Bahadır Kurbanoğlu / Haksöz Haber
Aman Allah'ım, ne günlerden geçiyoruz!
İnsanlığın ortak vicdanı, gemiler dolusu bir filoya dönüşüp Gazze'ye doğru yola çıktı; hukuksuzluk, korsanlık, katliam, işkence, ihanet, başına gelmeyen kalmadı. Ama bizler neleri konuşup tartışıyoruz? Meğer direnişçi olabilmek, ambargo altındaki insanlara yardıma koşabilmek için ne de çok sınavdan geçmek gerekiyormuş?
Meğer bir işe koyulurken, bir hayrı yerine getirirken, bir zulme karşı çıkarken ne kadar da çok icazet alınması gereken 'konu' ve 'otorite' varmış. Vicdan(!) ve tutarlılık(!) savcıları ellerini ovuşturarak tetikte bekliyorlarmış demek.
Sen misin insanlığın vicdanını harekete geçiren!
Özellikle liberal kesimin vicdan testlerinden geçebilmeniz için aşağıdaki sorulara "tutarlı" cevaplar üretmek zorunda olduğumuzu geç de olsa öğrenmiş olduk:
1- İsrail'in terör eylemlerini kınarken Gazze ile Hamas'ı ayırıp Hamas'ın da terörünü lanetlemek gerektiği.
2- Gazzeli çocuklara gösterilen şefkatin aynısının, aynı süreçte Kürt çocuklarına da gösterilmesi gerektiği.
3- İsrail terörünü dize getirmeye çalışırken İsrail'in varolma hakkının da savunulması gerektiği.
4- Meseleyi İslami hassasiyetler merkezinde değil, hümanist değerler çerçevesinde görmek ve işlemek gerektiği.
5- Kudüs'ün kaderiyle İstanbul'unkinin aynı olduğuna dair safsatalardan vazgeçmek gerektiği.
Eğer bir hayra koşarken, bir zulme başkaldırırken bu beş unsuru bünyenizde taşımıyorsanız demoklesin kılıcının liberal gölgesi sizi hiçbir zaman yalnız bırakmayacaktır. Ensenizi ve vicdanınızı traşlamaya devam edecektir, ona göre.
Allah kimseyi, Afganistan söz konusu olduğunda yaşam (ve varolma) hakkına dair kalem oynatmaktansa Taliban'ın kimliğini tartışmayı tutarlılık zanneden bu hümanistlerin(!) eline düşürmesin.
Öte yandan bir konuda sonuç almaya çalışırken, bir siyasi ve hukuki süreci tüm uzuvlarıyla harekete geçirme çabası güderken, bu türden "one minute"larla karşı karşıya gelmeye artık o kadar alıştık ki.
"Ama…"lı cümleler sanki aynı terazinin eşit kefelerini işaretliyormuş gibi kullanılsa da aslında içteki marazları, çelişkileri, galiz duyguları göstermesi açısından da öğreticidir.
Hemen savunmaya geçmeniz beklenir; "Hay Allah razı olsun, elbette sizin dediğiniz gibi olmalı, nasıl da düşünememişiz, yüreğinize sağlık; siz olmasaydınız nasıl da çelişkilere düşecektik? İyi ki varsınız!" seslerinin yeri göğü inletmesini beklerler.
Ahmet Altan'ın, İsmet Berkan'ın, Ayşe Hür ve aynı familyadan benzerlerinin her Siyonizmle mücadele konusu gündeme geldiğinde 'anti-semitizm', 'Hamas terörü' ve barış için 'İsrail'in varolma hakkı'ndan bahseden değinilerinin verdiği kabak tadının, vicdanların yeşermesine mi yoksa köreltilmesine mi hizmet ettiği belli değildir.
Bu zihin yapısı "Kudüs'ün kaderinin İstanbul'un kaderiyle aynı olduğu" şeklindeki tespitlerden her ne hikmetse alınganlık duyar. Mandela, "Filistin özgürleşmedikçe özgürlükten bahsedilemez", Latin Amerikalı bir Uluslararası İlişkiler Profesörü, "Emperyalizmin geriletilmesi ve tüm dünya halklarının nefes alabilmesinin yolu Filistin'den geçer" dediği zaman ve bu hususla ilgili dünyanı dört bir yanında toplantılar düzenlenip ana madde Filistin olarak ortaya konduğunda alkışlayanlar, bu sözler içimizden birilerince, Başbakanca ya da İslami kesimlerce söylendiğinde inanılmaz bir karşı refleksi harekete geçirirler. Latin Amerika ülkelerinin ABD karşısındaki çıkarlarının bölgesel direnişten geçmesi ve bir bir ABD'ye karşı tavır alışları olumlanır ve haklı bulunurken, bu bölge insanının Fas'tan Endonezya'ya kadar aslında çıkarlarının ortak olduğuna yapılan vurgular istihza ve hayalcilikle damgalanır. Üstüne üstlük hünermiş gibi, emperyalizmin bölgenin göğsüne hançer gibi sapladığı İsrail devletinin meşruiyeti ve varolma hakkı üzerine kalem oynatmak hukuk adına maharet sayılır, barışçıl hümanizmanın gereği olarak savunulur.
İsrail'in işgal devleti olarak BM'ce tespitlenmiş kararları unutuluverir, tıpkı Ahmet Altan'ın "İsrail hakkı" başlıklı yazısında olduğu gibi "E ne yapalım, 1948'den beri aradan 60 yıl geçmiş, artık olan olmuş, devlet kurulmuş, artık onun da bir halkı var…" mealinden satırlar karalanırken, seçilmiş bir meşru hükümet (otorite) olan Hamas'a yönelik "terörizm" yaftası yapıştırılmaktan imtina edilmez. Hukuka ve haklılığa dayanmanın ne de güzel çözümler getirdiğini Türkiye'nin son günlerdeki tutumlarından yola çıkarak ispatlamaya çalışan bu hümanizma ve tutarlılık anlayışına göre, Hamas "terör"ü bırakmalıdır ki, İsrail de güvende olduğunu hissedebilsin.
Ne Hamas'ın 67 topraklarına ilişkin son dönemlerde savunduğu tezlerden haberdar, ne İsrail'in sadece kendi güvenliği değil, emperyalizmin güvenliği için bu derece şımartıldığına değinen, hukuk derken BM raporlarından hiç dem vurmayan, işgale karşı direnen bir halk hareketine ideolojik saiklerden ötürü FKÖ ya da Kürt ulusalcıları kadar değer vermeyen bu hukuk ve insaftan uzak anlayışın yegane derdi aslında gelişmelerin İslami temelde yükselmesidir. Bu durum bir Mozambikli, Venezuelalı, Nikaragualı, Kongolu, İrlandalı ya da İsveçli insan hakları savunucularını rahatsız etmez, aksine bölgesel gelişmelerin jeokültürel gerçekliğini resmedip İslam'a olan ilgiyi artırırken, "bizim sekülerlerimiz"in Kemalist ve aydınlanmacı reflekslerini harekete geçiriverir.
Onların Başbakanı ve İslami hassasiyet sahibi kesimleri Kürt çocukları üzerinde sigaya çekme çabalarının altında da aynı refleksler yer almaktadır. Zira gerçekten evrensel vicdana sahip olsalar, Hamas ve PKK üzerinden karşılaştırmalar yapıp, kimin terörist olup olmadığını verilecek demeçler üzerinden test etmeyi bırakıp, Silopi'deki Kürt çocuklarının da geleceğinin Kudüs ve Gazze'den, Ortadoğu'nun küresel Ergenekon olarak tabir edebileceğimiz emperyalist işgalden ve onların yerli işbirlikçilerinin tasfiyesinden geçtiğini görmeleri gerekirdi. Eğer bir İrlandalı, Brezilyalı ya da Malezyalı insan hakları aktivistinin evrensel hümanist vicdanına sahip olabilselerdi, emperyalizmin bölgedeki urunun temizlenmesinin ve Yahudiler'in de güvenli, emin, barış içerisinde bir hayata kavuşmalarının da yolunun İsrail'in yaşam hakkından değil, Siyonist çetenin işgal ettiği tüm topraklardan çekilene kadar onunla mücadeleden geçtiğini kavrayabilirlerdi. Ve tutarlılığın, küresel direnişlerin yeşermeye başladığı böylesi süreçlerde direnişçileri sigaya çekip "eğer şöyle olsaydı yine direnir miydin?", "şuralarda niye yoktunuz?", "bunlara niye ses etmediniz?" mealinde abuk sorulardan değil, direnişe destek verip, onların yanında yer alıp, anti-propaganda, beyin yıkama, fitne ve endoktirinasyonlara karşı mücadele etmek amacıyla kalem oynatmaktan geçtiğini anlarlardı…