Erzurum'daki savcıların görevden alınmasına “Bu, AK Parti ile sivil-asker bürokrasi arasında yaşanan bir kavgadır, bizi ilgilendirmez” şeklinde yaklaşmak ne anlam taşıyor?
Erzurum’daki savcıların görevden alınmasına “Bu, AK Parti ile sivil-asker bürokrasi arasında yaşanan bir kavgadır, bizi ilgilendirmez” şeklinde yaklaşmak ne anlam taşıyor? Bu konuda ‘tarafsız’ olduğunu söyleyenleri, ‘yesinler birbirlerini’ diyerek olayları uzaktan izleyen (ya da uzaktan izlediği izlenimini vermeye çalışan) kesimleri nasıl değerlendirebiliriz?
AK Parti’nin bir iktidar partisi olarak demokrasi ve özgürlükler konusunda ‘tutarlı’ olmamasının, çeşitli zaaflar göstermesinin, ‘seyirci olma’ durumuna haklı bir temel oluşturduğu düşünülebilir mi?
AK Parti’nin, Kürt açılımında, demokrasinin ve toplumsal ihtiyaçların gereğini yerine getirmediği de, Siyasi Partiler Kanunu’nu, yüzde 10 seçim barajını koruyan Seçim Kanunu’nu, özgürlükleri kısıtlayan Terörle Mücadele Kanunu’nu, düşünce özgürlüğünü hedef alan Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesini değiştirmediği de bir gerçek. Demokrasinin gelişmesi için verilen mücadelede, iktidar partisiyle çok işimiz olduğunun farkındayız.
Ama, Erzurum’da yaşanmakta olanların, hükümetin demokrasi performansı konusunda yapılabilecek olan değerlendirme ve eleştirilerin ötesinde bir anlam taşıdığını gözden kaçırmamak gerekiyor.
Yaşanan süreç; 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden itibaren her askeri darbe ve müdahaleyle gücünü adım adım artırmış ve iktidarın asıl sahibi olma noktasındaki iddiasını adım adım şiddetlendirmiş olan (ve üst yargı bürokrasisi, Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesi ve İstanbul büyük burjuvazisinden oluşan) iktidar bloğunun ve onların stratejik ortağı gibi hareket eden medya güçlerinin, seçilmişlerle iktidar alanı konusunda yaptığı bir güç mücadelesidir.
Seçim yoluyla hükümet olan bütün parlamenter siyasi güçler, karşılarında bu merkezi devlet gücünü, bu merkezi iktidar bloğunu buluyorlar. Bu ‘iktidar gücü’ne biat etmeleri bekleniyor. Şimdiye kadar, hükümet kuran siyasal partilerin çoğunun, bu beklentiye uygun hareket edip, asıl iktidar alanını bu ‘iktidar bloğu’na bıraktığını ve ‘dar alan’da siyaset yapmakla yetindiğini gördük. Bu alanı yetersiz bulan siyasetçilerin çeşitli tehdit ve engellemelerle karşılaştıklarını ve çoğu durumda etkisizleştirildiklerini gözlemledik.
Bu tehdit, engelleme ve etkisizleştirme girişimlerinde, birçok farklı yöntem kullanılıyor. ‘Ilımlı yöntemler’in sonuç vermediği durumlarda, sert ve vahşi yollara başvuruluyor: Patlamalar, cinayetler, toplumu karıştıracak çeşitli çatışmalar, adım adım sahneye konuluyor. Hükümetteki siyasi parti ya da partilerin bunlarla da ‘yola gelmediği’ durumlardaysa, doğrudan askeri müdahale gündeme geliyor. Türkiye’nin son 50 yıllık siyasal ve toplumsal tarihindeki temel olayların/süreçlerin büyük bölümünün, bu tür müdahaleler tarafından şekillendirildiğini söylemek mümkün.
***
AK Parti için başından itibaren ‘bu parti yola gelmez’ teşhisinin konulduğu anlaşılıyor. Özden Örnek’in günlüklerinde ve diğer ortaya çıkan belgelerde 2003 yılından itibaren darbe planlandığı görülüyor. Bazı çevreler de, sanki başka bir ülkede yaşıyormuşçasına ‘Nereden çıktı bu askeri darbe iddiaları, hepsi yalan’ gibi tepkiler gösterebiliyorlar. Olayları bu şekilde algılamayı tercih edenlerin önemli bir kısmını, asker-yargı hegemonyasından nemalanan çevreler oluşturuyor. Özellikle de medya dünyasındaki birçok ismin düşünce kalıplarını ve kullandıkları üslubu bu temelde analiz etmek mümkün.
Buna karşın, bu çatışmayı tarafsız bir gözle ve tarafsız bir duruşla izlediğini iddia eden bazı çevrelerin yaklaşımlarını analiz etmek daha zor. Bu kavga onları çok da ilgilendirmiyormuş, yaşanmakta olan iki iktidar gücünün ‘birbirini yemesi’nden ibaretmiş gibi bir tutum sergiliyorlar. “Hâkim sınıflar arasında kavga olması iyidir, bizim belirli bir tarafta yer almamız gerekmez. Zaten bu kavganın sonucu, bizi çok da etkilemez” şeklinde formüle edilebilecek bir yaklaşım içindeler.
Yaşanmakta olan bu kavga, toplumun ve çeşitli toplumsal katmanların geleceğini (ezilen sınıflar başta olmak üzere) doğrudan ilgilendiriyor. Türkiye’nin köklü ve istikrarlı bir demokrasiye sahip olup olmaması, en çok yoksulların ve haksızlığa uğrayan kesimlerin yaşamını belirleyen/belirleyecek olan bir nokta. Kalıcı ve tam işleyen bir demokratik rejim, emekçilerin, çalışanların, ezilen sınıfların, ezilen etnik grupların haklarını aramalarının (her zaman için yeterli koşulu değil ama) zorunlu koşuludur.
Egemenliğini korumaya çalışmakta olan iktidar bloğu(yani asker, yargı ve İstanbul büyük burjuvasinin oluşturduğu blok), en çok emekçileri ve kimlik talebinde bulunan kesimleri eziyor. Kürtler, sendikalı işçiler, Aleviler, dindarlar ve çalışanlar, darbecilerin ve ‘iktidar bloğu’nun en yoğun şekilde baskı yaptığı kesimler arasında sayılabilir.
***
AK Parti, bugün var yarın yok. Bir seçim olur, başka bir parti hükümet kurar. Parlamenter rejim içinde, bir partinin sonsuza kadar iktidarda kalması mümkün değildir. Askeri darbelerle egemenliğini pekiştirmiş olan iktidar bloğunun ‘iktidardan indirilmesi’yse bu kadar kolay olmuyor.
Darbe dönemlerinde yapılanları hatırlayalım...
Asker-yargı-büyük burjuvazi ittifakının halka karşı nasıl birleştiğini, baskının nasıl yürüdüğünü, medyanın büyük bir bölümünün onlara nasıl destek verdiğini hatırlayalım.
Askeri darbelerin en büyük mağdurları arasında olan Kürtlerin, Alevilerin, dindarların, sosyalistlerin, gençlerin, kadınların, emekçilerin bu olanlar karşısında tarafsız kalmaları (veya tarafsız kaldıklarını iddia etmeleri) mümkün müdür? Bu tarafsızlık söyleminin psikolojik temellerini detaylı olarak analiz etmekte yarar var.
RADİKAL