Cumhuriyet’in milli söyleminin en göğüs kabartan sahnelerini ‘Kurtuluş Savaşı’ kapsamında derlenen olaylar oluşturur ve bunların taçlanması da Yunanlıların İzmir’de denize dökülmesiyle ifade edilir. Anadolu halkı, kendisini batıdan işgale yeltenmiş olan bir yabancı milleti alt etmiş, denize dökerek onları bu toprakların dışına itmiştir...
İronik olan şey Anadolu’yu bu mücadeleye hazırlayan kadroların da büyük çapta Anadolu dışından gelmeleri, onların da bir miktar ‘yabancı’ olmasıydı. Nitekim Türk yabancıların Türk olmayan yabancıları kovmasının ardından, Anadolu’nun pek de hazır olmadığı bir yabancılaştırma dönemi yaşandı. Toplumun tarihle ve dille olan bağı kopartılırken, âdetler, gelenekler ve inançlar bir ‘gerilik’ olarak tanımlandı. Böylece halk bir anda kendisini mecazi olarak ‘denize’ düşmüş, yani sanki bir yabancı toprakta yaşar buldu. İşin vahimi bu bakış siyasallaşmakla kalmadı, resmî ideolojinin ve devlet bakışının ta kendisi haline geldi. Türkiye Cumhuriyeti, ancak kendisine yabancılaşarak devletin tanımına uygun düşünebilen ve davranabilenlerin ülkesi oldu. Geri kalanlar sanki hasbelkader doğudan gelmek durumunda kalmış ve er geç yine kendi topraklarına dönecek insanlarmışçasına, ideolojik olarak dışlandı. Böylece ortaya epeyce sınırlı ve elitist bir ‘kamusal alan’ anlayışı çıktı. ‘Kamusal alan’, devletin makbul vatandaşlarının, ‘geri’ olanlardan arındırılmış olan imtiyazlı yaşam alanıydı. Bu ortamda siyaset de doğal olarak sözkonusu imtiyazlı kamusal alanın içinde dönmesi gereken bir cemaat içi pazarlık mücadelesiydi...
Türkiye yıllarca bunu yaşadı. Halk bu durumdan kurtulmak için hiçbir fırsatı heba etmedi ama devlet her seferinde halkın tepesine bindi... Böylece Türkiye’de devlet ‘sınıflaştı’. Asker ve yargı bürokrasisi ile laik sermayenin bütünleşmesi, Atatürkçülüğün manevi dokunulmazlığı altında ilelebet sürmesi beklenen bir baskı ve vesayet rejimi yarattı. Gazeteci Jan Devletoğlu’nun İngiltere Dışişleri Arşivlerinde yaptığı ve bugünlerde piyasada olan çalışması, 12 Eylül 1980’den bir buçuk yıl önce bile, laik kesimin işadamlarının nasıl darbe savunuculuğu yaptığını kişisel tanıklıklara dayanan raporlar üzerinden ortaya koyuyor.
Türkiye’nin Atatürkçü dönemi gerçekte bölünmüş olan ancak bölünmüşlüğünü ifade bile edemeyen bir ülkeye tekabül ediyordu. AKP’nin ortaya çıkışı bu bölünmüşlüğün siyasette ifade bulması, vesayetçi kamusal alanın genişlemek zorunda kalmasıdır. AKP’nin seçim başarılarına paralel olarak Türkiye’nin önce ‘dört renk’ olduğunu gördük: Batıda CHP, onun hemen içinde ve doğuda bir yay çizen MHP, Güneydoğu’da o günün Kürt partisi ve orta alanda da AKP vardı. Bu tablo merkeze el koymuş olanları çok da rahatsız etmedi. Ne de olsa CHP ile MHP’nin birlikteliği merkezi ayakta tutmaya ve geri kalanları siyaset dışına itmeye yetecek meşruiyeti sağlıyordu. Ama değişim durmadı... Anadolu’nun gelişmesini ‘yeşil sermayeye’ bağlayanlar, bir süre sonra laik kesimin geleneksel iş dünyasının bir ‘sarı sermayeye’ dönüştüğünü hayretle gözlemlediler. Çünkü Batı dünyası bu Anadolu’yu ciddiye alırken, küreselleşme de Anadolu’nun merkeze olan bağımlılığını yok etmekteydi.
Seçim sonrası tabloları giderek Türkiye’nin AKP rengini almasıyla sonuçlandı. Nihayet referandumda ortada iki renk kaldı. Boykotun da farklı bir rengi hak ettiğini düşünebilirsiniz. Ama bu referandumda boykota karşılık gelen bir Türkiye yoktu. Oysa ‘Evet’ ve ‘Hayır’ farklı ve uzlaşmaz iki Türkiye’ye denk düşmekteydi. Eğer BDP’nin boykotu olmasaydı, ‘Evet’ oylarının yüzde 65’e doğru çıkacağını düşünürsek, halkın çok bariz bir isteğinin olduğunu ve bu isteğin kimlikleştiğini teslim etmek zorunda kalırız: Devlet tarafından yabancılaştırılmış olan kesimler, artık ‘yerli yabancıların’ metaforik olarak denize dökülmelerini istiyorlar. Nitekim her seçimde ülkenin batısına sıkışmakta olan kırmızıya boyalı bölüm giderek daralıyor. Sanki Anadolu kendisine yabancı kalanları nihayet yerli olmaktan çıkarıyor.
Bilindiği üzere ‘yerli yabancılar’ terimi Yargıtay tarafından gayrımüslimleri tanımlamak üzere kullanılmış ve bu sayede devletin gayrımeşru biçimde, ganimet anlayışıyla el koymuş olduğu gayrımüslim vakıf mallarının iade edilmemesi sağlanmıştı. O nedenle geçen haftaki referandumun Yargıtay ve diğer üst yargı kurumlarını birer ‘yerli yabancı’ haline getiren sonuçları son derece önemli.
Bu sonuçlar kolayca hazmedilmeyecek... Eğer referandum öncesinde ‘Hayır’ cephesinin yalanlarını ve saldırganlığını hatırlarsak, cehaletle kibrin bilinçli bileşkesinin bir direnç siyaseti olarak bir süre daha ayakta kalacağını öngörebiliriz. Nitekim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Anayasa değişse dahi ‘hukuk devletini’ koruma azminde olduklarını, bunu engellemenin mümkün olmadığını, çünkü yargının ‘halkın temsilcisi’ olduğunu söylemiş. HSYK ikinci başkanı da bir süre önce ‘Türk milleti egemenlik hakkını anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır’ diyerek yargının da bu yetkili organlardan biri olduğunu vurgulamıştı. Ne var ki bu yetki ‘anayasanın koyduğu esaslar’ çerçevesinde kullanılabiliyor ve anayasanın hangi esasları koyacağına ise yasama karar veriyor. Diğer bir deyişle erk esas olarak halkın, yani yasamanın elinde ve anayasanın, dolayısıyla yargının yetki sınırının ne olacağına da yasama karar vermek durumunda. Kısacası yargı ‘halkın temsilcisi’ değil... ‘Hukuk devleti’ denen şey, demokrasiye ve halkın iradesine aykırı bir yasal sistemi değil, hukukun evrensel kabullerini demokratik mekanizma içinde meşrulaştıran ve herkese eşit sunan bir sistemi ifade eder.
Bizdeki üst yargı mensupları ise, vesayet sistemini, yani bir eşitsizlik ve imtiyazlar düzenini savunmakla kalmıyorlar, kendilerine düşen imtiyazların tekelleşmesini istiyorlar. Bu tavır halktan kopuk, ona yabancılaşmış bir zümreyi ima ediyor. Tarafsız olmadığı halde bağımsız olma isteği ise, yargının halka ait olan siyaset yapma erkine el koyması anlamına geliyor. Dolayısıyla Türkiye’de yargının çok derin bir meşruiyet sorunu var ve bu referandum artık yeni bir meşruiyet zeminine ihtiyaç duyulduğunu söylüyor.
Aynen seçim sonrası Türkiye tablolarında kırmızı bölümün daralması gibi, askeri ve yargısıyla vesayetçi devlet bürokrasisinin ve onun toplumsal yandaşlarının alanı da giderek küçülecek. Bu toprakların halkına yabancı muamelesi yapanlar, bizzat o halk tarafından birer ‘yerli yabancı’ olarak siyasetin kıyısına doğru sürülecekler ve ille de direnirlerse, kimsenin kuşkusu olmasın, belleğimizin karanlıklarına dökülüp gidecekler.
TARAF