Bu makale, Birikim dergisinin 111-112. (Temmuz-Ağustos 98) sayısında dosyalaştırdığı ve pek çok yazarın fikirlerine başvurulan “Yerlilik, Gerçek ya da Maske” başlıklı tartışmayı değerlendirmek üzere Haksöz dergisinin 90. sayısında (Eylül 98) kaleme alınmıştır.
"Yerliliği bir mitos olarak, milliyetçi zihniyetin allı pullu bir yansıması olarak mahkum etmeli mi, böyle bir kaygıdan sıyrılmalı mı? Yoksa, belki "yerlici" ağızların söyleye geldiğinden farklı da olsa, içinde sahicilik, hayatiyet, sıcaklık barındıran bir toplumsallık rabıtası olarak yerlilikte kayıtsız kalınamayacak bir hakikat saklı mıdır?" (Birikim dergisi, 111-112, S.31)
Hem sağdan, hem de soldan "sol yerli değildir" ya da "sol yerli olamaz" şeklindeki eleştirilere karşı tartışma başlatan bu soru, Birikim çevresinin kaygılarını dosyalaştırıp geçen ayki sayıda önümüze koyuyor. Lakin, Birikim geçen ay hazırladığı "Yerlilik*, Gerçek ya da Maske?" başlıklı bu dosyada, konuyu bir iç eleştiri zemininden çok, sağa cevap yetiştirme ya da aslında gerçek "yerlilik"i kimin temsil ettiği platformuna çekiyor. Yukarıda sorulan sorunun içinde tırnak içerisinde kullanılan "yerlici" kavramı da, daha en başta niyetleri açığa çıkarıyor: Bir gerçek "yerli”ler, bir de yerli olduğunu zan ve iddia eden "yerlici" takımı ayırımından hareketle tartışmanın hangi düzlemde seyredeceğini bilinçli olarak açık ediyor.
Konuyu sol açısından bir sorunsal haline getiren mihenk taşları; "evden kaçmış olmak", "ayaklarını bu topraklara basmamak", "memleketten kopmuş olmak" ve daha da ileri gidilerek yapılan "dış yönlendirmeli", "dış mihraklı" gibi sağ ithamların tam da merkezinde yer alıyor. Durum böyle olunca, önce "böyle olunmadığı”na dair yapılan savunular, ardından solun ne kadar da "yerli" olduğuna dair getirilen argümanlar, ve "esas yerli biziz ama anlaşılamadık" şeklindeki yakınmalar, bir dizi savunma mekanizması olarak dile getiriliyor.
Dosya, harareti ve malzemesi bol paragraflar içinde yaptığınız yolculukta, size pek çok soru sorma imkanı veriyor. Her ne kadar bu sorduğunuz soruların cevaplarını, satırlarında dolaştığınız yazarlardan almanız mümkün olmasa da, işin can alıcı noktasını da aslında bu hakikat oluşturuyor:
"Yerlilik temel bir sorunsal mı?"
Hatta sağ ve solun konuya olan ilgilerini aynı sepete koyduğumuzda "sorunsal" yerine "kutsal" kavramını da kullanabilmek caiz bir hal alıyor. Yani, yerli olmak ya da olunamadıysa olmaya çalışmak adeta kutsal olana yapılan bir yolculuğu ifade ediyor. "Siz bu kutsalı kavrayamadınız!” ya da “Bu kutsala ihanet ettiniz!" eleştirileri hemen karşı cevaba ve protestoya muhatap oluyor: "Hayır, biz bu kutsalı farklı yorumluyoruz. İçtihadımız sizinkinden farklı ve/hatta daha ehven."
Durum böyle olunca, daha alt başlıklar halinde "kimin moderniteye daha fazla saplandığı ya da kimin kendini arındırabildiği; kimin daha özgür, kimin daha "ev"li, ya da "bu memleketli"; kimin batıya rağmen daha batılı, batıcı, ya da "batısız" olduğu; evrensellikten ödün vermeden buralı olmak ya da globalizmin gerçeklerini yadsımadan yerliliği koruyabilmek vb. tartışmaları, kimse ringe havlu atmadan, ama nerede biteceği de muğlaklık içeren bir tarzda devam edeceğe benziyor.
Solun derdi -konunun siyasi ve sosyolojik malzemesini tarih ve kültür oluşturduğundan- Ahmet İnsel'in deyimiyle "Yerlilik talebinin çoğunlukla ulusalcı ideolojinin yerel tezahürü olarak" işlev görmesi. "Milli"liğin albenisine kanmadan, sağın motiflerine saplanmadan, mevcut yerlilik anlayışı ve onun fütursuz saldırıları bertaraf edilmeden, nasıl yerli olunacak?
Takdir edersiniz ki bu soruların cevabı bu satırlardan çıkmaz. Peki ama sağcı-muhafazakar ve sol kesimlerin bu derece dert edindikleri bu konuda bizi ilgilendiren yön ne?
"Din" Yerliliğin Malzemesi midir?
Aslında her iki kesimin yaptıkları vurgularda, bizi de yakından ilgilendiren ipuçları yakalamak mümkün. Mesela solun sorduğu sorular, 80'li yılların sonuna doğru tevhidi anlayışı temsil iddiasıyla yola çıkan kesimlerin sorularıyla yakından örtüşmekte: "Buralı olamamak", "ayaklarını bu topraklara basmamak", ardından "yerellik", "bu ülke, bu coğrafya için bir şeyler yapabilmek" gibi. Ya da sağın sola yaptığı ithamların benzerlerinin, ayaklarını yeniden ve yavaş yavaş bu topraklara basanlar tarafından tevhidi bilinci kesintisizleştirmek isteyenlere yapılması gibi.
Konu bu coğrafya, bu ülke, bu milletin tarihi-kültürü-değerleri olunca, ister istemez tüm kesimler bir şekilde meseleye muhatap olmak zorunda kalıyor. Ama dikkatimizi çekmesi gereken husus, "yerlilik"in en önemli malzemesinin bizatihi din, yani İslam olduğu. "Hangi İslam" tartışmasına geçmeden evvel, konu İslam olduğunda sağ ve sol kesimlerin bu konuda oldukça rahat ve kendilerinden emin olduklarını söylemekte fayda var. Sol, yerliliği tanımlarken, onun temel harcı olduğunu kabul ettiği İslam'ı zihnindeki tasarıları sorgulamaya tabi tutmadan, belli bir çerçeveye oturturken; aynı şekilde sağ da tarihten devraldığı İslam anlayışını kriter kabul ederek solun ne derecede yanlışlar içerisinde olduğunu bir çırpıda tespit ediveriyor. Yani her bir konuyu entelektüel ahlak gereği sorgulamayı etik bir mesele haline getirdiğini iddia eden sol, konu İslam olunca "Maraşlara, Sivaslara bak, İslam'ı gör" deyip, işin içinden sıyrılıveriyor. Tıpkı sağ gibi; "Osmanlı'ya bak, İslam'ın ihtişamını gör".
Maalesef, Birikim dergisinin satır aralarında dolaşırken, "Yerlilik"in beslendiği temel unsur olan geleneksel İslam anlayışının sorgulanmaması gibi bir lüksle karşı karşıya kalıyorsunuz. Durum böyle olunca tarihin devrettiği ve sorgulanmayan pek çok soru, sağın ve solun beyin hücrelerini rahatsız etmeyecek ve entelektüel ahlak sahiplerini fazla yormayacak basit bir konuma oturmuş oluyor.
Örneğin "Sol: Evin Reddi" başlıklı makalesinde Tuncay Birkan, İsmet Özel'e verip veriştirirken araya bir "Sivas" sıkıştırıp, hem "İslamcı yazar"ı hem de onun "ideoloji"sini bir çırpıda köşeye sıkıştırmış oluveriyor. "Sol ve Yerlilik Meselesi" isimli makalesinde Tanıl Bora, alt başlıkta sorduğu "Sağ ne kadar yerli?" sorusunu milliyetçi ya da sağcı-muhafazakar kesimin modernleşmesine haklı vurgular yapıp cevaplandırırken, sola da "milliyetçiliğin kullandığı kültürel malzeme ve okşadığı hissiyata 'ilerici' bir yordamla erişmeyi... milliyetçiliğin el koymuş olduğu 'coşku' ve 'heyecan' deposunun kilidini ele geçirmeyi" önerebiliyor. Ancak bu önerinin satır aralarına yerleştirilmesi kadar kolay olmayan, cümlenin bizzat içeriğinde var olan "kültürel malzeme"nin ne olduğu ya da meşru olup olmadığı soruları önemini kaybediveriyor. Böylelikle mesele sağın sahip olduğu malzemenin sorgulanmasından ziyade, ele geçirilmesi ameliyesine dönüşüveriyor. Dolayısıyla sağın sahip olduğu argümanların içinden "yabancı düşmanlığı"nı atıverdiğinizde, hem evrenselliğinize halel gelmemiş oluyor, hem de kendi yerli tezlerinize bir adım yaklaşmış oluyorsunuz. Kapıyı aralayıp içeri girdiğinizde ise, yapacağınız tek şey solun elindeki malzemenin de aslında ne kadar yerli olduğunu ispata kalıyor.
Ancak zorluk, sağcıların büyük bir kısmını rahle-i tedrisinden geçirmiş olan Nurettin Topçu, Cemil Meriç gibilerinin tarih anlayışlarını aşmakla birlikte, hiç de onlardan aşağı kalmayan Hikmet Kıvılcımlı, Nazım Hikmet gibilerinin de "yerli" tarihe/kültüre yaptıkları katkıları 'sol'layabilmekte. Tabii bunu yaparken ortaya çıkabilecek zemin kaymaları, ister istemez "sosyalizm”in "ne"liği tartışmalarını da beraberinde getirecektir. Tıpkı bugün tevhidi anlamdaki "ilkelerin "ne"liğinin tartışmaya açılması gibi.
Görüldüğü üzere -her nedense- bu tür tartışmalar sürekli olarak, kazanılan 'ivme’lerden ziyade 'öteki'nin belirlediği sınırlar ve etkilediği alanlar cihetinden tartışılıyor. Tıpkı solun 1970'lerde böyle bir sorununun olmaması gibi. Gerçi Kanal 7'de kendisiyle yapılan söyleşide Ömer Laçiner "biz bu meseleyi 1975'lerde dile getirdik" diyorsa da, bu önerinin, sol tarafından o dönemlerde ne kadar kaale alındığı da ortada.
"Sahip olduğumuz değerlerden hiç bir ödün vermiyoruz ama entelektüel ahlak bizi böyle bir açılıma/sorgulamaya itiyor" cinsinden savunular, "nerede yanlış yaptık?" tarzındaki sorular, her nedense hep entelektüelizmden bihaber sermayenin hedefleri ve popülizmle buluşuveriyor. Solda reklamcılığı ve danışmanlığı geliştiriyor, sağda ise bir ayağı Anadolu topraklarına basan, saçları jöleli ferrari şoförlerini. Ah, egemenler bir rahat bıraksa "Yeniden Büyük Türkiye”yi yaratmak o kadar kolay ki!
Birikim çevresinde kafa patlatanların buralara yolculuk yaptıklarını söyleme basitliğine varmak değil amacımız. Esas mesele, gerek sağda gerekse solda temel meselelerin sorgulanmaktan kaçınılması. Bu, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde de yapılsa günahı ortadan kaldırmıyor. Bu ülkede sürekli olarak, birinin günahı diğerinin artısı oluyor ve zihinler temel olana yönelmekten imtina ediyor. Riskler bertaraf ediliyor. Egemen zihniyetin şuur altına malzeme taşınıyor.
Yerlilik, Ulus-devleti Meşrulaştıran Modern Bir Amaç mıdır?
Birikimin'in aynı sayısında, Abdurrahman Arslan isabetli bir biçimde bu meseleye değiniyor:
"...Yerliliğin keşfi, ulus-devletin amaç ve meşruiyyeti ile, formda anlaşmazlıklara rağmen, özde sıkı bir ilişki taşır ve örtüşür... Yaşanan tarih bağlamında ve kültür/gelenek içinde modern olanı üretmek gayesi taşıyan, toplumun mevcut hali ve geçmişi ile modern unsurları sentezleyerek, öznesi "bize ait" olanı inşa etmek isteyen yerlilik, çelişkili bir şekilde hem 'tepkisel bir adaptasyon' hem de 'farklı olma’ arayışıdır." ("Yerlilik; 'toprak'la 'tarih' arasında", s.91)
Arslan, devamında "Yerlilik"in varoluş zemini ve amacını şu cümlelerle tespit ediyor:
"Yerlilik dışarıdan gelen veya orada hüküm sürmekte olan yeni bir duruma, moderniteye; nasıl, hangi düzeyde adapte olabilirim çabası içinde; modern şartların yaratılmasını esas alan ve önemlisi "din"i sadece bu şartlar içinde yaşatmak isteyen bir hususiyet taşır. Ne var ki, bu faaliyet ve umudun arkasındaki modern/Avrupalı olmak gibi arzu ile yüklü bir bilinç; buna karşılık kaynağını ve köklerini Avrupa'dan almayan, fakat modern ile bütünleşmiş ve/veya bütünleşme kabiliyeti kazanmak için yoğun çaba sarfeden, fakat her defasında da farklı olduğuna vurgu yapan bir "kültür" bulunmaktadır. Yerli olmak bu çeşit bir farklı olma duygusudur ki; kendine daima "toprak" ve "tarih/toplum" fetişizmini içeriklendirerek var olur." (s.91)
Arslan'ın bu yorumlarını Atilla İlhan bakın nasıl destekliyor:
"Türkiye'nin sorunu batılılaşmak sorunu değildir, modern kişiliğini bulmak sorunudur. Bu arada yoksulluktan kurtulmak, endüstrileşmek, şehirleşmek sorunudur. Bunlar önerilirken onun onurunu çiğnemek en büyük yanlışımız. Siz bir kere içtenlikle ondan yana olduğunuzu ona inandırmaya bakın; şiirinizde, müziğinizde, resminizde bin yıllık sesini, çizgisini, deyişini bulabilsin. Laikliğin, bilimciliğin, onun yüzyıllardır uğruna gık demeden öldüğü, kılıç üşürüp at kopardığı kavramların üstüne işemesin. Önce Türk olsun, Türk!... Şevki Bey'i dinleyip içlenen, Nedim'i okuyup hoşlanan, ramazan gecelerinin uysal romantisme'ini içi sıra yaşayıp, İslam filozoflarının onca işlenmiş iç gerçeklerini içinde damıtıp duran, aksi gibi Batı'nın ve Batılı'nın en sevmediği Türk!..." (Birikim, s. 61-62)
Yazımızın başında vurguladığımız noktaya yeniden ulaşmış olduk. Önemli olan "buraya" ait olanın yeniden inşası ve bunu yaparken din dahil herşeyin birer malzeme olarak görülmesi midir? Yoksa tümden ve sistematik olarak belli bir kritere göre bunların yeniden yorumlanması mıdır? Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, sağ ve solun temel kriterleri tarihi, kültürü, dini her açıdan -ve tabii ki yerlilik adına- sorgularken, bizatihi yerliliğin ve onu besleyen malumatın kendisi sorgu dışı bırakılabilir mi?
Konuyu bir örneklendirmeye tabi tutarak, daha da açalım:
Süha Unsal "Neden onların oksidantalistleri yok?" başlıklı makalesinde Nurettin Topçu'dan şu alıntıları yapıyor;
"Bin üçyüz yetmiş yıl önce ana rahminde idik. Malazgirt'te dünyaya gözlerimizi açtık. Söğüt kırlarında çocukluğumuzu geçirdik. Ayasofya'nın minareleri altında buluğa erdik. Dünyalara sığmayan bahadır gençliğimizi düşünürken Yavuz Sultan Selim Han'ın aslan bakışlarıyla üzerine ilahi ferman kazınmış kılıcını hatırlamamak kabil olmuyor." (N. Topçu, Birikim s. 61)
"Din Allah'ın emri, devlet onun hareketidir. Bu ifade ile Hegel'in devlet nazariyesine ulaşıyoruz: Devlet ilahi iradenin yeryüzünde gözükmesidir. Eğer Hegel bir müslüman mütefekkiri olsaydı, kendi devlet nazariyesinin en mükemmel tatbikçisi olarak Fatih'le Yavuz’u bulurdu ve tam manasıyla ilahi iradeyi, insanoğluna ve bahusus devlet reisine hudutsuz mes'uliyet yükleyen İslam'ın ruhunda arardı." (N. Topçu, Birikim, s.63, 3. dip.)
Bu tespitlere. Hikmet Kıvılcımlı da ondan hiç de aşağı kalmayarak şunları ekliyor:
"İstanbul'un Türklere geçişi, Osmanlılığın gelgeç 'Tavaifü'l-müluk'lükten kurtulup, sürekli bir imparatorluk halinde kuruluşu, bu sosyal ve siyasi şartlar içinde oldu. Bu şartlar altında, Fatih'in objektif rolü, yerli kahramanlık ve medeni kurtarıcılık, tarihsel devrimcilik sayılır." (s. 63, 2. dip.)
Görüldüğü üzere, solun ve sağın zihnindeki başarıların, tarihin, medeniyetin ve kültürün yeniden ama modern bir tarzda inşası için "din/geleneksel kültür" yerliliğin hizmetine böylece sunulmuş oluyor. Amaç halkların ve/ya da kahramanların kendi zihinlerinde tanımladıkları bir ilahi irade ya da tarihsel devrimciliğin rolünü yerine getirmeleri. Kurtuluş burada!
Sol, İslam'ı yerliliğin olmazsa olmaz bir malzemesi görürken, aslında hem eleştiriyor, hem de imreniyor. Çünkü "din"den sıyrılmış bir yerliliğin mümkünlüğünü daha uzun bir süre tartışmak gerekiyor. Konumuz yerlilik olduğundan, sağın elinde de "ilahi irade"nin bitmez tükenmez malzemeleri bulunduğundan, Tanıl Bora'nın 'ilerici' bir yordamla okşanmasını istediği kültürel malzeme H. Kıvılcımlı'nın tüm çabalarına rağmen sağa yaranamıyor:
"Onlar (komünistler) ... ruhumuzun tarihe gömülmüş temellerini yıkmak istediklerinden bize düşmandırlar. Onlar beşer vücudunun genel felce uğramış organlarıdır... Onlar, nizam ile mazinin, yani insan ruhunun yıkıcısıdırlar." (N. Topçu, s.63, 2. dip)
Yerliliğin "Din" Anlayışı
İlahi iradeyi Fatih'in ellerine teslim eden, "din"in yorumunu yerliliğin insafına terk eden, Yahya Kemal Beyatlı, Peyami Safa, Ahmet Hamdı Tanpınar gibi sağcı-muhafazakârlardan daha geniş kitleleri etki altına alan N. Topçu, Cemil Meriç, Necip Fazıl Kısakürek vb.lerinin "din" anlayışı ile de irtibatlandırılabilecek şekilde Abdurrahman Arslan şu gerçeklere vurgu yapıyor:
"İslam'ın varlığı artık şimdi devletle, toprakla, tarihle açıklanmak gibi "yeni" bir boyut kazanmıştır. Ve bu yorum geçmiş deneyimle Osmanlı’da somutlaşır. İslam'a ilişkin bütün yorumlar artık Osmanlı'nın yeniden "üretilmesi" olarak tezahür eder ve onu artık entelektüel olarak da aşamaz".(Birikim, s.94)
Mevcut tablo, günümüz Türkiyesi'nde daha da somut bir hal almış görünmekte. 80'li yılların tüm arınma çabalarına, açılım adı altında sekte vurulmaya çalışılırken, aslında entelektüel anlamda bir yeniden inşadan ziyade, bağrında din adına geleneğin bütün zaaflarını taşıyan, ulus-devlete malzeme üreten ve gücü sadece Topçu'lann, Meriç'lerin, Kısakürek'lerin ürettiklerini tekrara yeten, yükselen Anadolu sermayesinin yüreğine "din" adına su serpmekten başka bir işe yaramayan çabalara tanık olmaktayız. Tıpkı solda yaşandığı gibi, sağda da "yerlilik" adına serdedilen beyhude çabalar, sadece modernleşme ve sağcılaşmanın yeni öncüllerini üretmekte, toplumdan/toplumun arınmasından ziyade, ulus-devletin yumuşak karnını sağlamlaştırmaya yaramaktadır. Bu bağlamda popülizm sağın elinde bir giyotin gibi çalışırken, acziyet, kendisini Birikim gibi entelektüel ahlak'ı ön plana çıkarttığını iddia eden bir çevrede de göstermektedir. Yerli olabilmek, halkla bütünleşebilmek kaygısıyla, "yerlilik" dosyasının fikir babası Tanıl Bora'nın Dev-sol popülizmini öven yazısında, "taşrada biriken öfkeye hitap eden sol geleneğin "yerlilikle" ilgili bir sıkıntısı olmadığı" vurgusu yapılmakta, bu defa da Kürt ve Alevi topluluklara yaslanma içgüdüsü ön plana çıkartılmaktadır. Sünni/milli kültürü/tarihi elimizden aldılarsa, Kürtler ve Aleviler ne güne duruyor "yerliliği", sağcılığın tek tip yerlilik anlayışını dinamitleyeyim derken, toplumun değerlerini okşamanın bir başka tezahürü olarak ortaya çıkıyor.
Öte yandan "yerlilik"in sağ tezahürlerinin "din"i tanımlama ve yorumlama biçimiyle ilgili olarak aynı makalede Abdurrahman Arslan'ın tespitleri daha bir önem arzeder hale geliyor. Arslan, millet ve dinin özdeşleştirilmesi adına "ilke"nin ihmal edildiğini söyleyerek sürdürdüğü yazısında; "...günümüzün yerlilik arayışı... İslam'ın sekülerleşmesine veya alışılan bir kavramsallaştırma olarak İslam'ın protestanlaştırılmasına yönelik bir hedefi içeriklendirmiş görünmektedir" demektedir. Yani İslam, yaşanan ve yeniden üretilen bir hayatın, meşrulaştırıcı malzemesi haline gelmiş oluyor ki, bu da din'in belirlenmiş bir amaç ve hedefin hizmetine sunulması anlamına geliyor.
Sonuç
Bu ülkede yerliliği beslemiş olan ve halen beslemeye devam eden en temel unsur, çarpık "din/tarih/kültür" anlayışıdır. Bu ise tevhidi bilinçten tamamen yalıtılmış olan, Allah (cc)'ın adaleti ve iradesini dün olduğu gibi bugün de bir avuç zalimin ellerine bırakan; sahip olduğu damarları, ebed müddet devlet, tasavvuf, Türkçülük, muhafazakârlık gibi öğelerden alan; ulus-devletin çıkarlarıyla zıtlaşmadığı müddetçe de hayatiyeti devam edecek olan; modernitenin/globalizmin tüm unsurlarına da kucak açan, toprağı, coğrafyayı, çağdaş normlara göre yeniden kutsayan bir anlayıştır. Yaptığı ve yapacağı açılımlar ise, bu ülkede gerçekten din adına, ıslah ve arınma adına yapılan tüm girişimleri baltalama çabalarının üstünde varolabilir ancak. Bugün bunların düşmanı artık sol ya da kızıl komünistler değildir. Geçmişte onlara dönük yapılan, "buralı olmamak", "ayaklarını bu topraklara basmamak", "milliyetçi değil ümmetçi olmak", "kökü dışarıda olmak" eleştirileri tevhidi bilinci ayakta tutmaya çalışan, bu ülkede yapılan zulümleri hangi kılıf altında olursa olsun deşifre eden kesimlere dönüktür. Tarihi kutsamayan, tarihin aktörlerini sadece gelip geçmiş birer ümmet mesabesinde gören, 'kültür'ü İslam'la barışmadığı, 'toplum'u arınmadığı müddetçe ıslah edilmesi, eleştirilmesi ve hatta zulmün birer öğesi halinde yaşamaya devam ettiği müddetçe hem entelektüel olarak, hem de siyasi ve toplumsal alanda hesaplaşılması gereken unsurlar olarak gören bir anlayıştır. Bu anlayışı ayakta tutanlar varolduğu müddetçe, rabbimizin bize emrettiği ilkelerin karşısında yer alan, yerlilik, millilik, muhafazakârlık, ulusalcılık, laiklik/laikçilik gibi çarpık anlayışlarla mücadele etmeye ve bunlarla mücadeleyi egemenlerle mücadeleden bağımsız görmemeye devam edilmelidir. Bu hem entelektüel ahlak gereği böyledir, hem de şu üç günlük dünyada vermek zorunda olduğumuz sınav gereği.
*Yazımıza konu olan "Yerlilik" kavramı ile İslami çevrelerde yapılan "yerellik'' tartışmalarını birbirine karıştırmamak gerekir. Öz olarak ifade etmek gerekirse, belli bir coğrafya ve toprak parçası üzerinde yaşıyor olmak, halkların kaderidir. Ama bu kader, "yerlilikte olduğu gibi, o coğrafyanın kültürünün, tarihinin, toprağının kutsanması anlamını içermez. Aksine o coğrafyaya hükmeden egemen zihniyet ve onu besleyen kültürel/tarihsel ve çağdaş değerlerle hesaplaşmayı beraberinde getirir. "Yerellik" yaşanan coğrafyanın realitesi ve sorunlarından kopmadan ama cahili tüm değerleri reddederek "buralı olmak" demektir. Dünya coğrafyasında her “buralı olan" müslümanın buluştuğu değişmez evrensel değerler ise, tevhidi ilkelerdir.