Yıldırım; Diyarbakır Zindanını ve Öcalanı Anlattı

Neşe Düzel; Diyarbakır cezaevini, hem Kürt politikasını hem de PKK’yı yakından izleyen, bilen ve tanıyan Hüseyin Yıldırım’la bir röportaj gerçekleştirdi.

"Hürriyet'in Diyarbakır muhabirini benimle röportaj yapması için cezaevine getirdiler 'Diyarbakır cezaevi güllük gülistanlık' diye yazdı. Bu haber 1982 baharında yayımlandı."

"Beni ip sarılı bir makaraya götürdüler. İpin ucunu halka yapmışlar. Çok affedersiniz... çok affedersiniz... İpi cinsel organıma geçirdiler. Biri ipi tutuyor, biri çekiyor. Çok utandım."

"Diyarbakır polis soruşturma bölümünde her odadan işkence çığlıkları geliyordu. Radyoda Evren konuşuyordu. "Türklerin karakterinde işkence yoktur" diye bağırıyordu Evren."

Neşe DÜZEL / TARAF

* * *

NEDEN HÜSEYİN YILDIRIM

12 Eylül Anayasası'nda yapılacak değişikliklerle ilgili tartışmalar tırmanarak sürüyor ve konu her geçen gün doğru bir mecraya oturuyor. Çünkü bu tartışmalar sırasında olması gereken oluyor ve 12 Eylül'de insanlara çektirilen acılarla ve 'darbeyle' hesaplaşma da gündeme geliyor. 12 Eylül Anayasası'nın temelini oluşturan darbe sürecinde özellikle Diyarbakır cezaevinde yaşanan korkunç işkenceler sık sık tartışmalara konu oluyor. Özellikle BDP'nin darbe anayasasının değiştirilip değiştirilmemesinin oylanacağı referanduma 'boykot' çağrısı yapması, o dönemde işkence görmüş birçok insanın, anayasa tartışmalarına kendi anılarıyla katılmalarına yol açıyor. Biz de hem Diyarbakır cezaevini, hem Kürt politikasını, hem de PKK'yı yakından izleyen, bilen ve tanıyan Hüseyin Yıldırım'la 12 Eylül döneminin hukukunu, mahkemelerini, uygulamalarını, Diyarbakır zindanlarını, PKK'yı, Öcalan'ı, lider kadrosunu, PKK'nın kuruluşunu, Suriye'yi, Bekaa'yı, Öcalan'a muhalefeti, PKK'nın dünkü ve bugünkü politikalarını konuştuk. İlk gün Avukat Yıldırım'ın poliste ve cezaevinde yaşadıklarını okuyacaksınız. Avukat Hüseyin Yıldırım bir dönem Abdullah Öcalan'ın çok yakınında yer aldı. Şam'a Bekaa'ya gidip geldi. Hatta bir ara PKK'nın Avrupa sorumlusu olarak tanındı. Daha sonra Öcalan'la yolları ayrıldı, Hollanda'da suikast girişimine uğradı. Avukat Hüseyin Yıldırım halen İsveç'te yaşıyor.

* * *

NEŞE DÜZEL: Siz hangi yıl Diyarbakır hapishanesine girdiniz?

HÜSEYİN YILDIRIM: Ben Diyarbakır cezaevine 1981 yılının kasımında girdim ve on bir ay kaldım. O cehennemden 1982'de çıktım. Zaten ben 10 Kasım 1981'de Diyarbakır cezaevine götürüldüğümde de ayaklarımın üstünde duramıyordum.

Niye?

Çünkü poliste çok ağır işkence görmüştüm.

Neden dolayı tutuklandınız?

Silvan-Siverek'te PKK sorumluluğu yapmış Mehmet Karasun diye Bingöl-Kiğılı bir öğretmen vardı. O kişi, kod adı olarak Tuncelili Hüseyin'i kullanmış. Beni, o diye tutukladılar. Oysa devletin bütün kurumları onun gerçek kimliğini biliyordu. PKK iddianamesinde de zaten o kişinin hüviyeti açıkça yazıyordu.

Tutuklandığınızda ne iş yapıyordunuz?

Avukattım. Türk ve Kürt solundan tutuklananların yüzde sekseninin avukatı bendim o dönemde. O sıralarda Diyarbakır rahattı, daha 12 Eylül olmamış, askerî cunta gelmemişti. Ülkede en ağır işkence Elazığ'da yapılıyordu. Naci kod adlı bir MİT görevlisi, 1800 Evler denilen yerde korkunç işkenceler yaptı. Sonra o kişi Diyarbakır'a geldi ve bana da işkence yaptı.

İşkence yapan devlet memurlarının da mı kod adları vardı?

Evet... Onlar, çok korunurlar. Zabıt tutarlar, zaptın altına imza olarak hiçbir isim yazmazlar, "zabıt müncisi" yani "zaptı tutan" yazarlar. İz bırakmazlar. Avukatlık yaptığım sırada mahkemelere çıkarılan tutuklular öyle kötü durumdaydılar ki, işkenceden geçtikleri apaçık ortadaydı ama mahkemeler bu işkencelere seyirci kalıyordu. Ben 12 Eylül 1980 cuntası döneminde sadece Elazığ'da değil, Diyarbakır, Konya, Ankara-Mamak her yerde duruşmalara girdim. O şehirler arasında gittim geldim. Çok doldum! Gördüğüm feci manzaralara itiraz ettim. Mahkemelere karşı direndim. Ben, Mehdi Zana'dan Şerafettin Kaya'ya, Selim Dindar'a üç bin kişinin avukatıydım. Zaten o yüzden de bir komployla tutuklandım.

Nasıl tutuklandınız?

Beni, Diyarbakır cezaevine bir müvekkilimi görmeye giderken gözaltına aldılar. Diyarbakır Birinci Şube'ye götürdüler. Uygulama şöyleydi. Önce polis soruşturması yapılıyordu. İşkence orada başlıyordu. Sonra poliste işkence görenler, biraz kendilerine gelsinler diye bir süre bekletiliyordu. Sonra savcılığa gönderiliyor ve tutuklanıp cezaevine konuluyordu.

Poliste ne yaşadınız?

Yedi günde beni bitirdiler. Gözlerimi bağlayıp, beni önce tavana asıp çarmıha gerdiler ve elektrik şoku verdiler. 16 ya da 17 Ekim 1981 tarihiydi. Polis soruşturma bölümünde her odadan işkence çığlıkları geliyordu ve o sırada radyo açıktı, Evren konuşuyordu. Evren radyoda, "Türklerin karakterinde işkence yoktur" diye bağırıyordu. Evren'in o sözleri işkence çığlıklarına karışıyordu. Bir gün gene gözlerim bağlıydı... Gene işkence görmüştüm ve vücudum ateş içindeydi. Zaten her an işkence yapılıyordu.

Size ne soruyorlardı?

Hiçbir şey. Sadece konuş diyorlardı ve küfrediyorlardı. Biri odaya geldi ve bana "merhaba Hüseyin Bey" dedi. Anlamıştım, üst düzey biriydi, ya MİT'ti ya da ordudandı. İşkenceden sinirlerim çok gerilmişti. "Neden benimle gözlerim açık konuşmuyorsunuz? Neden korkuyorsunuz?" dedim.

Ne cevap verdi?

"Hüseyin Bey, siz Tuncelililer neden devlete bu kadar düşmansınız?" dedi. "Ne verdiniz, ne istiyorsunuz? Katliam uyguladınız, onun hesabını verin" dedim. Hiç tepki göstermedi. "Böyle yanlışlıklar olur. Şimdi söyleyeceğim, seni serbest bıraksınlar" dedi ve gitti.

Sonra ne oldu?

Bir, iki saat sonra biri koluma yapıştı, göz bağımı çözdü. Kırmızı suratlı asker elbiseli iriyarı biriydi. Bana vurdu da vurdu. Kafamı kırdı, dişlerimi kırdı. Dişlerim ağzıma saplandı. Kafamı tuvaletin içine bastırıyor ve sifonu çekiyordu. Tam boğulmak üzereyken, kafamı klozetten çıkarıyordu. Bir saatten fazla sürdü bu işkence. Her tarafımdan su gibi kan akıyordu. İşte yedi gün poliste böyle işkence gördüm. Doktor hastaneye gönderilmemi istedi ama götürmediler. O beş gün gözaltı bölümünde biraz kendime geleyim ve işkence belli olmasın diye tuttuktan sonra, beni mahkemeye çıkardılar. Uygulama öyleydi zaten. Hâkim, beni tutukladı.

Sizi Diyarbakır cezaevine mi götürdüler?

Ringo denilen demir kafesli bir cezaevi aracı vardı. Beni onunla Diyarbakır cezaevine götürdüler. Daha aracın kapısı açılmadan, bahçede "geldi geldi" diye bir çığlık koptu. Ellerinde odunlarla bir grup işkenceci aracın etrafını sarmışlardı. İşkencesiyle ünlü, cezaevi iç güvenlik amiri Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, elleri cebinde karşımda duruyordu. Beni ağır sopalarla dövdüler. Sonra Yıldıran, "Hadi aslanlarım, Avukat Bey'e helva yedirin" dedi.

Helva yedirin ne demek? İşkence yapın mı demek?

Evet. Diyarbakır cezaevinde ilk günüm böylece başladı. Beni büyük bir salona götürdüler. Dört tarafında duvara dizilmiş hücreler bulunan ortası açık dört katlı bir yer. Bu açık alanın orta yerinde lağım akıtıyorlar. Demir parmaklıklı hücrelere ise merdivenlerle çıkılıyor. Hücredekiler birbirlerini görmüyor ama işkenceciler dört tarafta herkesi görüyor. Bana, "soyun" dediler, soyundum. Allah Allah diye üstüme sopalarla saldırdılar. Epey dövdükten sonra beni lağımın içinde bir aşağı bir yukarı sürüklediler. Sonra biri başımı bacaklarının arasına aldı ve uzun süre sopalarla arkamdan vurdular. Nereye vuracaklarını biliyorlar. Sinirlerin geçtiği yerlere vuruyorlar. Ciğerlerim ağzıma geldi ve bayılmışım.

Bitti mi?

Sonra elbiselerimi ateşe verdiler ve sırtüstü o ateşe yatırdılar. Daha sonra beni duvarın dibindeki bir makaranın önüne getirdiler. Makarada ip sarılıydı. İpin ucunu halka yapmışlar. Çok affedersiniz... İlk kez anlatıyorum bunu... Çok affedersiniz. İpi benim cinsel organıma geçirdiler... Biri ipi tutuyor ve çekiyor. O zaman çok utandım. Bu çok ağır geldi.

Lütfen ağlamayın... İsterseniz anlatmayın, başka bir konuya geçelim.

Siz istediğinizi yayınlayın ya da yayınlamayın. Ama ben içimdekileri boşaltmak istiyorum. Her taraftan işkence sesleri geliyordu. Ben, "kafama bir kurşun sıkın bunu yapmayın" dedim. İpi bırakmam için ellerime tersten sopalarla vuruyorlar. Bütün parmaklarım kırıldı, ayak topuklarım kesildi. Sonunda iri yarı bir onbaşı, "ben bu kadarına yokum" dedi ve fırlayıp beni kucakladı. Beni beşinci hücreye götürdüler ve kenefe koydular.

Aman Tanrım...

O işkencelerden sonra ben şuna inandım. Yeryüzünde en dayanıklı canlı insandır. Akşam oldu, nöbetçi bana acıdı ve beni lağımın içinden betonun üstüne çıkardı. Bana bir sigara verdi. O da bir askerdi. Size söyleyeyim, o cehennemin içinde melekler de vardı. Sabah oldu "ulan avukat" diye gene geldiler. Beni lağımın içine gene yatırdılar. Öyle dövdüler ki bayılmışım. Zaten bir müddet sonra acıdan göğsün tıkanıyor ve bağırman da kesiliyor. Kendime geldiğimde ayaklarımdan akan birikmiş simsiyah kanı gördüm. Yavaş yavaş ayaklarımı içime doğru çektim ve betonun üstüne yattım.

Her işkence gören yaşadıklarını bu kadar ayrıntılı hatırlar mı?

Hiçbir zaman unutmaz. Hiçbir şeyi unutmaz. Orada ölüm bir an önce gelsin istedim. Diyarbakır cezaevinde herkesi böyle imtihan ettiler. Ben dört aydan fazla hücrede kaldım ve dört ay her gün işkence gördüm. Bir de hücrelere kedi büyüklüğünde fareler saldırıyordu.

Ne!!!!

Birini kovuyordun, diğeri geliyordu. Fareler üstümüzde dolaşıyordu. O işkenceci Yüzbaşı Esat, ben kilo kaybettikçe, bana "şişmanlamışsın yahu" diyordu. Benim bütün parmaklarım kırıldı. Bakın... Hâlâ düzelmediler. Çenem ortadan ikiye bölündü. Bakın... Dizlerime çok vurdular. Bakın... Doktor falan yok, kendi kendine kaynadı çenem de bütün kemiklerim de... Dedim ya... Cehennemde melekler de vardı. İhtiyar lakaplı bir çavuş, cebine kendi yemeğini koyuyordu ve gizlice bana cebinden çıkardığı tahta kaşıkla içine ekmek doğranmış çorba ve et yediriyordu. Beni, dışarıdaki gelişmelerden haberdar ediyordu. "Seninle ilgili dünyada büyük tepki oluşmuş" diyordu. Uluslararası Af Örgütü falan ayağa kalkmıştı.

Diyarbakır cezaevinde aylarca hücrede tutulduktan sonra koğuşa götürüldünüz. Kimlerle aynı koğuşta kaldınız?

Ben dört ay hücrede kaldım. Beni tutuklandıktan dört ay sonra koğuşa götürdüler. Ahmet Türk ve eski CHP ve ANAP milletvekili Nurettin Yılmaz'la aynı koğuşta kaldım.

Koğuşta işkence yapılıyor muydu peki?

Her sayımda yumruklarla, sopalarla dövüyorlardı. Lağım temizletiyorlardı. Ahmet Türk ve ben zayıftık, erken yere düşüyorduk. Nurettin Yılmaz inadına düşmek istemiyordu. Unutmam... Çok saygı duyduğum Ahmet Türk bir gün karyolasının kenarına oturmuş gözleri dolu dolu... "Ahmet Bey üzülmeyin, bunun sonu ölüm değil mi?" dedim. "Hüseyin Bey ben işkenceden dolayı üzülmüyorum. Çok kötü küfrediyorlar, çok ağırıma gidiyor" dedi. Bir gün yine elimize uzun süpürgeleri verdiler, bizi lağıma götürdüler. Lağımı temizledikten sonra bize "koğuş vaziyeti al, uygun adım istikamet koğuş, marş" derlerdi ve biz de süpürgeleri silah gibi omzumuza alıp, yürürdük. Bir gün...

Evet, o gün ne oldu?

Yine Nurettin Yılmaz önde ben ortada, Ahmet benim arkamda gidiyorduk ki, kısa boylu bir onbaşı, "ulan bunlara gıcığım var" deyip havada uçtu ve Nurettin'in göğsünü postallarıyla ezdi. Tekmeyle öyle bir savrulduk ki arka arkaya üçümüz de yere yıkıldık.

Nurettin Yılmaz daha sonra ANP milletvekili oldu değil mi?

Evet. Daha önce de CHP milletvekiliydi. Şimdi BDP Disiplin Kurulu Başkanı. Diyarbakır cezaevinde bir de o işkenceci yüzbaşının "emret komutanım" diye tutuklulara tekmil verdirdikleri Jo adında bir köpeği vardı. İstediklerinde, bizi, ona ısırtıyorlardı. O sıralarda artık Uluslararası Af Örgütü, benimle ilgili büyük bir kampanya başlatmıştı. Türkiye'ye protesto yağıyordu. Ara sıra beni havalandırmaya çıkarıp elime top veriyorlardı.

Niye?

Bir helikopter tepemde durup resmimi çekiyordu. Zira "Bakın hiçbir şeyi yok. Top oynuyor" demek için böyle mizansenler yapılıyordu. Bir gün Hürriyet gazetesinin Diyarbakır'daki muhabirini benimle röportaj yapması için cezaevine getirdiler. Sonra gitti, "Diyarbakır cezaevi güllük gülistanlıktır. Hüseyin Yıldırım bile sağdır" diye yazdı. 1982 baharında yayımlandı bu haber.

Peki, tam olarak siz ne durumdaydınız?

Bir gün bir gardiyan bana, "Senin hakkında, onu yaşatın diye Ankara'dan talimat gelmiş. Şimdi Ankara'dan gelen doktor, seni muayene edecek" dedi ve beni doktora götürdü. Doktor, "soyunun, muayene edeceğim" dedi. Ben perdenin arkasında soyundum. İçeri girdiğinde korktu. Etrafındakilere, "Bu, burada mı böyle oldu" diye sordu. Sadece kemik kalmıştım. İçeri 75 kilo girmiş, 43 kiloya düşmüştüm. Doktor bana günaşırı serum verdirdi ve bana can öyle geldi.

Cezaevinden çıktığınızda ne yaptınız?

Önce annemi görmek istedim. Eve gittim. Beni tanımadı. Bana, "Hüseyinimi bırakmışlar, beni, Hüseyinimin yanına götür" dedi. "Ben de o çarşıda, gel seni götüreyim" dedim ve koluna girdim. Ayaklarım yara içinde, yürüyemiyorum, o benden hızlı yürüyor. Bana, "Ne oldu, hasta mısın sen?" dedi. Yürüdük ve çarşıda kalabalığın yanına geldik. Annem hâlâ oğlunu arıyor. Kalabalıktan biri, "Hüseyin senin kolunda" deyince, annem uyyyyy diye çığlık atıp kendi yüzünü tırmalamaya başladı. Zaten büro arkadaşlarım da beni tanıyamadılar. Aynada kendimi gördüğümde ben de ürkmüştüm. Bir gün yüzbaşı gülerek bana ayna verdi. "Bak ne kadar yakışıklı oldun" dedi. Korkunçtu. Gözümün altındaki deri, bir et parçası halinde sarkmıştı.

Hapishanede ya da çıktığınızda devletten herhangi biriyle bir temasınız oldu mu?

Sıkıyönetim komutanının adli müşaviri Ahmet Beyazıt'la karşılaştım. Hiçbir şey olmamış gibi sarıldı, öptü beni. "Böyle şeyler olur, tekrar duruşmalara girersin" dedi. Beni Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı Kemal Yamak'la görüştürmek istedi. Beni ona götürdü. Kemal Yamak elimi sıktı. "Geçmiş olsun, böyle şeyler olur. Devlet zor durumda" falan diye konuştu. Sonra da, "ben senin aileni araştırdım, seninki çok iyi bir aile. Sen peygamber soyundan geliyorsun" dedi. Ben de "Paşam ben Arap değilim, ben Kürdüm" dedim. "Böyle şeyleri söylemekten men ederim sizi" diye bağırmaya başladı ve benden, cezaevindeki açlık grevinin bitirilmesi için tutuklularla görüşmemi istedi.

Görüştünüz mü?

Görüştüm. Açlık grevinde ölenlerin tabutlarını daha sonra ağlayarak ben indirdim. Zaten kısa süre sonra bir gece iki hâkim büroma geldiler. "Senin hakkında yeni kararlar alındı. Bu gece Diyarbakır'ı terk et" dediler. Ben o gece Diyarbakır'ı ağlayarak terk ettim. Suriye'ye geçtim, Şam'a gittim.

PKK'ya ne zaman katıldınız?

Ben hiçbir zaman PKK'ye katılmadım. Diyarbakır'da direnen insanların her zaman kalbimde yeri oldu. Onların anısını kutsal bir emanet olarak saklıyorum ama, ben Apoculuğa hayır diyorum. Ben hiçbir zaman PKK'li olmadım.

Nasıl olmadınız? Siz bir dönem PKK'nın Avrupa temsilcisi değil miydiniz? Sizi Diyarbakır'dan yurtdışına kim çıkardı?

PKK çıkardı. Zaten beni PKK'den başka dışarıya kim kaçırsın ki! O dönemde başka örgütler bana geldi de, ben mi onları istemedim?

Neyse... Sizinle PKK'yı konuşacağız. Önce Şam'da ne yaptınız?

Beni PKK'liler, Şam'da Öcalan'ın çevresine götürdüler. Ben Diyarbakır cezaevinde ve mahkemelerde her şeyi görmüş bir avukattım. Dünya kamuoyunu yakından tanıyordum. Ayrıca dünya kamuoyunda benimle ilgili kampanyalar vardı. PKK'liler, dünyaya anlatacaklarımın kendilerine yarayacağını biliyorlardı. Ben Şam'a gittiğimde, Öcalan ve karısı Kesire oradaydı. Kandil'deki yönetimin hepsiyle karşılaştım zaman içinde.

Kimlerle tanıştınız?

Cemil Bayık, Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan, Mustafa Karasu... Karayılan'ı ise çok daha sonra gördüm. Çünkü o, çok eski bir PKK'li değildir. Öcalan, Cemil Bayık'a, "Avukat Bey'i diğer örgütlerle de tanıştır. Yarın öbür gün, bizimle niye görüştürmediniz demesinler bize" dedi. Cemil Bayık önüme düştü, Şam'daki bütün Kürt ve Türk örgütleriyle görüştürüldüm. Şam'da her örgütün ayrı evi vardı. PKK'nın üç ayrı evi vardı.

Öcalan'la nasıl tanıştınız?

Beni bir eve götürdüler ve orada beni Öcalan karşıladı. Onunla ilk kez orada karşılaştım. Bir müddet sonra bana "hadi gidelim" dedi. Bir başka eve gitmek için sokağa çıktık. Öcalan beni uyardı: "Yolda yürürken aramızda on beş, yirmi metre mesafe kalsın avukat" dedi.

İKİNCİ BÖLÜM

Hüseyin Yıldırım'la Stocholm'de yaptığımız ve dün birinci bölümünü yayımladığımız konuşmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz..

* * *

NEŞE DÜZEL: Ben hiçbir zaman PKK'lı olmadım, dediniz. Sizi, Türkiye'den Suriye'ye PKK kaçırdı. PKK'lı olmayan birini niye kaçırdılar?

HÜSEYİN YILDIRIM: Ben o dönemde binlerce tutuklunun avukatlığını yaptım. Sıkıyönetim ve darbe mahkemelerinde neler yaşandığını gördüm. Diyarbakır'da, Elazığ'da, Mamak'ta, Konya'da davalara gittim geldim. Yaşanan vahşete onların direnişlerine, savunmalarına her yerde tanık oldum. Ayrıca ben dünya kamuoyunu tanıyordum. Onların avukatlığını yaptığım için ben içeri alınınca dünyadan protestolar oldu. PKK de akılsız değil. Benim gördüklerimi, yaşadıklarımı, tanıklık ettiklerimi dünyaya anlatmamın PKK'ye yarayacağını, puan kazandıracağını biliyorlardı. Neyse... Öcalan'la kısa mesafede bir başka eve gittik. O gece orada yattım. Ertesi gün Öcalan kendi odasını bana verdi.

Niye?

Kendi döşeğini düzeltti, salladı falan... "Avukat arkadaş burada yatsın, bu odada masa var, yazısını rahat yazar" dedi. Benden Diyarbakır cezaevinde yaşananlarla ilgili örgütün gazetesine bir yazı yazmamı istedi. Ben yaşanan gerçeklerin iki sayfalık bir özetini yazdım, direnişleri isim vererek anlattım. Yazıyı aldı okudu, "Bu yazı taraflı olmuş. Siz tarafsız kalın" dedi. Öcalan, Diyarbakır'daki direnişlerin halka mal olmasını istemiyordu.

Diyarbakır cezaevinde yaşanan işkencelerden sonra insanlar dağa çıkmadı mı, PKK böylece hızla büyümedi mi?

Öcalan, kendisinden başka kimseden söz edilmesini istemiyordu. Bana, "Nereye gitmek istiyorsunuz" diye sordu. Eşi Kesire'yi işte orda ilk defa gördüm. "Avukat abi, İsviçre'ye gitsin" dedi. Bana hemen sahte bir pasaport verildi.

Şam'da ilk karşılaşmanızda Öcalan'la başka neler konuştunuz

O zamanlar sıradan bir insan gibiydi. Mesela bir gün Cemil Bayık'la birlikte Öcalan'ın evinde koltuklarda oturuyoruz. Telefon çaldı. Öcalan, Bayık'a, "Telefon eden Dev-Yol. Kalk sen konuş" dedi. Bayık, elinin tersiyle Öcalan'a, "Ben konuşmuyorum, sen konuş" dedi. Öcalan o zaman "Ali arkadaş"tı.

Ali arkadaş mı?

Kod adı Ali'ydi. "Ali arkadaş" diyordu herkes ona. Suriye Alevi ya... Bu yüzden kendisi Ali olmuştu, karısı Kesire'nin adını da Fatma koymuştu. Karısının kardeşinin adını da Hasan Hüseyin yapmıştı. Daha sonra PKK'nın tepesindeki ilişkiler tamamen değişti. Öcalan'la Cemil Bayık'ın resmini gördüm. Cemil Bayık esas duruşta ayakta dikiliyor. Öcalan koltukta oturuyor.

PKK'ya ne zaman katıldınız siz?

Anlatayım... Ben Şam'dan ayrılıp İsveç'e geldim. Bana sahte bir pasaport ayarladılar ve yanıma da, daha sonra Avrupa'da kendilerinin öldürdüğü Enver Ata'yı verdiler. Zaten PKK'nin içinde kafası çalışanları hep öldürdüler. İsveç'teki ilk günlerimde Uluslararası Af Örgütü'nden insanlar beni ziyaret etti. Üç gün Diyarbakır'daki zulmü anlattım, beni doktorlara havale ettiler ve işkence izleri hâlâ belirgin diye rapor aldılar. Burada gazetecilerle, televizyonlarla röportajlar yaptım. Diyarbakır'ı anlattım. Bana İsveç hükümeti kısa sürede mülteci pasaportu verdi. Daha sonra Danimarka parlamentosunda Diyarbakır'ı anlattım. İskandinav ülkelerinde demokrasi daha gelişmişti, onlara, "Bu işkenceleri durdurun, bu insanlar imha edilecek" dedim. Sonra Köln'e gittim.

Bütün Avrupa'yı dolaştınız mı?

Evet dolaştım, öğleden önce Viyana'daydım, öğleden sonra Londra'da... Diyarbakır işkencesini dünyaya anlattım. Zaten benim insan olarak görevim, dünya kamuoyuna bu zulmü anlatmaktı. O dönemde evet, benim çevremde PKK vardı. Beni Avrupa'da dolaştıran PKK'ydi. Benim anlatımlarımdan PKK büyük güç ve yarar sağladı. PKK'ye kan verdim ben, hepsi doğru ama... Diyarbakır'daki direnişleri anlatmak da benim insanlık görevimdi. Ben Avrupa'ya geldiğimde PKK Almanya'da en fazla 600 kişi yürütebiliyordu. Bir sene sonra sokaklarda on bin kişi yürüttü. Çünkü insanlar Diyarbakır'da yaşananlardan etkilendiler.

Avrupa'da PKK adına hangi görevleri yaptınız?

Ben Avrupa'da herkese Diyarbakır'ı anlatıyordum ve PKK adına, ben orta yerdeydim. Onun pratikleriyle ilgili eleştirilere ben muhatap oluyordum ve onu savunuyordum. Bana, "PKK, kadın, çocuk öldürüyor" diyorlardı. Ben, "Bunun sorumlusu, çoluk çocuğun arasına karargâh kuran devlettir" diyordum. Cevabım beni tatmin etmiyordu ama bunu söylemek zorundaydım. Çocukların, sivillerin öldürülmesini onaylamıyordum ama o bir iç sorundu.

Böyle demekle, PKK'nın üyesi gibi konuşmuş olmuyor musunuz?

Ama ben bu konuyu Öcalan'la yüz yüze tartıştım. "Biz, çocuklarımıza özgür bir gelecek için yola çıktık. Ama daha yolun başındayken çocuklarımızın katili olduk" dedim.

PKK'dan ne zaman ayrıldınız?

Aslında ben, PKK'nin Avrupa sorumlusu Çetin Güngör öldürüldüğü zaman PKK'yle ilişkilerimi koparmalıydım ama yanlış hesap yaptım. Belki öldürülenleri geri getiremeyiz ama bundan sonraki ölümleri belki durdururuz. "Öcalan'la yüz yüze görüşmeliyim" dedim. Düşünebiliyor musunuz? Çetin Güngör'ü öldürmekle görevlendirdikleri adamı benim evime getirdiler.

Nasıl?

O adam üç gün benim yanımda kaldı. Bu adamın, Çetin Güngör'ü öldürmesi için gönderildiğini ben nereden bileyim? Çetin Güngör benim Tunceli'de kapı komşumdu. Babası benim dostumdu. 1988'de Mehmet Ali Birand'la Brüksel'de karşılaştım. Milliyet gazetesine röportaj yapmak için kendisini Öcalan'la görüştürmemi istedi benden. Birand'a, yolda, "Çetin Güngör'ü niye öldürdünüz, diye sor Öcalan'a" dedim.

Sordu mu?

Sordu. Öcalan'ın cevabı, "Ne zaman olsa öldürülürdü" oldu. Çetin Güngör sıradan biri değildi. Yazılarıyla muhalefet ediyordu. Zaten Dilaver Yıldırım da, Enver Ata da, sıradan insanlar değillerdi. Bunlar, PKK'nin ilk kurulucularıydı. Apo'nun diktatörlüğünü reddediyorlardı. Beyindiler ve hepsi öldürüldüler. 1987'de çok kanlı pratikler oldu.

Neler oldu, ne yaşandı?

PKK, kendi içinde çok insan öldürdü. Tanıdığım, devrimciliğine inandığım insanlar vuruldu. Memlekette kadın, çocuk demeden çok insan öldürüldü. Köyler basıldı. Öcalan kendisini şiddet yoluyla kabul ettirmeye çalıştı. Mehmet Ali Birand'a döneyim...

Öcalan'la nerede buluştunuz?

Mehmet Ali Birand'la kalktık Bekaa'ya gittik. Apo hazırlanmış, beyaz elbiseler giymişti. O konuşmada Apo ilk kez, "Biz bağımsızlık istemiyoruz. Bizim ülkeyi bölmek istediğimizi kim söylüyor?" dedi. Ben, ilk kurşunu işte orada aldım.

Niye?

Eğer bağımsızlık istenmiyorsa, silahlı mücadele niye yapılıyordu o zaman? İnsanlar, Diyarbakır'da "Bağımsız Kürdistan" sloganı atıyorlardı. Bu lafı, PKK'da bir başkası söylese, o anda PKK tarafından kurşuna dizilirdi. Birand bile şaşırdı. "Bu bir strateji değişikliğidir. Merkez komitenizden, politbüronuzdan onay aldınız mı" diye sordu.

Ne cevap verdi?

Apo, "Bizim merkez komitesi, politbüro diye bir yapılanmamız yok. PKK, genellikle benim yönetimimde gelişen bir harekettir" dedi. Ve işte o gün, diktatörlüğünü resmen ilan etti. Zaten daha sonra her öldürülen için, "Benim yerime göz dikmişti, beni tasfiye edecekti" diye konuştu. Öcalan, kendisini silah zoruyla, şiddet yoluyla kabul ettirdi. Bekaa kampında çok insan öldürüldü. Kazsanız cesetler çıkar.

İnsanlar niye öldürüldü?

Öcalan'ın çevresinin ajanlarla sarılı olduğu havasını vermek için, bir sürü kişiyi 'ajan' diye kurşuna dizdiler.

Peki, bildiğim kadarıyla size de suikast girişiminde bulunuldu. Siz, ne zaman bir suikast girişimine hedef oldunuz?

1988'de Öcalan'la görüştükten sonra benim için artık her şey netleşti. Ben Bekaa'da bir ay boyunca Öcalan'ı izledim. Onun, Kürt davası diye bir derdinin olmadığını anladım. Bir gün bana, "Seni Cemil Esat'la görüştüreceğim" dedi. Cemil Esat, o sırada Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat'ın kardeşi. Apo'nun bir numaralı dostu. Müşterek bazı şeyler yapıyorlardı. İsveç'e dönünce, Avrupa'daki merkezi topladım.

Niye?

Onlara üç şey söyledim. "Bir, benim Diyarbakır'da tanıdığım PKK'ye evet, Apoculuğa hayır. İki, felakete doğru gidiliyor. Ben, felaketin militanı olmam. Üç, her şeye bir kişi karar veriyorsa, bunun ismini bulun" dedim. İnanır mısınız, kitle nefes aldı, çok rahatladı. Kitle beni çok destekledi. Ama sonra silah, suikast devreye girdi.

Suikast girişimi nasıl oldu?

Hollanda'da bir arkadaşıma gelmiştim. Gece bir kafede otururken iki kişi bizi çapraz ateşe aldılar, pencereden 29 mermi sıktılar. Arkadaşım çenesinden yaralandı. Ben kalçamdan vuruldum. Beş kurşun ise kazağımdan geçti. Zaten Apo'nun kendisi de benim için "Kıl payı kurtuldu" diyor. Hastaneye kaldırıldık. Daniel Mitterand ve pek çok politikacı devreye girmişler, bizim bulunduğumuz kat güvenlik nedeniyle boşaltıldı, polis nöbet tuttu. Elçiliklerden bize ziyarete geldiler.

Peki, siz Kesire Öcalan'la nasıl tanıştınız?

Kesire'yi ilk Şam'da gördüm. Benimle İsveç'e gelmek istedi. Daha önce İsveç'e iltica etmişti ve pasaportu vardı. Ama Apo bırakmadı. Kesire sıradan bir insan değildi. Daha bilinçlidir o.

Kesire'nin eğitimi nedir?

Öğretmen okulu mezunuydu. Apo'ya biraz yol gösteren de Kesire'ydi. Apo'nun kendisi söylüyordu.

Ne diyordu?

"O, aristokrat bir aileden geliyordu. Biz ise köylü çocuğuyuz. Kesire, benim için, 'ben bunu parmağımda oynatırım' diye düşünüyor" diyordu. 1978'de evlenmişlerdi ve Kesire, Apo'yu parmağında oynatıyordu. Ama ben, Şam'daki konuşmalarından Kesire'nin öldürüleceğini anladım. Nitekim 1986'da PKK kongresinde Kesire yerden yere vuruldu ve tutuklandı.

Neyle suçlandı?

Tasfiyecilikle suçlandı. Yunanistan'daki kampa gönderildi. Gittiğimde gördüm, orada çok eziliyordu. Sokaktaki lümpenlerin elbiselerini ona yıkatıyorlardı. O kadar yardıma ihtiyacı vardı ki.

Kesire de sizinle aynı zamanda mı ayrıldı PKK'dan?

Anlatayım... Ankara'dan arkadaşı Nadire vardı. Hollanda sorumlusuydu. Kesire'nin durumuyla ilgili ona haber verdirdim. Kesire'yi kamptan onlar kaçırdılar ve Berlin'e getirdiler. Benimle birlikte PKK'dan ayrılan arkadaşlardı bunlar. Biz o sırada PKK Devrimci Birlik diye grup kurmuştuk. Aslında ben Kesire'nin bize katılmasını istemiyordum.

Kesire'yle aynı harekette olmayı niye istemediniz?

Kesire suçludur. PKK içinde bir sürü insanın kanına girdi. Tetiği kendisi çekmedi ama onların öldürülmelerine neden oldu. Çünkü örgüt içinde hainlik tartışmalarını başlattı. Arkadaşlarıma, "Madem bu kadını getirdiniz, bu kadınla çatışmayın. Bu kadın bize bildiklerini anlatsın" dedim.

Kesire size neler anlattı?

Kesire beni, Apo'yla ilgili olarak "Kendine çok dikkat et" diye uyardı. Apo için, "Bağlı olduğu güçleri harekete geçirir" dedi.

Kesire'nin babası MİT'çi değil miydi?

Babası için, "ne ajandır, ne de değildir" derim. Ama şu var, bu mücadelenin içinde herkes MİT'çi ve ajan ilan edildi. İşin doğrusu da bence şu. Asıl MİT'çi olanlar, kendilerine kimse dokunmadan işlerini gördüler, ellerini sallayıp gittiler

Peki, ya PKK'nın kurucularından pilot Necati? O MİT ajanı değil miydi?

Onun MİT ajanı olduğu açık. Kemal Pir, "Ben onu vurmak istiyordum, Apo engelliyordu" diyordu. Bence Kesire, başta Apo'nun gizli ilişkilerini bilmiyordu. Bir dönem sonra bunu öğrendi. Apo, Kesire'yi devre dışı bıraktı çünkü o yakınında olduğunda o ilişkileri sürdüremezdi. Kesire Yunanistan'dan kaçırıldığında, Doğu Berlin ona on günlük kalma izni verdi. Biz Sovyet Elçiliği'yle görüştük ve orada daha uzun kalmasını sağladık.

PKK'lılar böyle elçiliklerle rahatça görüşebiliyorlar mıydı?

Ben görüşüyordum... İlginçtir, Bekaa'daydım. Bana, "Sovyetler'in Lübnan elçisi seninle görüşmek istiyor" dediler. O dönemde Apo, Sovyetler'e ateş püskürüyordu. Prag'da görüştüğü Sovyet elçisi ona yüz vermemişti.

Elçilerle neler görüşülüyor peki?

Ulusal kurtuluş hareketine destek isteniyor. Öcalan, "Moskova'ya biraz gidip dinlenmek istiyorum" diyor. Elçi, "Hayır Moskova'ya gelemezsiniz. Dinlenmek isterseniz, Bulgaristan'daki dostlarımıza telefon ederiz, orada dinlenirsiniz" diyor. Öcalan Bulgaristan'a gidiyor ve ev veriliyor kendisine. Öcalan, Sovyet elçisinin beni görmek istediğini duyunca, "Vay, avukat arkadaşın burada olduğunu Sovyetler nereden biliyor?" dedi. "Git bakalım ne istiyorlar" diye de ekledi.

Sovyet elçisi sizden ne istedi?

Kimlerle ilişkimiz olduğunu sordu. "Sizin istihbaratınız bunu çok iyi biliyor" dedim ben. "Burnunuzun dibinde bir halk kaçıncı kez katliamdan geçiyor" diyerek Sovyet politikasını eleştirdim. "Haklısınız, size yardım etmek istiyoruz" dedi. Beni uğurlarken, "Sizinle irtibatı kaybetmek istemiyoruz, tekrar görüşmek istiyoruz" diye konuştu.

Tekrar görüştünüz mü peki?

Kesire'nin Doğu Berlin'de kalabilmesi için Sovyet Elçiliği'ne gittiğimde karşıma aynı diplomat çıktı. Aslında kendisi KGB'ydi. Hatta bir keresinde Doğu Berlin beni sınırdan içeri almadı. Diğer iki arkadaşımı ise aldı. Bana, "Sen çok tanınıyorsun, başımıza iş açılır" dediler. Bu durumu Sovyet diplomata ilettim, o kendi arabasıyla gelip beni diplomat kapısından Doğu Berlin'e soktu. Kulağıma eğildi, "Sizin adamınız sizin davanın adamı değil" dedi. Meğer Prag'da Öcalan'la görüşen oymuş.

İstihbarat örgütleriyle görüşmek normal midir? Bir solcu olarak istihbarat örgütleriyle görüşmeyi nasıl içinize sindiriyorsunuz?

Özgürlük mücadelesi diyorsunuz ve istihbarat örgütleriyle görüşüyorsunuz. Bu tür mücadelelerde istihbaratla görüşme zorunluluğu var. Zaten dünyanın her yerinde bu tür savaşlarda devrede olanlar istihbarat örgütleridir. Eğer Sovyet yetkilileriyle, hükümetiyle görüşmek istiyorsan bunun kanalı istihbarattır.

Olof Palme suikastıyla PKK'nın bir ilişkisi var mı?

Zannetmiyorum. Bu, uluslararası bir suikast bence. Palme'nin ulusal kurtuluş mücadelelerine yakın bir yaklaşımı vardı. Vietnam savaşında elçilerle birlikte ön safta yürüdü.,. Reagan İskandinavya'ya atom başlıklı füzeler yerleştirmek isterken, o, Stockholm'de barış konferansı topladı.

3.BÖLÜM

Birinci ve ikinci bölümlerini Pazartesi ve Salı günü verdiğimiz avukat Hüseyin Yıldırım'la konuşmamızın son kısmını dün kaldığımız yerden yayımlıyoruz.

Öcalan, siz ve karısı Kesire'nin Vejin örgütünü kurduğunuzu ve bu örgütün Olof Palme'yi öldürdüğünü söylüyor.

Güya Vejin'i ben kurmuşum ve Olof Palme'yi de ben öldürtmüşüm. Vejin örgütünü 1991'de PKK'nın kurucularından Mehmet Şener kurdu. Olof Palme ise 1986'da öldürüldü.

Hollanda'da bir kafede tarandınız. Sizi vurmaya geleni tanıyor muydunuz?

Çok iyi tanıyorum.

Aynı tetikçi Mahmut Bilgili isimli bir başkasını vurmuş, öyle mi?

Mahmut Bilgili de avukattı. 1979'da Diyarbakır'da tutuklandı. Uzun süre cezaevinde kaldı. Sonra Avrupa'ya geldi. Partiyi eleştirmiş. Apo'nun bir sürü işini bilen biriydi. Size şunu söyleyeyim... Aslında PKK'de büyük bir kesim her şeyi biliyor.

Neyi biliyor?

Avrupa'da bu katliamları, Apo'yla direkt bağlantılı iki kişinin kanalıyla yaptılar. Biri de Duran Kalkan'dı. 1986'da yerden yere vuruldu, kendisinden özeleştiri alındı. Sonra da, 'İşte size görev. Gidin kendinizi kanıtlayın. Diğer Kürt örgütlerini sindirin' dendi. Mahmut Bilgili de, o dönemde öldürüldü. Zaten PKK ortaya çıkınca kim tasfiye olmadı ki?

Başka kim tasfiye oldu?

Silahlı bütün Kürt örgütleri tasfiye oldular. Diğer Kürt örgütlerinin adamları öldürüldü. O sırada silahlı mücadeleyi savunmayan zaten tek bir örgüt vardı, o da Kemal Burkay'ın partisiydi. Diğerlerinin hepsi silahlı mücadeleyi savunuyorlardı. Öcalan, kendisini herkese silah zoruyla ve şiddetle kabul ettirdi...

PKK'nın içinde hiç yönetime muhalefet olmaz mı?

Öcalan'a eleştiri yapılamaz. Bırakın eleştiriyi... Size küçücük bir olay anlatayım. Hollanda'da bir hemşerim vardı. Oğlu, Bekaa'da benim gözümün önünde tutuklandı. Öcalan konuşurken öksürdü ve tutuklandı. Doğal bir öksürmeydi. Öcalan birden onu ayağa kaldırdı. 'Sende delilik var mı? Ailende, köyünde delilik var mı? Seni günlük uygulamaya alacağız' dedi. Konuşması bittikten sonra da çocuğu apar topar hapse attılar.

PKK'da Öcalan'a muhalefet edenler ne oldu?

Kimi kaçtı, kimi öldürüldü. Benim kurtulmam bir tesadüftür. Benim muhalefet ettiğim tarihlerde, kim ona muhalefet ettiyse öldürüldü. Zaten her öldürttüğü insan için 'benim yerime göz dikmişti, beni tasfiye edecekti' dedi. Bekaa'da bir sürü kişiyi ajan diye kurşuna dizdiler. Bekaa'yı kazın, yüzlerce ceset çıkar. Bu ajanlık suçlamalarında Doğu Perinçek'in de rolü vardır.

Sizce rolü neydi?

Perinçek, Bekaa kampına geldi, Öcalan'la sarmaş dolaş oldu. Sonra döndü, 2000'e Doğru Dergisi'nde 'Bekaa kampında ajanlar var' diye yazı yazdı. Bu yüzden kampta 12 kişi kurşuna dizilmek üzereydi ki, Mehmet Şener kurtardı. Doğu Perinçek, Yalçın Küçük, Mihri Belli, bunlar Öcalan'ı, 'yaşasın başkan' diye çok pohpohladılar. Yalçın Küçük, 'İmralı benim eserimdir' diye boşuna söylemiyor.

Böyle mi diyor?

Kaç defa ben duydum böyle dediğini.

Görüşlerinizi PKK'dan ayrılmadan önce de söylüyor muydunuz siz?

Doğru görmediğim düşüncelerini yüzlerine karşı söylüyordum. Bir gün Duran Kalkan, Ali Haydar ve Mahir Welat komitede oturuyoruz. Baktım Kemal Burkay'dan kutup ayısı diye bahsediyorlar. Ben, 'arkadaşlar, politika hakaret değil. Beş kişi Kürt sorununu biliyorsa, bunlardan biri de Kemal Burkay'dır' dedim. Tuttular, hakkımda 'avukat PKK politikasına karşıdır, yapı içinde Burkay'ın propagandasını yapıyor' diye rapor yazdırdılar. Ama Apo, o dönemde beni karşısına almak istemiyordu. Çünkü ben lazımdım ona.

Peki siz, hangi konularda Öcalan'a muhalefet ettiniz?

Şunu söyleyeyim. Ben bir dönem PKK'lileri savundum, onlara bağlandım. Çünkü gerçekleri konuştular. Kürdistan'ın bağımsızlığını savundular. Sömürgeciliği eleştirdiler. Kemalizm'i eleştirdiler. Ama sonra, kanlı pratikleri nedeniyle Öcalan'a muhalefet ettim. Bakın... Mehmet Şener, Suriye istihbaratıyla ortak öldürüldü. Mehmet Şener'le ölmeden bir buçuk saat önce konuştum ben.

Mehmet Şener kim?

PKK'nin kurucularındandı. Merkez komitesi üyesiydi. Örgüt içinde çok büyük desteği vardı. Dahası Dersim kesimi, tümüyle Mehmet'i destekliyordu. Suriye istihbaratı onunla iki kez görüşüyor. 'Biz sana, destek olalım' teklifinde bulunuyorlar. Mehmet, 'ben misafirim burada, ülkeme döneceğim' diyor. Muhaberat, Mehmet Şener'in Suriye'ye karşı olduğunu anlıyor. Zaten Mehmet, Apo'nun Suriye'yle ilişkilerine de karşıydı ve Suriye Kürtlerini ona karşı örgütlemişti. O dönemde Suriye'de yaşayan Öcalan, 'Suriye'de Kürt toprağı yoktur. Buradaki Kürtler göçmendir' diyordu. Mehmet'i Suriye'de Kamışlı'da çok kalleşçe öldürdüler. Öcalan'a dönersek...

Öcalan'ın İmralı sürecine dönelim...

Öcalan'ın İmralı sürecine baktığımızda şu var. Derin devlete teslim oldu Öcalan. Zaten Öcalan'ı sorgulayan da askerdir. Öcalan'ı sorgulayan MİT ya da polis değildir.

Bu ne değiştirir?

Kandil, Apo yakalandığında, ilk açıklamasında, 'başkanımız esirdir, söyledikleri ne kendisini ne de bizi bağlar' demişti.

Kandil'in görüşü sonra değişti mi?

Evet. Sonra durum birden değişti, Kandil, 'Apo başkanımızdır' deyip, onun dediklerini yaptı. Kandil'deki insanlar niye birden değiştiler, onu çözmek lazım. Mesela Sabri Ok ve Duran Kalkan için, İmralı'da gizli görüşmeler yaptıkları söyleniyor. Bir de... Öcalan'ın avukatı Mahmut Şakar, kameraları, teypleri kapattırıyor...

Anlamadım...

Avukatı Mahmut Şakar, PKK'nin kongresine katılıyor, kameraları, teypleri kapattırıyor... 'Ben Başkan'ın vekili olarak geldim. Bu kongreden savaş kararı çıkacak' diyor. Ve PKK, o kongrede birden savaş kararı alıyor.

Hangi kongre bu?

2004'teki kongrede savaş kararı alındı. Peki bu savaş kararını kim aldırdı? Ben o kongrede bulunanlarla konuştum, kimse savaş taraftarı değilmiş. Bakın... Öcalan teslim olduktan sonra PKK'de bir dağılma süreci başladı. O dağılma sürecini durdurmak için Asrın Avukat Bürosu diye Genelkurmay onaylı yüzden fazla avukatlı bir yapı tesis ettiler. Öcalan'ı ve PKK'yi bu avukatlar yönetiyor.

Öcalan, 'Ergenekon, bizim de içimize sızmıştı' demişti bir keresinde. Ne demek istiyordu?

O, Selim Çürükkaya'yı, Şemdin Sakık'ı falan söylemek istiyor. Aslında kendi suçlarını başkasına yükleme, kendini kamufle etme çabasıdır bu. Mahir Sayın'ın yazdığı 'Erkeği Öldürmek' kitabında Öcalan'ın kendisi söylüyor. 'MİT bana iki sene boyunca para ve silah verdi' diyor. Ayrıca Cem Ersever de, 'Biz Lübnan'a onu öldürmeye gitmiştik, yanına da bir bayan sokmuştuk. Ondan istihbaratı aldık ve ona sen ayrıl oradan dedik. Yola çıktık. Ankara'dan bize geri dönün diye emir geldi' diyor. Ayrıca MİT'in bir raporu da basına sızdı. 'Kürtler, Öcalan'ı öldürmek istiyor. Onu koruyalım. Öcalan ölürse, Kürtler birleşir' deniyor bu raporda.

Sizce Öcalan, PKK'ya hâkim mi?

Hâkim. Öcalan PKK'ye hâkim. Ama derin devlet de Öcalan'a hakim. Öcalan, hayatını kurtarmak için İmralı'da derin devletle anlaştı. Eline bir program verdiler, onu uyguluyor. Zaten kendisi de itiraf etti.

Ne dedi?

'Güçleri sınır dışına çekerken, bana, 500 PKK'liyi içeride bırak dediler. Ben de bıraktım' dedi. 500 PKK'li gerekirse çatışma olsun diye içeride bırakıldı. Çünkü derin devlete çatışma ortamı gerekiyor. Bütün bu eylemlerin, bir şeyleri engelleme amacı var. Bu eylemleri, yaptıran da Öcalan'dan başkası değil. Kandil'in Ergenekon'la ne kadar ilişkisi var diye sorarsanız, elimi vicdanıma koyarsam, bir şey diyemem.

Ama Öcalan, Reşadiye baskınıyla ilgili, "niye oldu hiç anlamadım" diye tepki gösterdi. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Öcalan, İmralı'dan, 'PKK savaşabiliyorsa savaşsın' diyor. Bu ne demektir? Bu bir savaş talimatıdır. O zaman onlar, gider Reşadiye baskınını da yapar. Ama Murat Karayılan'ın söylemleri çok farklı. O, Reşadiye için iki defa açıklama yaptı. 'Merkezi bir kararımız değil, niye yaptılar hâlâ araştırıyoruz' dedi. Karayılan rahatsız. Başkanlıktan çekilip, yerini Cemil Bayık'a bırakmak istedi ama onu bırakmadılar.

PKK'nın bugünkü hedefi ne?

Silahlı mücadelenin sorunu halletmeyeceğini söylüyorlar. Silahların susması için istedikleri şey, bir Apo'nun özgürlüğü, iki eşit vatandaşlık. Bir de dağdan iniş. Eğer devlet bunları da kabul etmiyorsa, silahlar hiçbir zaman susmaz. O zaman Türkiye çok daha ağır şeyler beklemelidir. Ben, herkesten daha çok çözüm istiyorum. Çünkü her gün bir katliam tehlikesi görüyorum.

Sizce Öcalan'ın affını topluma kabul ettirmek kolay mı?

Yüzyıllık bir sorun bir kişiye bağlanmamalı. Öcalan ha hapiste olmuş ha dışarıda ne fark ediyor ki. Bakın hapisteyken de gerekli talimatları veriyor.

Öcalan'ın hedefi ne sizce?

Bütün amacı kendisini kurtarmak. Yaşamı karşılığında, kendisine dayatılan şeyleri yapıyor. Eğer İmralı'da kendisine 'şunu yap, bunu yap' denmese, dışarıda iki asker öldürüldüğü zaman Öcalan'ın ödü kopar. Ama şimdi kendisine çatışma dayatılıyor. Öcalan artık derin devletin denetimindedir ve onun dediğini yapıyor. Son dönemde Mustafa Kemal'i, Kemalizm'i Kürt halkına sevdirmeye gayret ediyor. Geçmiş Kürdistan ayaklanmalarını da gerici isyan olarak niteledi. Derin devletin istediği şey değil mi bu? Ama şunu da belirteyim...

Evet...

Öcalan'ın derin devletle ilişkisi İmralı sürecinden önce miydi, ben o konuda bir şey söyleyemem. Çünkü elimde bir kanıt yok. Ama İmralı sürecinden sonra Öcalan, derin devlete teslim olduğu, onun her dediğine evet dedi. Bu açık. Bunu görmemek için kör olmak lazım.

BDP'nin politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bugüne kadarki politikalarında bir tutarlılık yok. BDP'nin bazı haklı talepleri var ama, bu taleplerinin kabul görmemesi, BDP'nin izlediği politikayı haklı çıkaramaz. Anayasa paketine boykot etmesi hiç doğru değil. Anayasa değişikliği, Kürtlerin de Türklerin de lehine olan bir demokratik değişim. Bunu nasıl boykot edersin? Üstelik bu değişiklik geçerse, anayasanın tümünün değişmesinin önündeki yollar da açılır. Hem bugün hangi güç anayasayı tümden değiştirebilir ki? AK Parti bir değişim süreci başlattı. Sen ne diye AK Parti'ye savaş açıyorsun ki? BDP hatalarını görmezse çok şey kaybeder.

Ne kaybeder?

Aslında BDP içinde de insanlar rahat değiller. Sivil kuruluşlar, barolar falan isyan etmek üzereler. Öcalan'a ve Kandil'e, 'Sen bizim adımıza konuşamazsın' diye bildiri yayınlıyorlar. Aslında AK Parti'nin de büyük hataları oldu. Barajı düşürmüyor, onlarla görüşmüyor. Başbakan Erdoğan'ın tutumu günü gününe de uymuyor. Bazen insancıl yönü çok ağır basıyor. Bazen çok duyarsız bir pozisyona giriyor. Mesela gerillaların cesetlerine yapılan insanlık dışı uygulama. İslam'da bunun yeri yoktur. Ceza Kanunu'nda da ölüye hakaret, cesede eziyet suçtur. Erdoğan eğer kamuoyu önünde bunu kınamıyorsa, çözüme gidemez, çözümün adamı olamaz.

Kürt sorunu sizce nasıl çözülür?

Gerçek kalıcı çözüm federasyondur. Ama PKK bunu ağzına almıyor. Oysa Kürt halkının kendi devletini kurma hakkı var. PKK, silahlı mücadeleyle bir yere varılamayacağını söylüyor. O zaman neden silahlı eylem yapıyorlar? Reşadiye gibi eylemlerin sonu yok. Ayrıca PKK son dönemde sanki eski vurdulu kırdılı dönemin ağzıyla konuşuyor. Bu tehditkâr üslup yanlış. Derin devleti görmek lazım. O, kaos ortamı devam etsin, silahlı mücadele sürsün istiyor. Hedefinde de AK Parti var. AK Parti'yi düşürmek için kaos ortamı gerekiyor. Buna alet olan kim? Öcalan emir veriyor, Kandil alet oluyor.

Ne öneriyorsunuz?

Kandil, benim halkımın çocukları. Onların bir an önce huzura kavuşmalarını istiyorum ben. Bir defa önce iki taraf da silahı susturmalı. Silah konuştuğu müddetçe çözüm olmaz.

PKK demokrasi içinde bir çözümü kabul eder mi?

Zaten onu söylüyorlar. Demokratik Türkiye için eşit vatandaşlık istiyorlar. Onun dışında başka bir şey istemiyorlar.

Peki Kürt halkı nasıl bir çözüm istiyor?

Kürt halkı adına konuşamam. Ama şu var. Herkesin kalbinde bağımsız Kürdistan yatar ama kalbimde yatıyor demekle sorun çözülmüyor. Kürdistan'da bir anket yapın yüzde 90, 'biz ayrılmayız' diyecektir. Bana göre en mantıklı çözüm federasyondur. Ama bugün, federasyonun gerisinde bir çözüm getirilirse, ben buna da karşı değilim.

Niye karşı değilsiniz?

Çünkü bu ülkede önce kaos ortamının bitmesi şart. Ergenekon tasfiye edilmeden de bu topraklarda kaos ortamı bitirilemez. Türklerle Kürtleri karşı karşıya getirmek, çatıştırmak isteyen Ergenekon'dur. Derin devlet, silahların patlamasını istiyor. Ne diyeyim... Ergenekon, Öcalan'ı esir almış. Öcalan da Kandil'i esir almış. Dağdaki insan da zor durumda. Talimatını yerine getirmemek, Öcalan'ı reddetmektir. Dağdaki insan ise Öcalan'ı bir ilişki kanalı olarak, çözüm üretebilecek yer olarak görüyor.

PKK neden Genelkurmay'ı savunan bir çizgi benimsedi son zamanlarda?

Daha ilginci var. 'PKK, AK Parti bizimle ordunun arasını bozuyor' diye bir bildiri bile yayınladı. Mustafa Karasu'nun Heron olayıyla ilgili son yazısı da böyle. Başbakan ve Genelkurmay kesin bir açıklama yapmazken, sen niye kendini ortaya çıkıyorsun ki? Üstelik MİT'in raporu var, dava açılmış, dosya sürüncemede bırakılmış. Zarar görenler PKK'li mi, korucu mu, PKK kılığına giren asker mi, belli değil. Başbakan, Genelkurmay açıklama yapmazken, sen niye telaşla kendini ortaya atıyorsun? Bekle bakalım.

PKK, Kürt halkına bütün gerçekleri anlatıyor mu?

Hayır anlatmıyor.

Hayatınız tehlikede mi?

Her an tehlikede. Hiç umurumda değil. Onlarca defa ölümden döndüm ve hiç ölümden korkmadım. İnandığım şeyleri dile getiremiyorsam, niye yaşayayım ki! Ben inandığım şeyden ölüm korkusuyla dönmem.

Neden benimle konuşmak istediniz?

Ben size güveniyorum. Taraf'a güveniyorum. Neşe Hanım, yetmiş üç yaşındayım. Ben bu yaşıma kadar hiç iyi bir şey yaşamadım. Umutlarım oldu ama sevindiğim bir gün hiç olmadı. Çok umutlarım söndü, çok arkadaşımı yitirdim, çok haksızlığa uğradım. Bugüne dek çok acı ve üzüntü çektim. Ne kadar yaşarım bilmiyorum. Size anlatmak istedim.

BİTTİ

neseduzel@gmail.com

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"