AKP Hükümeti’nin başta Orta Doğu ülkeleri ve İran olmak üzere, İslam ülkeleriyle kurduğu yakın ilişkiler, İsrail’e karşı takındığı sert tutum, bazı kesimlerin ‘Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor mu?’ sorusunu sormasına neden oldu. Arap dünyasında ise, bu durum coşkuyla karşılanıyor ve Başbakan Erdoğan, ‘Ortadoğu’nun Yeni Nasır’ı’ olarak göklere çıkarılıyor. Erdoğan’ın Libya ziyareti sırasında Kaddafi’nin “İstanbuleskiden ortak başkentimizdi ve aynı ülkede yaşıyorduk. Şimdi neden olmasın” diye sorması ise bizde bazı çevrelerin giderek daha sık dile getirdiği ‘Osmanlı Devleti’nin en azından manevi açıdan ihyası’ projesine atıfta bulunuyor gibiydi. ‘Yeni Osmanlılık’ meselesini bir başka zamana bırakarak bu hafta Nasır’ın Arap milliyetçiliği açısından ne anlama geldiğini, dolayısıyla Erdoğan’dan beklenen rolün ne olduğunu anlatmaya çalışacağım. Yer sorunu yüzünden, hikâyeyi Arap milliyetçiliğinin iki lider ülkesi Suriye ve Mısır’ın modern tarihleri bağlamında ele alacağım.
Yazıya geçmeden önce 19 Ocak 2007’de derin ve karanlık güçlerce hunharca katledilen Hrant Dink’i sevgi ve saygıyla anmak istiyorum. Aradan geçen üç yılda adaletin tecelli etmesine bir nebze olsun yaklaşamadık. Hrant’ın Arkadaşları’nın dediği gibi “Çok zor değil. Adalet istiyoruz. Planlayanlardan, öldürtenlerden, saklayanlardan, saklananlardan hesap sormak istiyoruz. Hrant’ı ölüme götüren süreci ve vicdanlara sıkılan kurşunlardan sonrasını unutmuyoruz. Katili tanıyoruz. Çok zor değil; Adalet istiyoruz. Bizim gibi hissedenleri 19 Ocak günü 14:30’da AGOS’un önüne, 19.00’da ise Taksim Meydanı’na bekliyoruz!”
Ortadoğu’da devir teslim
Ekim 1918’de, Şam’a bir kahraman gibi giren Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal’ın ilk işi Fransız birliklerinin kontrolündeki Lübnan dışındaki bölgelerde egemenliğini ilan etmek olmuştu. Mart 1920’de Genel Suriye Kongresi toplanmış ve Suriye’nin bağımsızlığı ilan edilmişti. Ardından Arapça resmî dil yapıldı ve Osmanlıca kitaplar Arapçaya çevrilmeye başlandı. Hukuk Fakültesi ve Arap Akademisi açıldı. Ancak Fransa ve İngiltere’nin planlarında bağımsız bir Suriye değil, kendilerine tâbi bir manda yönetimi vardı. Nihayet Nisan 1920’de İtalya’nın San Remo şehrinde toplanan konferansta Ortadoğu, 1916 tarihli meşhur Sykes-Picot Antlaşması’nda tanımlanan şekilde yeniden paylaşılmaya başlandı. Fransızlar Suriye’yi işgal ettiler. Faysal ülkeden sürüldü ve İngilizler kendisini Irak kralı yapana kadar da İngiltere’de kalmak zorunda kaldı.
Şam’da Marseillaise Marşı
O günlerde Arap milliyetçiliğinin başkenti olan Şam’da Fransızların ekonomik ve idari egemenliği her geçen gün yayılıyor, Fransız bankerler ekonomiyi kontrol ediyorlar, pazarda Fransız parası frank kullanılıyor ve okullarda zorunlu dil olarak Fransızca okutuluyordu. Okul çocukları sabahları Fransız milli marşı Marseillaise’i söyler hale gelmişlerdi. Fransızlar Kuzey Afrika’da uyguladıkları sömürgecilik yöntemlerini burada bütün acımasızlığıyla deniyorlardı. Sonuçta olan oldu. 1925’te Aleviler, Dürzîler, Bedeviler birbiri ardına ayaklanmaya başladılar. Fransızlar olayları bastırmak için Şam bölgesini havadan bombaladılar ve beş bin Suriyeli hayatını kaybetti. Ayaklanmalar 1927’de bitti ancak Fransız yetkililer için milliyetçi taleplere boyun eğmekten başka çare kalmamıştı. 1928’de İbrahim Hannanu başkanlığında Milli Cephe oluşturuldu ve bir kurucu meclis açıldı. 1930’da da bağımsızlık ilan edildi ancak Fransa ile de ipler tamamen koparıl(a)madı. İlişkiler bir dostluk antlaşması ile güvence altına alındı çünkü Fransa Suriye’nin kuzeydoğusunda bulunan petrolün farkına varmıştı. Antlaşmaya göre Fransa ülkenin dış politikasında söz sahibi olacak, ekonomik alanda önceliklerden yararlanacak ve ülkede iki askerî üs bulunduracaktı.
Suriyeli milliyetçiler örgütleniyor
Ortak düşman Fransızlara karşı biraraya gelen farklı dinî ve etnik kökenlere sahip Suriyeli kentli aydınların örgütlerinin en radikali 1933’te kurulan Milli Hareket Ligi idi. Militan ve antiemperyalist bir Pan-Arapçılık güden Lig, Suriye’deki Milli Cephe’nin Fransızlarla ‘şerefli işbirliğine’ karşı çıkmış, Suriye’nin bağımsızlığı için kitleleri eyleme çağırmıştı. Eylem başarıya ulaştı ve Eylül 1936’da Fransa, Suriye’nin bağımsızlığını onaylayan bir antlaşmayı imzaladı. Ancak antlaşma Fransız hükümeti tarafından yürürlüğe konmadığı gibi, Fransa öteden beri Suriye’ye karşı bir koz olarak kullandığı Hatay sorununda yüz seksen derece çark etti, önce Hatay’ın bağımsız olmasına, 1939’da Türkiye’ye bağlanmasına razı olarak Suriyeli milliyetçilerden öcünü aldı.
Bereketli Hilal Projesi
Bu olaylar, Suriye’yi hem İngiltere’ye hem de Arap kardeşlerine yaklaştırdı. 1943’te, Suriye’nin milliyetçi Başbakanı Nuri Said tarafından Britanya’ya sunulan Bereketli Hilal Planı’na göre, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Filistin, ‘Büyük Suriye Birliği’ adı altında birleşecek, sonra buna Irak da katılacaktı. Birlik, Filistin’deki Yahudilere, Lübnan’daki Hıristiyanlara özerklik sağlayacaktı. Daha sonra buna isteyen Arap devletleri de katılabilecekti. Ancak Bereketli Hilal fikri, hem Suriye ve Lübnan’da egemenliğini kaybetmek istemeyen Fransa’dan, hem Irak’ın petrol gelirlerini Suriye ile paylaşmaya yanaşmayan Iraklı zenginlerden, hem de yeni devlette korunmayacaklarını düşünen Irak ve Suriye’deki Kürtler ile Şiilerden tepki gördü. Ama daha ilginci, ilerde Arap birliği fikrinin şampiyonluğunu yapacak olan Baasçı subaylar bile, Mısır, Suudi Arabistan, ABD ve sosyalist ülkelerin etkisiyle bu fikre karşı çıktılar.
Suriye’nin bu atağına, bölgenin liderliğine oynayan Mısır’ın cevabı gecikmedi. Fransa’yı etkisiz kılmak isteyen İngiltere’nin perde arkası desteği ve Mısır’ın davetiyle, 25 Eylül-8 Ekim 1944 tarihinde İskenderiye’de toplanan Mısır, Trans-Ürdün, Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Lübnan, Yemen ve Filistin temsilcileri 1945’te Kahire’de kurulacak Arap Ligi’nin protokolünü imzaladılar. Böylece Arap milliyetçiliği ilk kez Ortadoğu ölçeğinde örgütlenmiş oldu.
Arapların ağabeyi: Mısır
Topraklarının çok büyük bir bölümü Afrika kıtasında olduğu halde, barındırdığı büyük Arap nüfustan dolayı ve Arap milliyetçiliğinin yükseliş yeri olduğu için Ortadoğu jeo-politiği içinde ele alınan Mısır daha Kavalalı Mehmed Ali Paşa döneminden itibaren (1805-1849) Osmanlı Devleti ile ilişkilerini en alt düzeye indirmiş, Batılılaşma projelerine hız vermişti. Kavalalı’nın ardıllarından Abbas Paşa, Osmanlılara karşı İngilizlerin desteğini almaya çalıştıysa da, kendisinden sonra gelen Said Paşa rotayı tam tersine çevirecek ve Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps’e Süveyş kıstağı üzerinde bir kanal açma iznini verecekti. Bu olay Mısır’ın kontrolünü Hindistan Yolu’nun güvencesi gören İngilizlerle Osmanlıların arasını açtı ancak kanalın yapımını önlemeye yetmedi. İnşaatı izleyen yıllarda Mısır’ın bozulan maliyesi yüzünden Kanal İdaresi Fransa ve İngiltere arasında paylaşıldı. Bundan böyle Mısır tarihini yükselen Arap milliyetçiliği ile Fransa ve İngiltere’nin başını çektiği Osmanlı aleyhtarı politikalar belirledi.
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine İngilizler Mısır’da ‘Protektora’ (Himaye) denilen bir yönetim biçimine geçmişlerdi. Yönetimde yerel paşalar vardı ama idare İngilizlerin denetimi altındaydı. İngilizler bu yerel idarecilerin eliyle Arap milliyetçiliğini bastırmaya çalışıyorlardı. Ancak savaş bittiğinde Arap milliyetçileri derhal bağımsızlık taleplerini dile getirdiler. O sıralar İngilizlerin Mısır’daki olağanüstü yüksek yetkilisi olan Lord Allenby ipleri gevşek tutmayı akıl etti ve 28 Şubat 1922’de Mısır bağımsızlığını ilan etti. Tahta I. Fuad geçtiğinde Mısır, diğer Ortadoğu ülkelerine göre çok sorunsuz biçimde ulus-devletini kurmuş görünüyordu. Ancak durumun pek de öyle olmadığı daha sonra ortaya çıkacaktı.
Yeni Efendiler sınıfı
Mısır’da Irak, Suriye ve Filistin’dekinden çok daha geniş ve köklü bir entelijansiya vardı. Ülkedeki iyi okullardan mezun iyi yetişmiş, şehirleşmiş, ancak ekonomik krizlerden büyük zararlar görmüş olan ‘Yeni Efendiler’ sınıfı ile Batı yanlısı toprak sahipleri arasındaki çatışmalar çok derindi. Kendilerini çürümüş düzene, Batı yanlısı politik kültüre karşı şiddeti de kullanarak savaşan kızgın genç kuşak olarak adlandırıyorlardı ve yerelcilik, Arapçılık, İslamcılık ve Doğuculuğu savunan Yeni Efendiler, 1930’larda Genç Müslüman Erkekler Birliği, Genç Mısır Birliği, Müslüman Kardeşler (ki varlığını bugün de sürdürüyor) gibi eğitimli gençlik örgütleri ve çeşitli entelektüel edebiyat hareketleriyle yeni bir karşı kültür oluşturmaya soyundular. Mısır’da yayımlanan çeşitli gazete ve dergiler, kitaplar Arap milliyetçiliğini tüm Arap dünyasına yaydı. Kahire, Beyrut, Şam, Bağdat gibi merkezler arasındaki kültürel işbirliği, atölye çalışmaları, seminerler, konferanslar, öğretmen ve öğrenciler, bilim adamları, gazeteciler, artistler, edebiyatçılar arasındaki ilişkiler aracılığıyla ortak bir Arap kültürünün oluşturulması süreci derinleşti.
Filistin direnişinin etkisi
Aynı tarihlerde Filistin’de eğitimli şehirli orta sınıfların (fizikçiler, bankacılar, finans uzmanları, gazeteciler, öğretmenler) Siyonizm’e ve Britanya mandacılığına yönelik mücadelesi Genç Müslüman Erkekler Birliği, Genç Arap Erkekler Birliği, Arap Gençliği Kongresi, Vatansever Arap Birliği, Arap İzciler Birliği gibi örgütlerde ve El İstiklal Partisi’nde vücut bulmuştu. 1935’ten itibaren Filistin’de Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni önderliğinde, Britanya sömürgeciliğine ve Siyonizme karşı verilen mücadele sadece Mısır’da değil, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki bütün merkezlerde dikkatle izleniyordu.
Ayaklanma Mısır’ın geleneksel içe dönüklüğünü sona erdirdi. Efendiler sınıfı hızla Filistin davasının savunuculuğuna soyundu ve olayı Arap-İslam birliği için dayanak yaptı. Özellikle 1937’de Suriye’nin Bludan şehrinde toplanan kongre ile 1938’de Kahire’de toplanan kongre, Arap milliyetçiliğinin yükselişinde önemli dönemeçler oldu.
Soğuk Savaş ve Nasır dönemi
1941’de Saray İngiliz tanklarıyla sarıldığında ve Kral Faruk, İngiliz yanlısı Nahhas Paşa’yı başbakan olarak atamaya zorlandığında milliyetçilerin sesi çıkmamıştı. 1948-1949’da, yeni kurulan İsrail’e yenilen Arap orduları, arkalarında ‘Arapların zayıflığı’ fikrini ve günümüze kadar gelen Filistinli mülteciler sorununu bıraktılar ama Mısır’daki işbirlikçi monarşinin de suyu ısındı.
Temmuz 1952’de krallığı devirerek iktidara el koyan Hür Subaylar Hareketi’nin perde arkasındaki karizmatik lideri Cemal Nasır, 1954’te iktidarı şahsen ele aldığında yaptığı konuşmada, Mısırlılardan ‘halk’, Araplardan ‘millet’ olarak söz etmişti. Bu konuşma, Mısır’ın Osmanlılardan beri sürdürdüğü ‘Firavuncu’ izolasyon politikalarına son verdiğini ima ediyordu. Bundan sonrası çok hızlı gelişti. Mısır, ABD’nin Sovyet etkisini sınırlamak için kendisine yakın Orta Doğu ülkelerine 1955’de kurdurduğu Bağdat Paktı’na dahil olmakta çekinceli davranınca ABD Dışişleri Bakanı Dulles tarafından Assuan Barajı’nın yapımı için Dünya Bankası’ndan verilen kredinin dondurulması ile tehdit edildi. Bu fırsatı kaçırmayan Sovyetler Birliği, barajın finansmanını üstlendi ve bölgeye yerleşti.
Ardından Nasır 1956’da Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi kararını aldı. Bu Batılı ülkelerin kabul edebileceği bir şey değildi. Nitekim İsrail, İngiltere ve Fransa Mısır’a karşı ortak harekâta geçtiler ve Sina Yarımadası’nı işgal ettiler. Bombardıman sürerken Nasır, “Camilerimiz yıkılıyor, ama bazı Müslüman ülkelerden ses seda yok. Yanımızda olmayan Müslüman ve Arap ülkelere lanet! Nuri Said, Menderes bir gün kendi halkı tarafından asılacak. Emperyalistlere lânet!” diye bağırıyordu. 1957’de ABD ve SSCB’nin baskısıyla söz konusu işgal büyük ölçüde kaldırıldı. Gerçi Mısır Sina Yarımadası’nın bir kısmını hiçbir zaman geri alamadı ama Süveyş Kanalı’nın Mısır’ın elinde kalması Nasır’ı Arap milliyetçiliğinin yıldızı yapmaya yetti.
Birleşik Arap Cumhuriyeti macerası
ABD ve Britanya desteğiyle ‘Ortadoğu’da Osmanlı’yı yeniden canlandırma’ hayali kuran Adnan Menderes Suriye’yi Bağdat Paktı’na girmeye zorluyordu. Bu baskılardan bunalan Suriye, 1 Şubat 1958’de Mısır’la, Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşme kararı aldı. Haritalarda Suriye ve Mısır adları yerine ‘Güney Bölgesi’, ‘Kuzey Bölgesi’ yazıldı.
24 Şubat 1958’de Şam’a sürpriz bir ziyarette bulunan Nasır’a gösterilen ilgiyi gören Araplar, kendi Bismarklarını bulduklarını sanmışlardı. Ancak varılan nokta Arap milliyetçiliğinin liderliğini kimin yapacağı kavgasına dönüştü. Nasır’ın ilk işi Suriye’nin başına, yakın adamı Abdülkerim Amir’i atamak oldu. Mısırlı generaller, Suriye ordusunun önemli noktalarına getirildiler. Baas dahil tüm siyasi partiler kapatıldı. Bu durum Baasçı subayların gururunu kırdı. Nasır’ın Suriye’de büyük bir toprak reformuna girişmesi, daha önce askerî darbeler sırasında büyük yaralar almış Suriyeli ayan sınıfını tedirgin ederken, işyerlerinin devletleştirilmesi Suriyeli iş çevrelerini korkuttu. Buna Nasır’ın millici politikalarına kızgın olan Batı ülkelerinin kışkırtmaları eklenince Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin suyu ısındı. 1961’de Baasçı subaylar birlik karşıtı bir ayaklanma başlattılar. Nasır önce duruma müdahale etmek istedi ama sonra Araplar arası kavgayı önlemek için Suriye ve Yemen’in birlikten çekilmesine izin verdi. Mısır bundan sonra da Birleşik Arap Cumhuriyeti adını kullanmaya devam etti.
Nasırcılığın sonu
İplerin kopuşu dört yıl sonra oldu. 1967’de İsrail’e karşı ortak hareket kararı alınmış olmasına rağmen, Suriye ordusu Mısır ordusuyla eş zamanlı harekete geçmeyerek meşhur Altı Gün Savaşı’nda Arap tarafının yenilgisine katkıda bulundu. Bu yenilgi sadece Arap milliyetçiliğinin peygamberi Nasır’ın değil Arap milliyetçiliğinin de yenilgisi oldu. 28 Eylül 1970’de kalp krizinden ölen Nasır’ın yerine geçen Enver Sedat’ın ilk işi Birleşik Arap Cumhuriyeti adını Mısır Arap Cumhuriyeti yapmak oldu ki burada ‘Arap’ kelimesi Mısır adını tanımlayan sıfattan fazlası değildi.
Ancak birleşme hevesi sona ermedi. 1971’de Mısır, Libya, Sudan ve Tunus’un birleştiği ilan edildi. 1970’lerin ortalarında Libya ve Tunus birleşmeye çalıştı. ‘Araplar’ adına son büyük atak 1973’te Enver Sedat’ın Süveyş Kanalı çevresindeki toprakları ABD ve SSCB’nin baskıları sayesinde İsrail’den geri alması oldu. Ancak altı yıl sonra Sedat’ın İsrail’le barış anlaşması imzalaması, ABD ile ilişkileri sıkılaştırması ve ekonomik liberalizmi seçmesi milliyetçilik yanılsamasına son noktayı koydu. Milliyetçiliğin boşalttığı alanı Pan İslamcı ideoloji almaya başladı. Her devletin kendi sınırları içinde milliyetçilik yapmasının meşruiyetinin ilan edildiği 1995 tarihli Hartum Konferansı’ndan beri Arap devletlerini ortak bir Arap davasının ardında görmek mümkün olmadı.
Bugün Atlantik kıyılarından Arabistan Denizi’ne uzanan dev bir coğrafyada 22 ülkeye dağılmış olarak yaşayan 300 milyon kişinin büyük bir kısmı kendilerini çoktandır Arap değil, Mısırlı, Suriyeli, Ürdünlü, Faslı veya Iraklı olarak tanımlıyor. Araplar sadece Müslümanlar ve Hıristiyanlar, Sünniler ve Şiiler, Maruniler ve Dürziler, Arapça konuşanlar, Berberice, Kürtçe konuşanlar olarak değil, kabileler, boylar hatta aileler olarak da bölünmüş durumda. Kısacası ortada bir ‘Arap Dünyası’ yok. Öte yandan otoriter, şövenist ve içe kapanmacı bir lider olarak Nasır’ın ve Nasırcılığın Arap halklarına iyi şeyler getirmediği de ortada. Başbakan’ın şakşakçılara kulak asmayıp, kendisine daha iyi bir model seçmesini dileyelim.
Baas Partisi
Baas, ya da açık adıyla Arap Sosyalist Diriliş (Rönesans) Partisi (Hizb El Baas El Arabi El İştiraki) gayrı resmi olarak 1943’te Sünni Salah Bitar ve Ortodoks Mişel Eflak tarafından Şam’da kuruldu. “Materyalist komünizme karşı Arap ruhu, yapay ilerleme ve gericiliğe karşı şanlı Arap tarihi, sözde milliyetçiliğe karşı kişilikli milliyetçilik, politik kurnazlığa karşı ilkeli Arapçılık ve bu idealleri yaşama geçirmek için yeni Arap kuşağı” şiarı ile yola çıkan Baas kadroları, Nietzsche, Fichte, Bergson, Marks, Gide ve Tolstoy üzerine yürüttükleri akademik tartışmalardan arta kalan enerjilerini tek bir Arap devleti kurmaya hasrettiler.
Baas, resmî kuruluşunu 7 Nisan 1947’de Şam’daki kongrede yaptı. Aynı yıl, İskenderun-Hatay bölgesinin yetiştirdiği Alevi-Arap milliyetçilerinden Zeki El-Arsuzi’nin önderliğindeki Arap Dirilişi (El-İhya El-Arabi) hareketiyle birleşti. 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşunu Arapların birlik olmamasına bağlayan parti bu tarihten itibaren diğer Arap ülkelerinde de taraftar bulmaya başladı. 1953’te Suriye’nin Hama bölgesindeki topraksız Sünni köylüler arasında örgütlenmiş olan Ekrem Hurani’nin Arap Sosyalist Partisi (ASP) ile birleşerek kitleselleşen parti Arap Baas Sosyalist Partisi adını aldı. Partinin Irak şubesi 1954’te oluşturuldu. 1954-1958 arasında, Baas mensupları Irak’ta önemli görevlere geldiler. Bu başarının etkisiyle Lübnan ve Ürdün’de Baasçı hareketler ortaya çıktı. Baas Partisi, 1958’de Irak’ta, 1963’te Suriye’de iktidarı tamamen ele geçirdi. Baas Irak’ta Saddam Hüseyin’in 2003’te ABD tarafından devrilmesine kadar iktidarda kaldı. Suriye’de ise hâlâ iktidarda.
Özet Kaynakça: Albert Hourani, Çağdaş Arap Düşüncesi, İnsan Yayınları, 1994; Zeynep Güler, Süveyş’in Batısında Arap milliyetçiliği, Mısır ve Nasır, Yenihayat Kütüphanesi, 2004; A. L. Tibawi, A Modern History of Syria, Londra, 1969; Bassam Tibi, Arab Nationalism: A Critical Inquiry, New York, 1990; Adid Davişa, Arap Milliyetçiliği, Zaferden Umuda, Literatür Yayıncılık, 2004.
TARAF