Yoksa darbe normal mi? (2)

Etyen Mahçupyan

Ulus-devletin karşısına çıkan ve ancak toplumsal müdahale ile bertaraf edilebilecek olan üçüncü tehlikeli kavram ise 'meşruiyet'ti... Çünkü zaman değişmiş, evrensel yönetim ölçütleri toplumsal talepleri öne çıkarmıştı.

Bunun anlamı devletin yapacağı her eylemin toplumsal destek bulması veya böyle bir desteğe sahipmiş gibi gösterilmesiydi. Cumhuriyet'in ilk dönemi yine epeyce avantajlıydı. Başta ülkeyi bağımsızlığına kavuşturmuş olan son derece karizmatik bir lider vardı ve yönetimin meşruiyet sorunu 'doğal olarak' yoktu. (İleride göreceğimiz gibi bağımsızlık meselesi sonraki dönemlerde de bir meşruiyet kaynağı olarak kullanılmak istenecektir). Ne var ki yeni yönetici elitin ideolojik olarak 'laik' bir kimliğe dayanması, onlarla toplumun geneli arasındaki bağı neredeyse koparmıştı. Çünkü artık devletin karşısında epeyce homojen bir Sünni Müslüman nüfus bulunmaktaydı. Osmanlı dönemindeki gayrimüslimler ya gitmiş ya da ölmüşlerdi. Aleviler ise Sünni çoğunlukla baş başa kaldıkları için kendilerini gizlemeyi tercih etmekteydiler. Devletin tercihi ise Alevilerden yana olmadı... Kalıcı bir azınlığı yanına çekmektense, çoğunluğu devşirmeyi tercih etti. Böylece ortaya Cumhuriyet'in ideal vatandaş tipolojisi çıktı: Aslen Sünni olup laikliği benimsemiş olan etnik Türk... Sonuç devlete bağlı ve bağımlı olan bir laik cemaatin yaratılması ve aynen Osmanlı'daki gibi cemaatler hiyerarşisinin tepesine oturtulmasıdır. Bu stratejinin ne denli işlevsel olduğu şundan bellidir ki, laik kesim bugün bile askerin müdahalesi olmadan bu ülkede kendisini kalıcı bir yere sahip hissetmemekte, bürokrasinin siyasete bu amaçla müdahale etmesini 'normal' addetmektedir.

Osmanlı'dan bugüne siyasi kültür açısından süreklilik arz eden devlet kısa bir tarih aralığında hiç alışamadığı dört kavramla tanışmış oldu ve bunların hepsini de birer tehlike ve tehdit olarak algıladı. Sonuçta kağıt üzerinde diğer devletler gibi gözüktü, buna uygun hukuk kuralları kondu ama iş uygulamaya geldiğinde bürokratik imtiyazların mantığı galebe çaldı. O nedenle vatandaşlık, cumhuriyet, demokrasi ve meşruiyet kavramları bizde hiçbir zaman felsefi arka planı içinde algılanmadı, tartışılmadı ve benimsenmedi. Bunlar bizim de sahip olmamız gereken ama nasıl başa çıkacağımızı bilemediğimiz nitelikler olmayı sürdürüyor. Bugün AB reformlarını yapmakta bu denli zorlanmamızın, kağıt üzerinde yaptığımız reformların bir türlü hayata geçememesinin ve toplumun da bu duruma fazla bir itirazının olmamasının nedeni muhtemelen budur.

Askerin ideolojik referansını oluşturduğu bürokratik vesayet anlayışı gerçekte bizler için en alışık olduğumuz rejimi ifade etmekte. Bu nedenle geleceğe ilişkin beklentilerimizde herhangi bir darbe olasılığını tamamen dışlamaya hazır değiliz. Çünkü bu ülkenin siyasi geleneğine baktığımızda, sosyoekonomik ve ideolojik olarak adlandırdığım iki siyaset düzlemi arasındaki mesafede her daralma ihtimali karşısında bir bürokratik müdahalenin yapılmış olduğunu görüyoruz. Sivil siyasetçilerin ideolojik konulara ilişkin siyaset oluşturma isteği, bürokrasi tarafından daima bir tehdit olarak algılanmış ve yumuşak veya sert darbelerle sonuçlanmıştır. Öte yandan 1960 sonrasında yaşanan bunca askeri darbenin hepsinin de temel olarak laik kesim tarafından desteklenmiş olduğu bir vakıadır...

Değişen dünya vesayet rejimini zorluyor...

Bugüne gelindiğinde işlerin çok daha zor olduğu ise açık... Geçmişte karşılaştığı 'tehlikelere' kıyasla günümüzde bürokratik vesayet rejimi çok daha kritik bir tehditle karşı karşıya ve bunu 'etrafından dolaşarak' savuşturmak pek kolay değil. Her şeyden önce dünya düşünsel ve nesnel koşullar açısından çok farklı bir evreye doğru adım atmış durumda. 'Post modern' olarak adlandırılan durum eleştiriyi, geçmişle yüzleşmeyi ve katılımcılıktan şeffaflığa uzanan bir dizi yeni kavramı siyasi uygulama ve beklentinin parçası haline getirdi. Küreselleşme ise bu fikir ve uygulamaları herkes için ortak standartlara dönüştürdü. Öyle ki bugün Türkiye'deki sıradan bir vatandaş için 'hak' ve 'özgürlük' kavramlarının içerdiği nüanslar başka herhangi bir Batı ülkesinde yaşayan birininkinden farklı değil. Dahası küreselleşme kendimizi başkalarıyla mukayese imkanları yarattığı ölçüde, kendi eksiğimizin ne olduğunu görmeye ve 'niye böyle' olduğumuzu sorgulamaya başladık.

Bu genel algılama ve beklenti farklılığı 2000 yılının hemen ertesinde bir anda üç somut gelişme ile çakıştı. Bunlardan biri muhafazakar kesim içinde yaşanmakta olan dönüşümün AKP üzerinden siyasete talip olması ve iktidarı ele geçirmesiydi. Muhafazakar kesim uzunca bir süreden beri kendi içinde çeşitlenmekte, tartışmakta ve dindarlığını korumakla birlikte dindarlığın anlamını genişletmekteydi. Yaşanmakta olan bu sekülerleşme kentli olmanın, iş adamlığının, kültürel değerlerin ve nihayet kadın/erkek ilişkilerinin yerleşik doğasında derin çatlaklar açmaktaydı. Artık muhafazakarlar dünyaya entegre olmayı, inançlarını kendi anladıkları gibi özgürce kamusal alanda yaşamayı ve günümüz hayat anlayışının gereği olan faaliyetlerden de geri durmamayı hedefliyorlardı. Açıkça bu yeni bir burjuvazinin doğması ve siyasete katılmak isteyen bir orta sınıfa dönüşmesiydi.

İkinci somut gelişme muhakkak ki AB üyelik sürecidir... Çünkü burada önemli olan nihayette üye olup olmamak değil, 'bugün' yaşanan dönüşümdü. AB üyelik süreci bir dizi norm getirip bunların hayata geçmesi için baskı oluştururken, toplum içinde her kesimden büyük bir destek aldı. Bu reformların 'bizler için' olduğu ve özgürlük alanlarımızın genişlemesini ifade ettiği gerçeği ortak bir kabul gördü. Ancak AB süreci çok önemli bir sonuç daha yarattı: O zamana dek Türkiye'yi laik kesimin devletçi kanadından birkaç kişi üzerinden anlamaya çalışan Batı dünyası, bir anda bu ülkeyi tüm çeşitliliği ile kavramakla kalmadı, bürokrasinin zihniyetini ve tutumunu da deşifre etti. Diğer bir deyişle bundan böyle Avrupalıları kandırmak, örneğin onları Türkiye'de irtica tehlikesinin olduğuna ikna etmek olanaksız hale geldi.

Üçüncü somut gelişme ise bizzat laik kesimin içinde yaşandı. Bu kesimin yıllar boyunca kendi kimliğini devlet üzerinden oluşturduğu, darbe süreçlerini desteklediği, demokratlıktan nasibini almamış olduğu tespiti laik kesimin içinde derin kırılmalara neden oldu. Bir bölüm insan kendisini klasik 'laikçi' tutumdan ayrımlaştırarak demokrat zihniyete doğru yol aldı. Bu kişiler laik kesim dışındakilerin de haklarını ve özgürlüklerini seslendirmeye başlarken, devleti son derece tedirgin eden bir tutum alarak muhafazakarlarla doğrudan ilişki kurdular. Söz konusu demokratlaşmanın iki boyutta yürümesi devletin hareket alanını son derece sınırladı. Bu boyutlardan biri laik kesim içindeki entelektüel hareketti. Ama daha önemlisi bu kesimin 'sıradan' insanlarının da aynı zihniyet doğrultusunda değişim geçirmesi ve böylece farklı kimlikleri bir araya getiren gerçek anlamda bir orta sınıfın nüvesinin atılmasıydı.

Bu üç somut gelişme post modern küresel dünyanın gerekleri ile bütünleştiği oranda, yaşanmakta olan latent askeri vesayeti reddedici bir anlayışın siyasallaşmasına neden oldu. Öte yandan bürokrasi açısından tehdit son derece açıktı: Devletle toplum arasındaki mesafe kısalmış, AB reformlarını arkasına alan AKP sosyoekonomik siyaset düzleminden öteye, ideolojik meselelere el atmaya başlamıştı. İktidarın Kıbrıs konusundaki tutarlı ve cesur politikası bürokrasi açısından alarm zillerinin çalmasını ifade etti ve nitekim o dönemde birkaç kez darbe girişiminin eşiğine gelindi.

Darbe için gözünü karartmış bir kesim var

Tehdit son derece belirgindi, çünkü ülkede demokrasi olduğu sürece seçimler sonucu AKP veya ona benzer bir partinin kazanacağı açıktı... Diğer taraftan bu tür partilerin AB yanlısı olacağı da anlaşılmaktaydı... Nihayet AB olduğu sürece de demokrasiyi durdurmak imkânsızdı... Diğer bir deyişle bürokrasinin önünde tam bir kısır döngü bulunmaktaydı ve müdahalenin bir an önce yapılması bir zaruret halini almıştı. Nitekim 2003 ve 2004 yılları sonradan ortaya çıkan darbe hazırlıklarıyla geçti ama askeriyenin içinde tam bir fikir birliğinin oluşmaması planların hayata geçmesini engelledi. Bu arada bürokrasi açısından çember iki açıdan daralmaktaydı... Birincisi sivil ile asker arasındaki mesafe de psikolojik olarak kısalmıştı. Giderek askerin çok daha rahat eleştirildiği bir düşünce ve siyaset ortamına girilmekte ve asker konuşamaz hale gelmekteydi. İkinci olarak artık laik desteğe de güvenmek çok zordu, çünkü bu kesimden yansıyan eleştirel değerlendirmeler ve duruşlar askerî vesayetin meşruiyet tabanını sorguya açmaktaydı.

Bu hassas durum karşısında hem AKP'den kurtulmayı, hem AB sürecini durdurmayı, hem de laik kesimi yeniden bürokrasiye bağımlı kılmayı amaçlayan bir 'operasyona' girişildi. Adına 'ulusalcılık' denen akımın ve onunla bağlantılı olan Ergenekon faaliyetlerinin mantığı burada aranmalıdır. Amaçlardan biri karmaşa yaratarak, cinayet işleyerek milliyetçiliği körüklemek ve bu yığınsal ideolojik potansiyeli darbe gerekçesi olarak kullanmaktı. Bir diğer amaç ne pahasına olursa olsun AKP'yi engellemek ve bu sayede AB sürecini durdurmaktı. Nihayet üçüncü bir amaç da kaybedilmekte olan toplumsal meşruiyetin laik cemaat içinde yeniden oluşturulmasıydı... Askerî vesayet ve genelde bürokrasinin hegemonyası etrafında bir meşruiyet yaratılabilmesi için ise iki yol kullanıldı. Birincisi ulus-devletin kuruluş ideolojisine dönüştür. Bağımsızlık fikri öne çıkarılarak bu fikrin bizatihi meşru siyaset ürettiği anlayışı topluma pompalanmaya çalışıldı. Cumhuriyet fikrinin ima ettiği tehlikelerden kurtulmak üzere sanki cumhuriyet kurulmamış gibi davranıldı, kurtuluş savaşı verildiği söylendi, etrafı kalpaklı Mustafa Kemal posterleri sardı. Otoriter laiklikle milliyetçiliğin bütünleştiği yeni bir fundamentalizm üretildi. Bir yandan İslam'ın Türklüğü bozduğu, öte yandan da Batı'nın bizi böleceği propagandası yapıldı... Bütün bunlar kışkırtma ve mobilizasyon yoluyla AKP ve/veya AB alerjisine sahip laik kesimden şişirme bir destek oluşturmayı ve böylece meşruiyet meselesini çözmeyi hedeflemekteydi. Nitekim cumhuriyet mitingleri söz konusu laik kesimin hâlâ ne kadar naif olduğunu, ya da hâlâ ne denli darbeci olduğunu ortaya koydu.

Meşruiyet açığını gidermenin ikinci yolu ise evrensel açıdan siyasetin üstünde olması gereken hukuka rücu edilerek sağlanmaya çalışıldı. Ne var ki Türkiye'de hukuk zaten askerî vesayetin yasalaşmasını sağlayan bir çerçeveden ibaretti. Ama bu eleştiriye kulak asılmadan yargı kurumu üzerinden AKP'nin kapatılmasına girişildi ve bu süreçte yargı hukuk, mantık ve ahlak açısından öyle açıklar verdi ki her şey bir anda görünür hale geldi. Yargı mekanizmasının sosyoekonomik konulara ilişkin olarak yargı gibi davranabilirken, ideolojik meseleler söz konusu olduğunda bir anda 'yürütme' olmaya soyunduğuna tanık olduk. Otoriter bir kurum kültürü içinde yetişen, demokratlıktan nasibini almamış bir resmi ideolojiyi kendisine rehber edinen, kendini 'doğal olarak' imtiyazlı gören ve toplumun 'öğretmeni' olarak algılayan bir hukuk kurumuna sahip olduğumuz bu kez bütün açıklığıyla ortaya çıktı.

Gelinen noktada bürokrasinin ne pahasına olursa olsun darbe yapmak isteyen bir kanadının olduğu artık su götürmez bir gerçek. Onlar bunu 'doğal' bir hak olarak görüyorlar, çünkü bürokrasinin hakları aslında onları vatandaşın üzerine çıkaran bir dizi imtiyazı ifade etmekte. Bizler ise neredeyse önlenemez bir yozlaşma sürecine dönüşen bu gidişatı deşifre etmekle meşgulüz. Gördüklerimizin düzeysizliğinden rahatsız oluyoruz. Değişmesi gerektiğini, 'bu halkın buna layık olmadığını' söylüyoruz. Ama galiba beynimizin ve ruhumuzun çok derinliklerinde de bu utanç verici vesayet rejiminin bizler için 'normal' durum olduğunu teslim ediyor, durumu kanıksamaya da hazır bir vaziyette seyrediyoruz... Belki de artık kendimizle yüzleşmemiz, bize normal gelen bazı şeylerin gerçekte toplum olarak bizi hastalandırdığını itiraf etmemiz gerekiyor.

Zaman Gazetesi