Mısır’da, 3 Temmuz Askerî Darbesi’nden bu yana, bu darbeye kararlılıkla yüzbinler ve milyonlar halinde karşı çıkan ve rey ve iradelerini ibtal etmek isteyenlere, insanlık şeref ve haysiyetini korumak azmine uygun bir şekilde 1,5 aydır direnen göstericiler, darbeci güçlerin, zorbaların 14 Ağustos sabahı polis ve asker gibi resmî güçler aracılığıyla gerçekleştirdikleri katliâm ile, güçlerini değil çaresizliklerini ve korkularını daha bir gösterdiler.
Her taraf kan gölü.. Her taraf, cesedlerle, yüzlerce binlerce yarılalarla dolu..
Resmî makamları bir darbe ile ele geçirmiş olan zorba yönetimin şeflerince yapılan açıklamalarda, aralarında birkaç polisin de bulunduğu 95 kişinin hayatını kaybettiği iddia ediliyor. Ama, hastanelerden yapılan açıklamalar ölenlerin sayısını yüzlerle ve hattâ binlerce ifade ediyor. İkhwan-ul’Muslimîyn’in verdiği rakamlar, 2 bin 500’den fazla insanın katledildiği yönünde.. Ülkenin başka yerlerinden gelen haberler de durumun giderek korkunç bir kaosa dönüşmekte olduğunu, ölümlerin daha bir artmakta olduğunu gösteriyor.
İkhwan’ın önde gelen isimlerinden Hayrât Şatır‘ın kızı ve damadıyla, Muhammed Baltacı’nın 17 yaşındaki kızının da kurbanlar arasında olduğu bildiriliyor.
Bu kadar büyük bir katliâma rağmen, darbeci güçlerin adına yapılan resmî açıklamalarda ise, güvenlik güçlerinin gerçek mermiler kullanmayıp, plastik mermiler kullandığı iddia ediliyor ki, inanılacak gibi değil.. Resmî makamlar adına açıklama yapan darbeciler, ölümlerin, göstericiler tarafından açılan ateş sonucunda meydana geldiğini ileri sürüyor. Halbuki, büyük çapta İkhwan kontrolünde olan göstericilerin, son 1,5 aydır sergiledikleri protesto gösterilerinde şiddetten kesin bir kararlılıkla kaçındıkları bütün dünyaca biliniyor. Bu da gösteriyor ki, bu katliâmın aslî faili, bizzat General Sisî ile, ona destek veren Ezher Şeyhi Ahmed et-Tayyîb ve de laik, nâsırist, arab kavmiyetçisi, liberal, solcu vs. kesimlerdir.
*
Savaş alanına dönmüş olan Rabia-t-ul’Adeviye Meydanı’nın bir kenarında duran bir pankart, durumu anlatmaya yetiyor. ‘El’Sisî, Beşşar-ı Mısr..’ (Sisî, Mısır Beşşarı..) yazısı görülüyor. Yanıbaşında ise, üst tarafında kocaman harflerle ‘Na’âm eş’Şeria.. (Şeriata Evet.!)’ yazısı bulunan bir Muhammed Mursî posteri..
General A. Fetttah Sisî, ve etrafındaki kendi onun ve ordu şeflerinin elinden Devlet Başkanlığı makamına oturtulan Adlî Mansûr ve onun etrafında dizilen Dev. Başk. Yard. ve de Başbakan olarak yer alan M. el’Baradeî ve Hâzım el’Biblavî gibi isimler ve Ezher Şeyhi Ahmed et’Tayyîb gibi zorbalar kapıkulu ulemâsı tipli kişiler, efendilerinin yanında, kanlı ellerini nasıl gizleyeceklerinin şaşkınlığı içindeler.
(Ki, bu satırlar yazılırken, M.Baradeî’nin, ‘doğruluğunu kabul etmediği kararların sorumluluğunu üstlenemiyeceği’ gerekçesiyle, Devlet Başkanlığı Yardımcılığı’ndan istifa ettiği açıklandı. Bu da, ortaya çıkan durumun ne kadar buhranlı ve karmaşık olduğunu ve katliâmın boyutlarının derinliğini gösteriyor. Çünkü, daha önce, aynı Baradeî, bir sabah namazında katledilen 90 kadar müslümanla, iki hafta önce önce, Adeviye Meydanı’nda katledilen 210 insan karşısında sesini çıkarmamıştı. Şimdi ise, korkuya kapılmış olmalı kı, sorumluluktan söz ediyor.. Baradeî’nin Mursî ve İkhwan yönetiminin devrilmesi için, empereyalist odaklarla aylarca temasta olduğunu, onları ikna etmek için çok çaba harcadığını itiraf etmesinin üzerinden henüz bir ay yeni geçiyor. O, Mursî’nin diktatörlüğünden söz ediyor, bir kısım eski inqılabçılar da, onun ağzıyla Mursî’ye diktatör ve fir’avun yakıştırmasında bulunuyorlardı..
Hatırlayalım ki, yönetimde sadece bir yıl kalan ve ilk bir-iki ay sonrasında, mâlum çevrelerin gösterileriyle, ağır suçlamalarıyla karşı çalışamaz hale getirilen M. Mursî’nin zamanında, kendisine muhalif bütün gazete ve tv. kanallarına hiçbir engelleme getirilmemişken, darbeci yönetim, işbaşına gelir gelmez, Mursî tarafdarı sayılabilecek bütün gazete ve televizyonları kapattı ve darbe alkışçısı gazeteler ise, hergün, İkhwan’ı ve darbe karşıtlarını karalamakla ağır iftiralar yayınlamakla meşguller. Ama, Mısır halkının büyük bir kısmı, iletişim imkânlarının böylesine koparılmasına rağmen yanıltılamadı ve onlar, ısrarla kendi haklarını, kendi rey ve iradelerini savundular ve istemedikleri, kendilerine dayatılan yönetici kadrolara tekrar evet demiyeceklerini göstermek uğrunda, beklenmiyen bir direnç gösterdiler. Ve şimdi asker, kendisini kenara çekip, suçu polisin üzerine atmaya çalışıyor, polis ise, ya göstericileri suçluyor; ya da, ayak takımı olarak bilinen ve ‘baltacı’ denilen zorba gürühu.. Gerçekte ise, bu cinayetleri hep birlikte işlediler ve hepsi birbirinin yardımcısı idi.)
*
Devlet kutsamacılığına düşmeden,‘taraf’ını belli etmek..
Qasas Sûresi’nde, sadece Fir’avun’un değil, onun düzeninin ayakta durması için temel yardımcı kurumlar olan yönetici sınıfları anlatmak için kullanıldığı anlaşılan Hâmân ve askerleri’nin de haksız ve suçlu taraf olarak birlikte zikredilmesinden alınması gereken dersler önemli.. Bu, aynı zamanda, zulüm mekanizmasının işleyiş tarzını da izah ediyor.
Hâmân’la, Fir’avun düzenini ayakta tutan yönetici sınıfların, bürokrasinin anlaşılması gerektiğini söyleyen müfessirler de olmuştur. Ve askerler ise.. Sadece, bugünkü gibi, asker üniforması giymiş kimseler değil, bir düzenin veya idealin, bir sistemin ayakta kalması için, gerektiğinde ölmeyi göze almış; sadece üniformalarıyla asker değil, duygu ve düşünceleriyle de şartlandırılmış herkes..
Asker olmasa, yönetici sınıflar ve bu ikisi olmadığı zaman da, Fir’avun, tek başına ne yapabilirdi, esasen? Bugün de, Mısır’da halkın rey ve iradesini haksız olarak geçersiz sayıp, halkın tepesine çökmek zorbalığını kendilerine bir hakk olarak görenlerin, sadece General Sisî ve etrafındaki birkaç gücetapar zorba bozuntusu olmayıp, bu zulüm düzenine destek veren herkese bir sorumluluk yüklediği unutulmamalıdır.
*
Şimdi, durum o kadar karmaşık ki, darbeciler, bütün ülkede bir ay süreyle, ‘olağanüstü hal’ ilan edilmiş ve gece sokağa çıkma yasağı getirilmiş bulunuyor.
Ancak, ortaya çıkan bir başka anlayışa da değinmek gerekiyor..
14 Ağustos sabahı, T:C.’nin Mısır büyükelçisi, olup bitenleri izah etmeye çalışırken, tipik bir devletçi anlayışla konuşuyor ve darbecileri devlet olarak kabul ederek; ‘devlet’le halkın arasının daha fazla açılmaması, kutublaşmanın daha fazla derinleşmemesi için, tarafları sukûnete çağırıyordu.
Yani, T.C. büyükelçisinin görüşüne göre, bir Devlet tarafı vardı, bir de Devlet’e karşı çıkan halk tarafı!!
Ve o da, bu ‘taraf’ların itidalli hareket etmelerini istiyordu.. Yani, zımnen zorbalığa, darbeciliğe teslim olmalarını.. (14 Ağustos akşamı, Prof. Nevzat Yalçıntaş ise, TRT-Türk’de sahneye çıkıyor ve 90 milyonluk Mısır’ın nüfusunun yüzde 10 kadarının hristiyan olduğunu belirttikten sonra, hiç yeri değilken, sözü M. Kemal’e getiriyor ve ‘rahmetli Atatürk’ün(ün) nasıl bir dehâ sahibi olduğunu’ vurguluyor; Cumhuriyet rejimi kurulurken, hristiyan unsurların ülkeden çıkarılmasını alkışlıyor ve ‘eğer öyle olmasaydı, bugün 10 milyondan fazla hristiyan unsuru olacaktı, bünyemizde..’ diyordu; halkımıza en büyük baskı ve zulmü sanki laik-kemalistler değil de başkaları yapmış gibi..)
Benzer mantığı emperyalist güç odaklarının açıklamalarında da görmek mümkündü.. Nitekim, Avrupa Birliği de, gelişmeleri kaygı ile izlediğini belirtiyor ve taraflara itidal tavsiye ediyordu.. Benzer bir açıklama da, bu askerî darbeye darbe dememek için her yolu deneyen Amerikan emperyalizminden geliyor ve ‘kendilerinin bu krizde taraf olmadıklarını, sadece çözüm yolunu kolaylaştırıcı çabalar sergileyebileceklerini’ söylüyordu.
*
Arab dünyasından da hiç ses yükselmiyordu, Mısır’da sergilenen bu korkunç cinayetler ve kanlı sahneler dolasıyiyle.. Herhalde, Muhammed Mursî’nin başarısız olması için her entrikayı tezgahlayan ve amma, askerî darbe olunca, darbecilerin emrine derhal 12 milyar dolar gönderen Suûdî, Birleşik Arab Emirliği ve Kuveyt gibi, nefeslerini, kalb ve beyinlerini emperyalist odaklara göre ayarlayan rejimler şimdi General Sisî’yi ve onun cinayet ortaklarını suçlayacak değillerdi. Bütün bu saltanat ve zorbalık rejimleri, uyanan müslüman halkların ülkelerinin yönetimi ele almaları karşısında, kendilerinin âqıbetlerinin de ne olacağının korkusu düşmtüklerinden dolayı, bütkün bu olup Mısır’da olup bitenlerden sevinçli bir telaş içinde ellerini oğuşturmaları
Kendileri inqılab yaptıklarında, on yıllar boyu ve hele de ilk 5 yıl boyunca ne büyük zorluklarla karşılaştıklarını unutup, Mursî’nin ve bu vesileyle İkhwan-ul’Muslimîyn’in ilk 1 yıl içinde sergilediklerini iddia ettikleri yönetim zaaflarını ikide bir tekrarlayıp, tıpkı Beşşar Esed gibi, ‘İkhwan kafası’ deyimini, bir olumsuzluk sembolü olarak yaygınlaştırmaya ve dillere ve zihinlere yerleştirmeye ve böylece, âdetâ darbecileri mâzur göstermeye çalışanların mantığı karşısında ise, insan hayret etmekten kendisini alamıyor. Halbuki, İkhwan-ul’Muslimîyn (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı mensublarının, elbette bir çok yanlış veya hataları olsa bile, şiî olmayan müslüman toplumlardaki en etkili ve toplumlarının en kaliteli, en saf müslüman kesimleri oluşturduklarını o eski inqılabçılar da biliyorlardı, mutlaka.. Ama, General Sisî’nin darbe yapması üzerine, hemen, ‘Siyasal İslam iflas etti..’ diye, zil takıp oynayacakmış gibi sevinç gösterileri yapan Beşşar Esed’le birlikte olabilmek için; Mursî’yi, yanına Tayyîb ve Gannuşî’yi de ekleyerek, ‘İkhwan kafası’ diye tahkire yeltenenlerin nasıl bir inqılabçı çizgiye düştüklerini anlamakta zorlanıyor insan..
*
Emperyalist odaklardan insaf ve anlayış beklemek zavallılığı
Bir diğer nokta ise, hemen çoğumuzun, Mısır’da işlenen bu korkunç cinayetler karşısında, dikkatlerimizi hemen Amerika veya Avrupa’ya çevirip, onların ilgisiz durmalarından veya gizli bir destekçi gibi tavır takınmalarından dolayı rahatsız oluşumuz..
Evet, bu da temel bir zaafımız.. Eğer hedefimiz, onların sadece riyakârlıklarını /ikiyüzlülüklerini, menfaatperestliklerini anlatmak ise..
Tamam..
Ama, onlardan iz’an, insaf ve merhamet beklercesine bir ilgi beklentisine girmek ve bunu göremeyince, hayal kırıklığı içinde, kızgın beyanlarda bulunuşumuz da büyük zaaflarımızdan..
Yahu, 35 sene öncelerde, İran Şahı, onbinleri katlederken, bu emperyalist dünya, katledilen o onbinlerce müslüman için yas tutuyor ve Şah’ı suçluyorlar mıydı?
Aynı şekilde, İran müslümanlarının gerçekleştirdiği büyük inqılabdan sonra, aynı emperyalist dünya, Saddam’ı ve Irak Baas rejimini henüz toparlanmaya fırsat bile bulamamış bir İran üzerine saldırttığı zaman, her iki taraftan en azından 1 milyona yakın insanın eridiği 8 yıllık savaş boyunca da, stratejik ve maddî menfaatlerini ve de müslüman coğrafyasının kalbine 1948’lerde sapladıkları İsrail isimli hançerlerinin varlığını sürdürmekten başka bir şey mi gözetiyorlardı?
Ve şimdi de, Suriye halkını 2,5 senedir bombardıman ve bütün şehirlerini viran, milyonlarca insanını perişan ve yüzbinden fazla insanı da katleden Suriye’nin Baasçı Esed Hanedanı diktatörlüğü karşısında da, aynı emperyalist güçler, sadece ve sadece İslamcı güçlerin güç kazanmamasının hesabını yapmıyor mu?
Emperyalist güçler, yerli uşakları ve kuklaları aracılığıyla, müslüman halkı ezmek için, yüzlerindeki insanî maskeyi çıkarmadan, arada bir, ‘Ah-vahh, yazık oluyor..’ gibi beyanlarla kendilerini kamufle ederek, Mısır’da da, beyinlerini ve kalblerini, duygu ve düşüncelerini kendilerine ayarlamış veya uşaklığı kabullenmiş olanların zorbalık ve tahakkümlerinin sürmesi için, her cinayete göz yumacaklardır. Onların hesabı, müslümanların, yönetim mekanizmalarının başında bulunmamasıdır, bunun için her yerde devamlı entrikalar peşindedirler. Bunu Mısır’da gördük de, Türkiye’de en basit bir konudan, bir habbeden nasıl bir kubbe yapılmak istendiğini görmedik mi? Tunus’da da benzer oyunlar tezgahlanmak istenmiyor mu? Geçmişte, Cezayir’de İslamcı diktatörlük ihtimali iddiasıyla, demokrasiyi kurtarmak için, nasıl kanlı bir demokratik diktatörlüğün tesis edilişi üzerinden henüz 20 yıl geçmekte.. Aynı şekilde, Suriye’de üç seneye yakın zamandır akıtılan kanların durmamasının asıl sebebinin, İslamî yönetim düşüncesine sahib kadroların işbaşı yapmaması olduğu ap-açık ortada değil mi ve bunun için, birbirine zıd unsurların bile, Beşşar Esed rejiminin müşterek koruması için, her türlü entrika, hâlâ da sürdürülmüyor mu? Hattâ, bazı müslüman tipler bile, yazılarında, yazık ki, ‘Bizim için, laiklik daha iyidir, Mursî ve Tayyîb, Amerika ve İsrail’den daha tehlikelidir..’ diye yazmadılar mı?
Bütün bunlara rağmen.. Kervanımız tarihteki yolculuğuna, düşe-kalka da olsa, yürüyor.. Üzerlerinde onyıllar boyu bulunan meskeneti atan Mısır müslümanları,, zorbaların, zâlimlerin, emperyalist kuklalarının kurşunlarıyla vurulup, ‘Allah’u Ekber!’ diye toprağa düşerken, hayatta iken yapamadıkları çapta, toplumlarında, şimdi, daha bir zafer kazanıyorlar. Daha da kesin konuşup, ‘Mısır’da müslümanlar kazanacak..’ demiyor, ‘kazandılar..’ diyoruz. Çünkü, o mazlumiyet feryadları ve kanları, onların inançlarının toplumun derinliklerine daha bir kök salmasına vesile olacaktır, Allah’ın izniyle.. Ve, bu tökezlemeler, yarınlarda aynı hataları yapmamak için bir ders de olacaktır, hepimize..
Yeise kapılmak, müslümana yakışmaz. Belki, korkan ve korktukça daha fazla öldüren ve öldürdükçe daha fazla korkan ise; zorbalar, darbeciler, emperyalist güç odaklarının kuklalarına yaraşır..
Ve, Fir’avun ve Hz. Mûsâ’nın mücadelesinin geçtiği topraklarda da, yeni fir’avunlara karşı yeni Mûsâ’ların çıkması, sünnetullah’ın da gereğidir.