüz aydın’ diyorum.
Ayrıca, herhangi bir kanun dışı örgüt ilişkisi veya silahlı mücadele veya ayaklanma çağrısı yapmamışlar ve sadece fikirlerini dile getirmişler ise kalem erbâbının tutuklanmasının ve kanunî veya fiilî cezalara çarptırılmasının mantığını, sırf fikirlerinden dolayı zindanda yatmış ve 70 yılı aşkın ömrünün ikinci yarısını ülkesi dışında yaşamak zorunda kalmış birisi olarak anlamadığımı ve kabul de etmediğimi ifade etmeliyim.
Bu vesileyle belirtmeliyim ki, yazı hayatında olan bir grup, 6 ay kadar önce, bir yerde oturup sohbet ederken, Ali gündeme gelince, perde gerisindeki konulardan fazlaca haberdar olduğu havasını veren bir arkadaşın, ‘Ali Bulaç oradan hiçbir zaman ve asla çıkarılmayacak!’ diye iddialı bir görüşü dile getirmesi ve bunu da ülke yönetiminin tepe noktalarında bulunanlarla arasında olduğunu iddia ettiği husûmete bağlaması şaşırtıcıydı. Bugün bu iddia nasıl izah edilecektir?
Bir diğer noktaya da değinmeliyim: Darbe hıyanetine direkt ve aktif olarak katılmış olan asker, polis gibi silahlı güçler ve yargı mensupları, yüksek bürokrat veya onları desteklemiş olan büyük para babaları hariç, darbede aktif olarak parmağı bulunmayan, tarafdar durumundaki kimselerden on binlerin yoğun bir tutuklama kampanyasına muhatab olmalarının, F.G ve cemaatine hiç sempati duymamış olan kitlelerin vicdanında bile bir rahatsızlık meydana getirdiği unutulmamalıdır. Bu konu da seçim atmosferinde kamu vicdanına merhem olacak şekilde bir daha düşünülmelidir.
*
2- Fransa’da bir kısım -sözde- fikir ve san’at çevrelerinin Kur’an-ı Kerîm’den bazı hükümlerin çıkarılması yönünde yayımladıkları, fikir ve inançları zorla yok etmeye yönelik diktatörce düşmanlık bildirisi üzerine, Yüksek Öğretim Kurumu’nun (YÖK), bundan sonra Fransızca dili üzerine eğitim verilmesine birtakım kısıtlamalar getirilmesine dair kararlar alması sağlıklı bir tepki midir, Allah aşkına?
Yarınlarda, Amerika ve İngiltere ile aramız bozulduğunda da aynı şeyi mi yapacağız?
Ancak burada bir nokta daha var..
Bizdeki yabancı dil eğitim ve öğretim metodunun zâten sağlıklı ve verimli olmadığı ortada da, bazı yabancı dillere yöneliş de, bazı devletlerin gücü karşısında eziklik duygusuna kapılmaktan kaynaklanmıştır ve bu yüzden de asırlarca sağlıklı bir çizgi gösterememiştir.
Osmanlı, özellikle de Fatih’ten sonra ve hele de Duraklama ve Gerileme dönemlerinde, Tanzimat dönemine gelinceye kadarki zaman diliminde, büyük bir devlet olmanın havasıyla, ‘kâfirlerin dili’ni öğrenmeye tenezzül etmedi.. Osmanlı’nın mütercimleri büyük çapta Fenerli Rum Beyleri ve Yahudiler başta olmak üzere, Ermeniler, Sırplar vs. gibi gayrimuslim tebâdan olan kimselerdi.. Ve tabiatiyle yabancı devletlerle yapılan müzakereler ve yapılan andlaşmalar da bu mütercimlerin bilgisinden öte, sadakatine de bağlıydı büyük çapta.. Halbuki, Sultan Fatih Arabça, Farsça, Rumca, Sırbça, İtalyanca dillerini biliyordu.
*
Ama, hele de bir dünya devleti durumundaki Osmanlı’nın dünyayı da sağlıklı şekilde okuyamamasında, 1725’lere gelinceye kadar, yabancı ülkelerde ‘Daimî İkamet Elçilikleri’nin olmamasının ve başka dünyalardan haberleri direkt olarak alamamasının da büyük rolü vardı. Bu tavrın yanlış olduğunu anlaması ise, artık bir ruhî hezimet duygusuyla birlikte oldu. Nitekim, Tanzimat’tan sonra yavaş yavaş Fransızca, İngilizce, Almanca gibi diller öğrenilmeye başlandı, o da o dillerin en güçlü devletlerinin himayesinde.. (Robert Kolej, İngilizcenin kalesiydi, Fransa’nın himayesindeki Galatasaray Lisesi Fransızcanın, Avusturya’nın himayesindeki Saint-Joseph Lisesi ise, Almancanın..)
Bu okulların açılması sadece ihtiyaçtan değil, o ülkelere duyulan yakınlıktan da kaynaklanıyordu.
İhtiyaçtan kaynaklansaydı, asırlarca Osmanlı’yı tehdid eden kuzey komşumuz Rusya’nın dilini de öğrenmeliydik. Bugün de en başta komşu ülkelerin dilleri ve de Çince, Hindçe, Japonca da öğrenilmeli..
‘YÖK’ bunları da düşünmeli..
*
Star