Büşra Ceyran / Haksöz Haber
Fotoğraf: Afgani Türkmen
Siyasal Vakfı'nda gerçekleştirilen panelin moderatörlüğünü Sevra Türkmen yaptı. Selamlamanın ardından konuya değinen Türkmen, 28 Şubat sürecinde yasaklanan başörtüsünün TC kamu alanlarında serbest bırakıldığını, yine bu süreçte kapatılan imam-hatiplerin öğrenci sayısındaki önemli artışla birlikte tekrar açıldığını, milli güvenlik dersleri ile and dayatmasının kaldırıldığını vurgulayarak Yeni Türkiye'ye atıfta bulundu. Türkmen, yakalanan uygun vasata rağmen hala var olan eksikliklere değindi. “Yeni Türkiye”nin bugün ne ifade ettiği sorusuyla sözü konuşmacılara bıraktı.
İlk olarak sözü alan Hülya Şekerci konuşmasında şunlara değindi:
2000'li yıllarda AB ve Müslümanlar diye bir sempozyum yapmıştık. Bizim oradaki konumumuz AB'ye girme idealinde olmak değil, Müslümanlar önünde bir açılım getirebilir hukuklar arayışında olmaktı.
AK Parti'nin ilk iktidar dönemi bir uyku dönemi gibi geçti. Askeri vesayetle yüzleşme meselesinde çok ciddi başarılar elde edemedi. Ama AK Parti'nin ikinci döneminde artık askeri vesayetle yüzleşme noktasına geldik. Bu anlamda çok iyi bir noktaya geldiğimiz söylenebilir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu andan itibaren ordu devlettir. MGK kararları her zaman siyasetin üzerinde bir etkiye sahip olmuştur.
'Yeni Türkiye' kavramında iki şey çok önemlidir: Birincisi, askeri vesayetle içeride yüzleşilmesidir. İkincisi, bununla beraber dış politikada değişen ve gelişen bir çizgidir.
Müslümanların önündeki birçok engel ortadan kalkmıştır. Milli güvenlik derslerinin, başörtüsü yasağının, andımızın kaldırılması gibi taleplerimiz mevcuttu ve bu meyanda önemli adımlar atıldı.
Dış politikaya geldiğimizde, her tarafı düşmanla çevrili bir ülkeden sonra artık Arap Baharı başlamadan önce AK Parti'nin 'komşularla sıfır sorun' tabiri vardı. Ama Arap Baharıyla Ortadoğu’daki devrimleri sahiplenme adına daha farklı bir noktaya evrilmiş olduk.
AK Parti'nin karşısındaki güruh, AK Parti'nin her adımına bir kılıf uydurma eğiliminde ve başından beri bu böyle. Mesela dış politikada AK Parti AB'ye yöneldiğinde, eksen kayması olarak görülüp eleştirildi. Neden Amerika'yı karşımıza alıyoruz, diyenler oldu. Ortadoğu’daki intifadaların desteklenmesiyle beraber, AK Parti İhvancı, Sünnici ilan edildi. Bir taraftan Amerika ile İran arası nükleer krizde, Türkiye'nin arabulucu olmasından dolayı İrancı olarak görüldü. Rusya ile ilişkilerin geliştirilmesiyle Avrasyacı olarak nitelendirildi. Velhasıl attığı her adım sürekli bir güruh tarafından eleştirildi.
Özellikle Davutoğlu'nun gelmesiyle beraber kendi kullanımıyla 'proaktif' bir Türkiye yani aktif olmanın ötesinde, önceden olan olayları kestirebilen ve sonuçlarını değerlendirebilen bir Türkiye oluşturma yoluna koyuldu. Ahmet Necdet Sezer döneminde silik bir cumhurbaşkanlığı görüyoruz. Daha sonra Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu Afrika'da gidilmemiş ülke bırakmadılar. Aktif bir dış politika geliştirdiler. Bunun da Türkiye'nin dış politikasını görmek açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum."
Şekerci'nin ardından sözü alan Musa Üzer konuşmasında şunları vurguladı:
Peki, burada 'Yeni Türkiye' kavramsallaştırmasını hak edecek bir durum söz konusu mu? Objektif açıdan baktığımızda siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik açıdan Türkiye'de yeniliği hak edecek bir farklılaşma söz konusu mu? Şahsi kanaatim, bu meselenin Türkiye kısmıyla sınırlandırılmasının doğru olmadığı yönünde.
Osmanlı'nın gerilemesiyle birlikte özellikle modernleşme, Batılılaşma ile başlayan meşrutiyet döneminde, yoğunluklu olarak ortaya çıkan daha sonra İttihat Terakki iktidarıyla ciddi anlamda ivme kazanan, 1923'ten sonra da Kemalizmle aynı istikamette ama yeni bir dizaynla bina edilen bir sistem gerçeği oldu. Bu sistem gerçeği en temelde içinde bulunan toplumla problemliydi. Toplumca güvenilmeyen bir yapı olarak görünüyordu. Devlet-siyaset dediğimiz olgu iki taraftan müteşekkil; bir tarafı genelde halk ya da toplum dediğimiz, diğer tarafı daha muğlak şekilde bulunan devlet. Son dönemde sözleşmenin diğer tarafını hiç umursamadılar. Hep adam edilmesi gereken, mümkünse ezilmiş, hep başını kaldırmasına müdahale edilmesi gereken bir şey olarak gördüler. Bunun da sebebi en temelde referans aldıkları ideolojinin Batı olması ve Batının da kaba bir formda toplumu değiştirmeyi öngörmesidir. Siyasal yapısı (modern ulus yapı) da aynı zamanda toplumu tepeden tırnağa ve totaliter-otoriter bir şekilde değiştirmeyi ön gördüğü için yapılıyordu.
İkinci boyutu da Türkiye toplumlarında, Batı toplumlarından farklı bir özellik vardı: Türkiye toplumları aidiyet itibariyle Müslüman'dı. Ve bu aidiyet iktidar sahipleriyle çatışmayı öngörüyordu. Onlar İslam'dan kurtulmak istiyordu, halk da İslam'ı bırakmak istemiyordu. Dolayısıyla iki boyutlu;
1. Ulus devletten kaynaklı (ör: Kürt Sorunu'nun temeli)
2. Bizatihi İslam'ın itiraz etme özelliği
Bu boyutuyla bakıldığında Osmanlı son döneminde ciddi bir sürecin yaşandığı, halkın dışlanıp bürokrasinin oluştuğunu görüyoruz. Sonrasında İttihat-Terakki eğitim ve kültür politikalarıyla Anadolu’nun en ücra sınırlarına yayılmayı becerdi. Topluma nüfuz etmeye çalıştı. Kemalizm ise ikisinden daha sistematik şekilde bunu uyguladı.
Biz de dâhil olmak üzere bu Kemalist dönemin, yakın bir zamanda değişme ihtimalini pek ön görmüyorduk. Gördük ki çok kısa bir sürede değişmeler söz konusu oldu. Evrimsel bir yöntemle bu sistemin değiştirildiğini görüyoruz. AB süreci, çatışmadan koltuklara oturmak ve kademe kademe rengini belirginleştirmek şeklinde. Rengini değiştirdikçe eskiden kopuyor, yeniyi inşa ediyordu. Ve özellikle 2009, 2010'dan sonra Ergenekon, Balyoz süreçleri Kemalistlerin ciddi anlamda yenilgisiyle 'yeni'nin inşasında yoğunlaşma söz konusu oldu.
En belirgin olan; Türkiye dediğimiz şey: Batı İşbirlikçisi, Müslüman halklarla hiçbir ilişkisi olmayan, onları gözetmeyen dış politik yaklaşımının tam aksine "ortalama bir radikalin" isteyeceği kadar ümmetçi, İslami hareketlerin safında yer alan bir dış politika. Kültür politikalarıyla Kemalist politikalardan kopma çabası olan, imam-hatip, siyer-Kur'an dersleri özelinde, başörtüsü önündeki tüm engelleri kaldırması söz konusu.
İnsana bakış açısının değişmesiyle ona bir değer atfedildiğini görüyoruz. En temelde bunu yapan şey; Müslüman tasavvurdur, Müslüman bir zihindir… İnsanın onurunu zedeleyecek devletten kaynaklı şeylere müsaade etmeyeceği anlamına geliyor. Mesela Haksöz Dergisi’nin aldığı ilk ceza "Şırnak'ta İmha ve Tehcir" başlığından dolayıdır. 1992'de PKK serhildan ilan etmişti, eylemler yapıyorlardı. Devlet de o eylemlere cevap olarak Şırnak'ı, Cizre'yi topa tuttu. Ve Haksöz Dergisi, bu başlığından dolayı ceza aldı. Bugün ise hassasiyet çok yükseldi. Bu olumlu bir şeydir. Yenileşmeyi hak eden bir sürecin olduğunu gösteriyor. Peki, ideolojik anlamda tamamlanmış bir süreç midir? En basitinden Mecliste yeminlerde tavır konulamaması bile yeniliğin tamamlanamadığını gösteriyor. Daha olaya başlarken inanmadığınız bir şeye yemin etmek durumundasınız."
"Öncelikle imkânlarımız ne ve ne gibi sıkıntılarımız var? İmkânlar noktasında Müslümanlara çok alan açıldı.1 milyon 200 binin üzerinde imam-hatip öğrencisi var. Ensar Vakfı'nın liselerde namaz bilinciyle ilgili çalışmalarda verdiğim seminerlerde fark ettim; her gittiğimiz okul oldukça gelişmiş, öğrencilerin önünde imkânlar var. Her sınıfın kardeş aileler mevcut. Bundan 10-15 yıl önce düşünemeyeceğimiz bir şey. İlköğretime Kur'an ve siyer derslerinin getirilmesi tasavvur edilemezdi. Orası laik devletin eğitim kaleleri olarak görülüyordu. Öğrencilere çeşitli imkânlar sunuluyor. Örneğin gittiğim bir KYK yurdunun müdürü başörtülüydü ve yurdun duvarlarında Arapça, İlahiyat, İslam Felsefesi kursları afişleri gördüm. Öğrenciler isterlerse sertifikalı kurslar yurda getirilen hocalar tarafından ücretsiz veriliyor. Bu gerçekten şaşırtıcı ve ileri bir nokta.
Bence bu İslamlaşma sürecini kolaylaştırıyor. Bazı camialarda şöyle bir eleştiri var: 'İslamlaşma imkânı var ama yozlaşma da var'. Aslında bu tartışılabilir. Rahatlıkta daha mı yozlaşıyoruz, acaba toplum daha mı İslamlaşıyor? Ümitvar yaklaşım içinde olunmalı. Çoklukta nitelik daha azalmış görünüyor ancak eskiden bu kadar başörtülü yoktu mesela. Elbette bugünkü zaaflarla mücadele edeceğiz ama bizim ulaşamadığımız geniş halk kitlelerine ulaşılması açısından önemli imkânlar görmezden gelinemez.
Dindar nesil tartışmaları olduğu dönem gençlik merkezleri açılmaya başlandı. Ancak bu merkezlerden pek bir şey üremiyor. İslamcılık anlamında bir kültür göremiyoruz. Dolayısıyla yapılan çalışmalar göstermelik, nesil yetiştirme çabası yok. Bu anlamda cemaatlere ihtiyaç var. 90'lı yıllarda gençlerin yetiştirildiği klasik cemaatlere gerçekten ihtiyaç duyuluyor. Şimdi o cemaatlerden önemli bir kısmı AK Parti'ye entegre olmuş durumda. Hâlbuki bu cemaatler yapılarında bağımsızlığı korumalıydılar. Onlar da AK Parti'deki bu değişimi onayladılar ancak mesafeyi koruyamadılar. AK Parti'yi eleştirmeleri gereken yerde eleştiremez pozisyona geldiler.
Müslümanlar olarak alternatif duruşumuz olmalı. Her ne kadar bu değişimin, dönüşümün önemli olduğunu düşünsek de hala 10 Kasımlar, yemin törenleri var, Cumhuriyet bayramları kutlanıyor. Kurucu ilkelere dokunmama söz konusu. İnsanlar, ya AK Partidensiniz ya da değilsiniz diye çok kategorik bir düşünce yapısına sahip. Oysa biz duruşumuzu, bağımsız tutumumuzu korumalıyız. Biz AK Parti'ye entegre olamayız. En nihayetinde AK Parti çizgisi bizim çizgimizle tam olarak örtüşmez. Bizim ufkumuz daha geniş, hedefimiz-kimliğimiz daha net."
Şekerci'nin konuşmasını bitirmesiyle sözü alan Musa Üzer şöyle söyledi:
"Şöyle bir realite var: Biz Türkiye'de belli bir anlayışla yaşayan ve belli bir birikimden, tarihsel tecrübeden gelen Müslümanlar olarak neyi temsil ediyoruz, ne yapmak istiyoruz ile iktidar partisi ve devleti bugün elinde bulunduranlar neyi temsil ediyor, ne yapmak istiyor? Objektif açıdan değerlendirilmesi gerekir. Bütün güç imkânlarına rağmen şunu kabul etmemiz lazım ki bizim hayallerimiz, bizim ideallerimiz AK Parti ve Türkiye'yi aşan boyuttadır. Biz bir hareketi inşa etmek istiyoruz. Bu hareketin sınırı, coğrafyası, partisi yok. Biz yeryüzünde Allah'ın dinini hesapsız bir şekilde, sınırsız, pazarlıksız bir şekilde nasıl temsil edebiliriz? O da yine Allah'ın rızasını kazanmak içindir. Bunu nasıl inşa edebiliriz?
Bizim perspektifimiz bütün dünyadır. AK Parti ise bu perspektifimizi daraltma riski taşıyor. Biz imkânsızlıklardan, olumsuzluklardan, sıkıntılardan geldiğimiz için hemen teslim olma noktasında değiliz. Bürokraside yer edinmek, ihaleler almak, kabul etmek gerekir ki nefse hoş gelmektedir. Bizim böyle bir derdimiz yok, biz Allah'ın dinini yaşamak istiyoruz. Bu perspektifle, geçmişte siyasal organizasyonlarla, iktidarlarla, devleti işleten kadrolarla, ilişkimizi bağımsız ve muhalif olarak tanımlıyorduk. Ancak durum muhataplarımıza göre şekillendiğinden muhaliflik sıfatımız düştü, bununla birlikte bağımsız olma özelliğimizi koruyoruz. Bağımsızlığımızdan da taviz vermeyeceğiz. Dün muhalif olarak konuşuyorduk. Bugün kendince alan açıp, müzakere ediyorlar biz de bağımsız bir pozisyon sergiliyoruz. Hiçbir zaman nicelik olarak iktidar aygıtlarından güçlü olmayacağız ancak Allah'ın izniyle niteliksel anlamda gücümüz var ve devam edecek. Bir sözümüz var ve o sözümüzün bir değeri, bir gücü var.
Açık konuşmak gerekirse, geleneksel cemaatlerin, iddialı olmadıkları için çok da fazla eleştirilemeyeceklerine inanıyorum.
Siyasal alanla daha hemhal olan, dünyayı, toplumu değiştirmek için bir zaman iddiaları olan radikal oluşumların durumu ise fecaat. Bugün belki geldiği yer düne göre olumlu ama yine de anlamsız. Çünkü yapılan edilenleri gerçekten adalet terazisine koyacak bir derdi yok. Mesele tek tek gruplarla, bireylerle ilgili değil. Bizim oluşumlarımız çok sınırlı imkânlarla bir şeyler inşa edip ona da din diye sarıldılar."
Panel, soru cevap faslından sonra Asr Suresi'nin okunmasıyla sona erdi.