Rahmetli Turgut Özal’ın başbakanlık döneminde, KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’tan, aralarında dışişleri müsteşarlarının da bulunduğu yakın çevresine ara sıra yakındığını biliyorum.
Şöyle dermiş:
“Şu Denktaş, koca Türkiye’yi burnundan tutup kendi istediği yere doğru çekip götürüyor, olacak iş mi?”
Özal gibi Demirel’in de, Hikmet Çetin gibi bazı Türk Dışişleri bakanlarının da, Denktaş’ın Kıbrıs’la ilgili kendi başına buyruk tavrından, eski deyişle emrivakilerinden şikâyet ettiklerini, bazen çaresiz kaldıklarını bizzat kendi ağızlarından duymuşumdur.
Peki ama Denktaş bu işi nasıl kıvırabiliyordu? “Koca Türkiye’yi burnundan tuttuğu gibi” nasıl istediği yere çekebiliyordu?
Bu gücü nereden geliyordu?
Yanıt Ankara’daydı.
Devletin içinde mevzilenmiş sivil-asker bürokrasi, perde arkasında Denktaş’a verdiği destekle Özal’ın, Demirel’in millet eliyle seçilmiş hükümetlerine Kıbrıs konusunda kafa tutabiliyordu.
Denktaş’la Ankara’daki bürokratik elitin damgasını vurduğu Kıbrıs’taki çözümsüzlük oyunu yıllar içinde Türkiye’nin sırtında bir kambur olarak büyüdü ve birçok konuda manevra alanını daralttı.
Bu kısır döngü 2002 sonundan itibaren bozulmaya başladı. Erdoğan-Gül ikilisi, Denktaş karşısında bir iki raund kaybettikten sonra sergilediği siyasal kararlılıkla 2004’de Kıbrıs’ta ağırlığını koydu ve Türkiye’nin Avrupa Birliği kapısını da bu sayede aralamayı başardı.
Bu hiç kolay olmadı.
Türkiye bir darbenin eşiğinden döndü. Bugün bazıları Ergenekon sanığı olan komutanlarla tezgahlanan darbe oyunu, bir yandan Erdoğan hükümetinin kararlılığı, öte yandan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün anayasaya bağlılığıyla bozuldu.
Ömrünü ‘Kıbrıs davası’na adayan Denktaş eğer geçmişin esiri olmasaydı, geçmişten sadece husumet çıkarmasaydı, Kıbrıs Türkleri için de, Türkiye için de çok daha hayırlı olabilecekti.
Denktaş’la onun Ankara’daki ‘bürokrat’ müttefikleri sadece acılarla yoğrulmuş bir geçmişe takılıp kaldılar, ne yazık ki soğuk savaş gözlüklerini çıkarıp çöp tenekesine fırlatıp atamadılar. Şimdi düşünüyorum.
Azerbaycan’a, Bakü’deki Başkan İlham Aliyev yönetimine yukarıda özetlemeye çalıştığım pencereden, Denktaş zaviyesinden bakmaya çalışınca, aklıma şu soru takılıyor:
Yoksa Bakü’de de Denktaş’laşma süreci mi?..
Ankara’ya dayatmalar mı?..
Farkındayım, sorular çok genel. Geçerliği ancak çok köşeli mukayeseler yapılmadığında mümkün...
Yine de altını çizmek lazım.
Özellikle Azeri liderlerin, Azeri kamuoyunu yönlendirenlerin Denktaş’laşma konusunu düşünmelerinde yarar var.
Evet, yakın geçmişte Azeri kardeşlerimiz de çok acı çektiler. Toprakları işgal edildi. Yüz binlerce Azeri kardeşimiz evinden barkından oldu, kendi yurtlarında sürgün hayatı yaşamaya başladılar. Kendi topraklarını savunurken şehit düştüler, gazi oldular.
Kısacası:
Kan ve gözyaşı akıttılar.
Bunlar elbette unutulamaz.
Türkiye de unutmaz.
Hükümet de unutmuş değil.
Hiç kuşkusuz unutmayalım ama aynı zamanda acıların da tutsağı olmayalım.
Bu da büyük yanlış olur.
Acılara saplanıp kalırsak, barışın yollarında yürüyemeyiz çünkü... Türkiye böyle bir çaba içinde. Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesini bunun için amaçlıyor.
Ayrıca göz ardı etmeyin.
Herkesin meşru acıları var.
Evet, acılar mukayese edilmez.
Fakat acıları karşılıklı olarak anlamak, onlara saygı göstermek, barış yolunda vazgeçilemeyecek adımlardır.
Bunları yapamazsak, kendi acılarımızın tutsağı olursak, gerçek bir barışı kuramayız, çocuklarımız için güzel bir geleceğin temellerini atamayız.
Türkiye’nin Ermenistan’la normalleşme adımları, “Azerbaycan’ı satmak!” değildir, olamaz.
Türkiye’nin Ermeni açılımı, kimsenin kuşkusu olmasın, Türklerin de, Ermenilerin de, Azerilerin de yüksek menfaatlerine uygundur.
MİLLİYET