Yoksa darbe normal mi?

Etyen Mahçupyan

Cumhuriyet'in çok partili hayata geçmesiyle birlikte birçok darbe yaşadık. Bunların bazıları gerçekleşmesinden hemen sonra, diğerleri ise ancak on yıllar sonra kınandı ve en azından söylem olarak reddedildi. Dolayısıyla toplumun genel algılamasında siyasi darbelerin pek de makbul olmadığını söylemek mümkün gibi gözüküyor.

Ne var ki aynı toplumun söz konusu darbeleri hiç de yadırgamadığının, hatta onaylamasa da sürekli bir darbe beklentisi içinde yaşadığının ve bu hali normalleştirdiğinin farkındayız. Bu tabloya bir de zaten darbe yapma heveslisi olan bürokratları ve kendi imtiyazlarını ve yaşam biçimlerini ancak darbe ortamında garanti ettiklerini sanan kesimleri de eklediğinizde, ortaya epeyce garip bir durum çıkıyor. Anlaşılıyor ki aslında darbe denen müdahaleleri sıra dışı saysak da, bu darbelerin ima ettiği ortam ve zihniyet bize hiç de yabancı değil...

Belki bu olaya bir de ters açıdan yaklaşmakta yarar var... Belki de darbelerin ima ettiği siyasi ortamın 'normal' olduğunu düşünüyoruz. Belki de askerî vesayetin olmadığı dönemleri arzulasak ve bu dönemlerde özgürlüğün tadını çıkarsak bile, iç dünyamızda bunun hiç de 'normal' bir durum olmadığının farkındayız. Çünkü sonuçta bu topraklar özgürlüğün tadını bilen bir toplum yaratmış değil. Yüzyıllar boyunca hayatların çok dar çevreler ve kalıplar içinde tanımlanması, ataerkil kodlara tabi olması, özgürlüğü de bireysel anlamından soyutlayarak cemaatsal bir 'var olma' hakkına dönüştürmüş durumda. Özgürlükten siyasi bağlamda bahsettiğimiz anlarda genellikle kendi kişisel hayallerimizi değil, ait olduğumuz cemaatin hayat alanının genişlemesini kastediyoruz.

Diğer bir deyişle özgürlüğü felsefi anlamda talep etmeyen ve dolayısıyla siyasi bağlama tabi kılan bir algılamamız var... Bunun devlete yansıması ise özgürlüğün siyaseten yönetilmesi, sınırlanması, parçalanması ve dağıtılmasıdır. Bizde devletin farklı kesimlerin tümünü kuşatan haklar yaratmaya çalışırken, sürekli birilerine imtiyaz üretmesinin de muhtemelen nedeni budur. Çünkü imtiyazlar, kısıtlanmış özgürlük alanlarının 'ötesine' geçmeyi ima eder. Bu yeni alanlar korunur, tahkim edilir ve sadece seçilmiş kişiler tarafından kullanılır.

Bu açıdan bakıldığında siyasi darbeler gerçekte birer imtiyaz girişimidir ve doğal olarak da sıradan insanların hak ve özgürlüklerinin gasp edilmesi sayesinde gerçekleşir. Bizler bu gerçeğin o denli farkındayız ki darbe girişimleri söz konusu olduğunda, 'bazı kesimlerin sahip oldukları imtiyazları kaybetmemek için' böyle davrandıklarını öne sürebilmekteyiz. Ne var ki eğer darbeler zaten imtiyazlı olanların bu imtiyazları korumak, ya da yeni imtiyazlar elde etmek için yaptıkları bir eylemse, söz konusu kişilerin zaten darbe yapmadan da imtiyazlı olduklarını söylemiş olmaktayız.

Halkla devlet arasına konulan mesafeler

O halde siyasi darbelerle imtiyazlar arasındaki ilişkiyi genişleterek şu önermeyi rahatlıkla yapabiliriz... 'Bizde bazı kesimlerin siyaseten imtiyazlı olmasının tek bir mantığı vardır: Bizler darbe olmadan da zaten darbe ortamında yaşamaktayız.' Bunun anlamı darbe ortamının bizler için 'normali' ifade etmesidir. Darbeleri kanıksamamızın, onları birer doğal afet, sanki hayatın kaçınılmaz bir parçası imişler gibi algılamamızın da herhalde nedeni bu olmalıdır. Ancak söz konusu algılama paylaştığımız bir zafiyet olmanın çok ötesindedir ve kökleri Osmanlı'ya kadar gider. Bunu anlamak üzere Osmanlı siyasi sistemindeki iki önemli 'mesafe' kavramının irdelenmesinde yarar var. Birinci 'mesafe' devletle toplum arasındaki ayrımdır... Osmanlı bürokrasisi toplumdan olabildiğince kopuk olması istenen bir yapı arzetmekteydi. Bunun sosyolojik açıdan başarılması hiçbir zaman kolay olmadı. Bürokratların birçoğu ait oldukları mezhepsel cemaatin çıkarlarını kollayan uygulamalar içinde oldular. Ancak ideolojik olarak 'devlet bakışının' benimsenmesi kritik eşiğin geçilmesine tekabül etmekteydi. Devlete intisap etmiş olan kişinin neredeyse farklı biri haline geldiği genel kabul gören bir bakıştı. O kadar ki bu kabule mazhar olan birçokları adlarını bile değiştirerek bir anlamda 'yeniden doğmayı' kabullenmişlerdi.

Devletin intisap eden bürokrata verdiği çok özel imkânlar vardı. Bürokratik mekanizmanın hamilik müessesesi üzerinden yarattığı korunma ve maddi/manevi kariyer imkânları bir yana, devlet toplum ve onun işleyişi üzerinde bilgi sahibi olan ve bilgi biriktiren tek odaktı. Dolayısıyla bürokrat olmak toplumu 'bilmek' anlamına gelmekteydi. Ayrıca bürokrasinin bir tür gizli cemiyet ideolojisi kıvamında tuttuğu 'devlet geleneğinin' nakledilmesi de bürokratların 'zihnini açan' bir perspektif sağlamaktaydı. Böylece devlet çıkarlarının ne olduğu, toplumsal konulara nasıl yaklaşmak gerektiği, 'yabancılar' karşısında nasıl bir tutum izlenmesi gerektiği öğrenilirdi. Unutmamak gerek ki Osmanlı'da herhangi birinin devlet memuru olmadan sahip olabileceği bilgiler kendi cemaati ile sınırlıydı...

Kısacası Osmanlı'da devlet bürokrasisi intisap ettiği kişiyi akıllı hale getiren, bir anlamda 'aydınlatan' bir geleneğe sahip olduğuna inanmıştı. Dahası toplum da aynı kanaate sahipti ve bir 'devletlinin' ağzından çıkan sözün salt o söylediği için belirli bir hikmete sahip olduğunu düşünmeye yatkındı. Bu algılamanın bugün bile sürdüğünü görmek mümkün... Bugün de askeriyenin ve yargının üst makamlarına çıkmış olanlar kendilerine sıradan insanlarda olmayan bir 'bilme hali' ve derinlik atfederken, örneğin medyanın birçok kaleminin de bazı sözleri sırf bu kişilerin ağzından çıkmasından hareketle hikmetli saydıklarına tanık oluyoruz.

Osmanlı'daki ikinci 'mesafe' kavramı cemaatler arasındaki net ayrımlara ilişkindi. Buna göre her birey muhakkak belirli bir cemaate üye olmak zorundayken, cemaatler de iyi tanımlanmış ve denetim altında birer yaşam alanına sahipti. Her cemaat zaten farklı bir dinsel mezhebi benimsediği ve her mezhep kendine özgü bir hukuk yarattığı için cemaatler arası bireysel ilişkiler de pek teşvik görmemekteydi. Bu ayrım bireyler açısından bakıldığında zaman içinde giderek gücünü yitirdi. Osmanlı dünyası bugün bizlerin kategorize etme çabalarına karşın, gerçekte son derece karmaşık ilişkilere ve uygulamalara meydan veren epeyce pragmatik karakterde bir toplumsal yapı yaratmıştı. Ancak bireyler arasında pek işlevsel olmayan 'mesafeler', cemaatlerin formel ilişkileri açısından son derece etkiliydi ve siyasi açıdan da önemli olan zaten buydu. Osmanlı'daki cemaatler hiçbir konuda bir araya gelme, görüşme ve karar alma hakkına sahip değillerdi. İstekler, şikâyetler ve sorunlar her cemaat ile devlet arasında halledilir ve gerekirse devletin farklı cemaatlerle teması sonucunda yine devlet tarafından karara bağlanırdı. Diğer bir deyişle Osmanlı'da devlet birbiriyle eşdeğer olmayan ve bir hiyerarşi içinde dizilmiş olan karmaşık bir cemaatler dünyasının üzerindeki 'hakem' rolündeydi. Bu yapının günümüze olan en önemli yansıması, bizlerin hâlâ kendimizi devlete muhatap hissetmemizdir. Bugün bile 'öteki' cemaatler ile konuşma ve siyaset üretme alışkanlığımız yok denecek düzeyde ve nihai 'adil' kararın ille de devletten çıkması beklentisi içindeyiz.

Osmanlı'daki iki 'mesafe', bizleri kendi cemaatlerimize mahkûm ederek siyasi özgürlüğümüzü büyük ölçüde sınırlayan ve siyaseti bizzat bürokratların imtiyazı haline getiren bir zihniyete işaret eder. Yüzyıllar boyunca bizler için 'normal' olan budur... Ne var ki 16. yüzyıldan itibaren muhatap olduğumuz Batı etkisi, 19. yüzyıla gelindiğinde yayılmacı olmakla kalmamış, uymak zorunda olduğumuz bir siyasi norm da üretmişti. Bu norm bizlerin alışık olduğumuzun çok ötesinde bireysel ve cemaatsel özgürlükleri ima etmekteydi. Böylece Osmanlı'nın cemaatleri evrensel kıstaslarla hak ettikleri özgürlükleri talep etmeye başladılar. Devlet önce bunları zorunlu olarak kabul etti, çünkü reddetmenin ideolojik bir dayanağı kalmamıştı. Ancak sonrasında bürokratik teamüller galip çıktı... Söz konusu özgürlüklerin verilmesindense, baskı yoluyla cemaatlerin sindirilmesine çalışıldı. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı devletinin 19. yüzyılın 2. yarısındaki zihniyeti ile günümüzde Cumhuriyet devletinin zihniyeti arasında önemli bir fark bulmak zordur.

Siyasi alanda gelişen evrensel kavramları sözel olarak kabul etme ama gerçekte yadırgama, ardından da direnme ve baskı uygulayarak engelleme stratejisi bu topraklarda bir devlet geleneği gibidir. Nitekim söz konusu kavramlardan ilki olan 'vatandaşlık', 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana halledilmemiş bir sorun olarak halen durmakta. 'Vatandaşlık' o dönemde devlet açısından son derece tehlikeli bir kavramdı... Çünkü bu kavramın ima ettiği 'eşitlik' farklı cemaatlere ait bireyleri ve giderek bizzat cemaatlerin kendisini eşdüzeyli hale getirmekteydi. Cemaatler hiyerarşisinin tepesinde yer alan Sünni/Hanefi cemaatin buna karşı çıkması bir yana, bürokrasi de yönetim zafiyeti ima edecek olan böyle bir düzenlemeye istekli değildi. Dahası 'vatandaşlık' kavramı sıradan insanların haklarına sahip çıkarken, bürokratların da 'doğal' imtiyazlarının tırpanlanmasını ima etmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı dünyası içinde 'vatandaşlığa' gerçekten sahip çıkanlar sadece gayrimüslimler oldular. Toplumun Sünni kesimi ve devlet ise bunu 'normal' saymadı... Nitekim sonraki yıllarda kurulan iki meşrutiyet rejimi de çok kısa ömürlü oldu ve devlet darbesi sonucu yeniden 'normale' dönüldü.

Bu arada İmparatorluğun parçalanma süreci içindeki toparlanma hamleleri devletin içinde ve çeperinde yeni bir elit yaratmıştı. Avrupa'nın egemen ideolojisi olan milliyetçiliğin de etkisiyle bu yeni elit kendisinin 'doğal olarak' yönetici sınıfını oluşturacağı bir ulus-devlete doğru yol almaya başladı... Ne var ki yeni kurulan ulus-devletin önünde yine baş edilmesi hiç de kolay olmayan üç yeni kavram vardı...

Vesayete dayalı ulus-devletin doğası

Bu kavramlardan ilki bizzat 'cumhuriyet'tir. Çünkü her ne kadar son dönemlerde göreceli bağımsızlığını artırmış olsa da, Osmanlı bürokratik sisteminin bir sultan olmadan dengeli ve işlevsel kalması son derece zordu. Dolayısıyla Cumhuriyet bürokrasisinin de bir 'sultana' ihtiyacı vardı, çünkü cumhuriyet ile imparatorluk arasında bürokratik bir süreklilik söz konusuydu... Öte yandan Mustafa Kemal pratik açıdan sultandan farksız olsa da, ilelebet yaşayamayacak bir faniydi. Böylece 'sultanın', daha gerçekçi olarak Mustafa Kemal'in işlevini yerine getirecek ve ideolojik açıdan devleti bir süreklilik içinde sahiplenecek bir kurum arandı. Ordu ise, zaman içinde ideolojik değişime uğrama ihtimali en az olan ve bu açıdan en güvenilir olan kurumdu. Böylece cumhuriyet askere emanet edildi ve bu beklenti bugün dahi aynı kuvvetle taşınmakta. Belki de kamuoyu yoklamalarında ordunun 'en güvenilir kurum' olarak görülmesinin arka planında bu 'değişmezlik' niteliği yatıyor. Dahası birçoğumuz askerleri gerçekten de sıradan vatandaşa göre daha akıllı ve 'aydınlanmış' sayıyor... Eğer durum buysa bir yandan asker değişsin istiyor, ama öte yandan da aslında değişmeyen bir asker beklentisi içinde bulunuyoruz demektir. Bu denge 'cumhuriyet' kavramını devlet açısından kabul edilebilir kılmakta. Şimdi 'cumhuriyet' sultanın olmadığı ama askerin o boşluğu kurumsal olarak doldurduğu rejimin adıdır. Bu nedenle de darbeler işin 'doğası gereğidir'. Kısacası gerçek bir cumhuriyet olamadığı için, Türkiye'nin aslında askerî vesayetin 'normal' olduğu bir rejime sahip olduğu öne sürülebilir.

Ulus-devletin karşılaştığı ve hiç hoşlanmadığı kavramlardan ikincisi muhakkak ki 'demokrasi' idi. Çünkü demokrasi sıradan insanların devlete nüfuz etmesini, yönetime karışmasını, karar almasını ve en önemlisi bürokrasi üzerinde bir güç oluşturmasını ifade eder. Bu ise bürokrasinin 'normal' kabul ettiği bir durumun çok ötesindeydi. Söz konusu tehlikeyi Batı'nın faşist döneminde atlatmak tabii ki kolay oldu. Nitekim tek parti döneminde yerel bürokrasi ile Cumhuriyet Halk Fırkası'nın il teşkilatları bire bir aynı insanlardan oluşmaktaydı. Bürokrasinin merkezinde ise zaten parti tümüyle hakimdi. Tedirginlik yaratan seçim olgusu, tüm adayların Mustafa Kemal tarafından belirlenmesi ile aşılmaktaydı. Ne var ki Avrupa'da faşizm bitti ve gerçek anlamda seçim yapma zorunluluğu ile karşı kaşıya kalındı. O zaman devlet bürokrasisi yaklaşan tehdidi bertaraf etmek üzere siyasi alanın içine yapay bir 'mesafe' yerleştirdi. Bu 'mesafe' siyasi alanı iki kısma ayırdı: Bir tarafta seçilen sivil siyasetçilerin söz sahibi olabileceği sosyoekonomik konular vardı; öte tarafta ise bürokrasinin söz sahibi olduğu ideolojik meseleler... Kısacası teknik ve nihayette apolitik konular politikacının, asıl politik konular ise bürokrasinin uhdesine alındı. Neyin ne kadar ideolojik olduğu, hangi hassas meseleyi ilgilendirdiği ise 'doğal olarak' askerin bilgisi dahilindeydi. Bu nedenle de gerektiğinde askerin, siyasetçinin alanını daraltmasından daha 'doğal' bir şey olamazdı. Başka bir ifadeyle zaten darbe ortamında yaşamaktaydık ve 'normal' olan buydu...

- Teknik ve nihayette apolitik konular politikacının, asıl politik konular ise bürokrasinin uhdesine alındı. Neyin ne kadar ideolojik olduğu, hangi hassas meseleyi ilgilendirdiği ise 'doğal olarak' askerin bilgisi dahilindeydi. Bu nedenle de gerektiğinde askerin, siyasetçinin alanını daraltmasından daha 'doğal' bir şey olamazdı.

- Darbe girişimlerinde, 'bazı kesimlerin imtiyazlarını kaybetmemek için' böyle davrandıklarını öne süreriz. Ne var ki eğer darbeler zaten imtiyazlı olanların bu imtiyazları korumak, ya da yeni imtiyazlar elde etmek için yaptıkları bir eylemse, söz konusu kişilerin zaten darbe yapmadan da imtiyazlı olduklarını söylemiş olmaktayız.

Zaman gazetesi