Yeni krizimiz

Son Erzincan-Erzurum kilitlenmesi ve kriziyle Türkiye bir kez daha fırtınalı sulara, pusulasız bir halde girdi. Olanlar hakkında hukuk içinden bir açıklama bulmak hiç kolay değil. Hemen bazı teknik terimler piyasaya dökülüyor: tutuklama kararı verilen savcının ne yaptığı iddia ediliyor? “Kişisel” mi, “görev”le mi ilgili vb?.. Bunlara cevap vermek için “hukukçu olmak gerekir” diyebiliriz. Olabilir, ama hukukçu olmak “yeterli” mi? Anayasa Mahkemesi’nin “367” kararını verdiği bir ülkede “hukukî” kelimesinin anlamı ne? Bu “367” kendi başına birçok şeyi açıklıyor, ama istendiğinde “Yüksek” Yargı’nın elinde hukukun ne hale geldiğinin epey uzun bir listesini çıkarabiliriz. Zaten Yargı “yükseldikçe” kararları da tuhaflaşıyor.

“Hukukçu” olmanın fazla bir anlamı kalmamasının başlıca nedeni ortalıkta, yürürlükte olan kavganın hukukla fazla bir ilgisi olmaması. “Hukuk”, dönmekte olan işlerin “kılıf”ı. Bir tür “political correctness” sonucu “hukuk” kelimesini kullanıyoruz. Oysa gerçeklik düzeyinde olan şey, bildiğimiz “iktidar kavgası”. Bunun sonucunu belirleyecek olan da “hak”, “hukuk” değil, bildiğimiz “iktidar kavgaları”nda hep olduğu gibi, “güç”, kimin daha “güçlü” olduğu.

Böyle alıştık, böyle gidiyoruz: her hafta gibi bir tempoyla, önümüze bu türden bir sorun getirip koyuyorlar. Her işi bırakıp büyük bir hararetle o konuyu, o sorunu tartışıyoruz. Sanki iş o sorunun içinde başlayıp o sorunla bitiyormuş gibi. Oysa öyle değil, bütün bu sorunlar birkaç yıldır süren bir kıran kırana mücadelenin birbirine eklemlenen parçaları. Zaten mücadelenin cereyan tarzı da bunun böyle olduğunu gösteriyor.

Eskiden, “önemli” sayılan konular gündeme geldiğinde, “tek sesli” bir Türkiye vardı. Siyasete “çok-partili” olmayı sokmak, o önemli konularda bu durumu değiştirmedi. “Tek-parti”, “tekel”, “tek ses”... bunlar demokrasinin işareti sayılmaz. Onun için “çok-sesli” olma özlemini yaşatırdık. Derken bu yıllara geldik: “çok-sesli” olmayı hâlâ başarmış sayılmayız, ama “iki-sesli” olduk. Sekiz yıldır “iki-sesli” bir toplum olarak varoluyoruz. Bir siyah, bir de beyaz var. Daha doğrusu, var mı, ondan çok emin değilim, ama “Ben beyazım, sen siyahsın” diyen iki kesim var.

Biz seyircilerin bakışları bu iki kesimden hangisinin hangi durumda doğru söylediğini kolay kolay çözemiyor. Örneğin şimdi, Yargı Aygıtı içindeki iki taraftan biri, öbürünü, tarikatlara kafasını takıp gittiği için mi cezalandırıyor, yoksa işin içinde henüz bize açıklanmayan başka şeyler mi var? İkisi de olabilir, iki durumda da olan şeye şaşırmam. Çünkü zaten “şaşırma” yetimiz fena halde erozyona uğradı.

Ama diyelim ki, tarikatı taciz etmekten farklı ve “ciddi” şeyler çıktı. Kavganın gidişi açısından bunun da pek bir şey değiştireceğini sanmıyorum. Çünkü o tarafı savunan koro bu durumda da “Söylenenler yalan. Ciddi değil. Islak değil” türünden sözlerle kavgaya devam edecek. Önemli olan “doğru” bir şey söylemek değil, ne söylüyorsan onu mümkün olduğu kadar yüksek sesle söylemek.

Bu gidişin iyi bir gidiş olmadığını söyleyen çok. Ama gidiş devam ediyor.

Nerede, nasıl sonuçlanacağına dair bir tahminde bulunmak imkânsız. Bir bilen, gören var mı, bilmiyorum. Umarım vardır ama galiba yok.

TARAF