Geçiş dönemlerinin en belirgin özelliklerinden biri siyasi söylemin gerçekle ideal arasında sarkaç misali gidip gelmesi herhalde... Türkiye asker ve yargı konusunda bir süredir bu gelgitleri yaşıyor. Örneğin askerin konuşmasının suç olduğu söyleniyor, ama hemen ardından da söylenenlerin içerik analizine girilerek bir anlamda o konuşmanın siyaseten anlamlı olduğu teslim ediliyor. Türkiye siyasetini olgunlaştırmadığı, bir ‘demokrasi’ olamadığı oranda gerçek siyasetin yaptırımlarına boyun eğiyor. Ama bir taraftan da gözünü olması gerekenden ayırmayarak söz konusu siyaseti adım adım gayrımeşru kılıyor. Böylece siyasetin içerdiği gerilimlerde ve çatışmalarda taraf olunabilirken, aynı anda bir büyük siyasi dönüşümün zemini oluşturuluyor.
Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliğine ilişkin paketi reddedememesi, hatta paketi ikiye bölememesinin ardında bu büyük baskı var. Mahkeme siyasi çatışmaya taraf olabilir ve reform adımlarını tümüyle engelleyebilirdi. Ancak o zaman kendi meşruiyet temelini telafisi çok zor bir biçimde zedeleyecek, büyük siyasi dönüşümdeki olası etkisini kaybedecek, hatta belki de kendi sonunu hazırlamış olacaktı. Dolayısıyla ilginç bir biçimde bugün kurumsal beka, reformların ve genelde demokratikleşmenin ima ettiği yeni dünyaya adapte olunmasını, bu sisteme uygun olunduğunun kanıtlanmasını gerekli kılıyor.
Değişiklik paketinin referanduma gitmesine engel çıkarılmaması da, genel anlamda bir uyumun, ya da daha gerçekçi bir bakışla bir zorunluluğun sonucu. Demokrasiyi fazla zorlamanın, kendi sonunu hazırlayacak bir demokratik süreci tetikleyeceğini idrak eden Mahkeme, siyasetten bir miktar çekilmek durumunda kaldı. Buna karşılık kendisini tamamen siyaset dışında konumlandırmak da istemedi. Bunu bazı kritik kararların oy birliği ile alınmasından anlıyoruz...
Mahkeme bu kararıyla kendisine yönelik hücumları yumuşatırken, ilerde siyaset yapma gücünü de savunmaya devam ediyor. Bu gücün temeli ise, herkesin bildiği üzere, Anayasa’nın ihlaline veya keyfi yorumuna dayanıyor. Bu kez de Anayasa Mahkemesi kendi yetki alanını düzenleyen ilgili anayasa maddesine aykırı davrandı ve üstelik bu hususu Mahkeme Başkanı açıkça basın toplantısında ilan etti. Keyfilik bu son olayda üç alanda gerçekleşti: Birincisi Anayasa’nın ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen’ maddelerinin bir şekil şartı olarak yorumlanmasıdır. Bu yorum, söz konusu maddelerin ilerde yapılabilecek hiçbir anayasa tarafından değiştirilemeyeceğini öne sürmüş oluyor. Çünkü ancak bu durumda söz konusu madde, anayasanın içeriğinden çıkartılıp ‘şekil’ haline getirilebilir. Ne var ki bu yaklaşım bugünkü rejimin tüm gelecek nesiller üzerinde vesayet kurması, resmî ideoloji üzerinden tüm toplumun ebediyen rehin alınması demektir, ki bu bakışın demokrasiyle uzlaşması olanaksızdır. İkinci keyfilik kanun olmamış bir metne kanun muamelesi yapılmasıdır. Çünkü anayasa değişikliği ancak referandumda kabul edilirse ‘kanun’ olacak ve ancak o zaman Mahkeme’nin yetki alanına girecektir. Ama mahkeme kanun olmamış bir metne de müdahale ederek, kendisini yasama yerine koymuştur, ki bu tutumun da demokrasiyle uzlaşması mümkün değildir. Üçüncü keyfilik ise değişiklik paketindeki bazı maddelerin içindeki belirli ibarelerin değiştirilmesidir. Bu da Mahkeme’nin kendisini yasama organı sandığını gösteriyor. Yapılan değişiklik belirli kurumlarda aday seçimi yapılırken herkesin tek oy vermesine karşı çıkılması ve herkesin her bir aday için ayrı ayrı oy verme yolunun açılmasıdır. Bunun anlamı basit olarak şu: Eğer bir kurumda kişilerin yüzde 51’i belirli bir görüşe aitse, yapılacak seçimlerde her aday için ayrı oy kullanılacağı için bütün adaylar söz konusu görüşü temsil edenler arasından seçilecektir. Kısacası Mahkeme kurumlarda çoğunluk despotizmine cevaz vermiş, demokratik seçim usulünü reddetmiştir.
Görüldüğü üzere Anayasa Mahkemesi kendi içinde gayet tutarlı... Basitçe söylersek demokrasiden hazzetmeyen, geçmişin gelecek üzerinde, yargının yasama üzerinde ve nihayet yargı kurumlarında çoğunluğun azınlık üzerinde vesayet kurduğu bir rejim arzulayan ve bu yönde siyasi kararlar alan bir ‘yüksek yargı’ kurumu ile karşı karşıyayız. Bu tablo, lağvedilmesi ve farklı bir ideolojik zemin üzerinde yeniden oluşturulması gereken bir kuruma işaret ediyor. Olması gereken bu... Ama bir de işin ‘gerçekçi’ yönü, yani bu kararın somut siyasi dengelerin içinden okunması gereği var. Düşünün ki CHP bu değişiklik paketinin tümüyle reddedilmesi gerektiğini savunuyor ve belirli köşe yazarları ile hukuk eğitimi almış insanlardan da destek buluyordu. Birçokları ‘sivil vesayet’ terimini tersyüz ederek hükümeti zorda bırakacaklarını sanmışlar ve Mahkeme’yi kuşatma altında tutmuşlardı. Onlar için bugünün sıcak çatışmasını kazanmak uğruna her şeyi feda etmek mümkündü... Hatta Anayasa Mahkemesi’nin meşruiyetini bile...
Ancak Mahkeme kendince bir orta yol buldu. Gelecekte siyaset yapma imkânını elde tutma uğruna, demokratik bir gelişimi tümüyle tırpanlamaktan uzak durdu. Söz konusu karar Mahkeme’yi tedrici bir biçimde siyasetten hukuka çekecek ve ona kurumsal meşruiyetini yeniden kazandıracaktır. Çünkü siyaset yapma arzusu ve dışarıdan bu yönde gelecek baskı ne kadar fazla olursa olsun, eğer referandumdan ‘evet’ çıkarsa, 15 kişilik bir Anayasa Mahkemesi’nde siyasi manipülasyon yapmak hiç de kolay olmayacaktır.
Kısacası Türkiye normalleşmeye doğru bir adım daha attı... Alınan karardan hareketle, hukuk devleti ilkesini anlamayan bu Mahkeme’ye haklı eleştiriler yöneltmek mümkün. Ama işin öbür yanını da gözden kaçırmayalım: Vesayet taraftarları ideolojik olarak yenildi ve Anayasa Mahkemesi bu yenilgiyi tescil etti...
TARAF