Yeni Dönemin Eşiğinde AK Parti
SETA İstanbul Genel Koordinatör Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. İsmail Çağlar / Star
AK Parti’nin olağanüstü kongreye gitme kararı bir yönüyle bugünün meselesi iken bir diğer yönüyle siyasi sistemimizin bir süre önce alınan Cumhurbaşkanını halkın seçmesi kararının orta ve uzun vadeli gereklerine göre yeniden şekillendirilmesidir. 2007 yılında maruf 367 krizinden sonra cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gündeme geldi ve meclisin bu yöndeki kararı referandum ile onaylanarak yürürlüğe girdi.
O zamandan beri Türkiye’de adı konulmamış bir yarı başkanlık sistemi vardır. Mevcut sistem bazen yanlış şekilde fiili-başkanlık olarak isimlendirilse de sistemi bugünkü haline fiiliyat değil hukuki bir düzenleme getirmiştir. Dolayısıyla ortada fiili değil ancak adı konulmamış bir yönetim sistemi değişikliği vardır.
Yarı-Başkanlık Tecrübesi
Yarı-başkanlık sistemleri, siyasi şartlara ve kişiliklere göre cumhurbaşkanı (başkan) ile başbakanın etkin olduğu sistemlerdir. Cumhurbaşkanı (başkan) güçlü olduğunda başkanlığa, başbakan güçlü olduğunda ise parlamenter sisteme fiili olarak dönüşür. Türkiye cumhurbaşkanının güçlü olduğu bir yarı-başkanlık tecrübesi yaşamaktadır.
Bu tip bir yarı-başkanlık sisteminin krizsiz bir şekilde yoluna devam edebilmesi için siyasi açıdan güçlü ve cumhurbaşkanı ile uyumlu bir başbakana ihtiyaç vardır. Türkiye’de bugün karşı karşıya kaldığımız, başbakan ve genel başkan değişimi ihtiyacını ortaya çıkartan temel etken sistemin bu yönünün ısrarla görmezden gelinmesidir.
Güven Bunalımı
Davutoğlu Türkiye’de siyasi sistemin değiştiğini görmezden gelmiştir; anayasanın lafzının Cumhurbaşkanının tarafsız ve partisiz olmasını öngörmesi, Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm sürecinde bir aksama yaşanmaması ve AK Parti’nin iç işleyişinin sağlıklı devam edebilmesi gibi nedenlerle Tayyip Erdoğan tarafından çerçevesi çizilen “güçlü genel başkanlık” ilkesini, AK Parti’nin ve Erdoğan’ın siyasi vizyonundan farklılaşan kendi siyasi vizyonu için bir manivela olarak kullanmak istemiştir. Davutoğlu, Erdoğan ile kişisel ilişkilerinin problemsiz seyretmesinin, siyaset farklılığını aşmak için yeterli geleceğini düşünmüştür. Şeffaflık Paketi, Hakan Fidan’ın adaylığı, Dolmabahçe Açıklaması, 7 Haziran-1 Kasım arası süreç, Başkanlık Sistemi hakkındaki gelgitler, Kongre Süreci-MYK listesi (Eylül 2015), akademisyenlerin yargılanması, çözüm masasına dönme açıklamaları, dokunulmazlıkların kaldırılması ve en nihayetinde AB ile ilişkiler konuları tekil görüş ayrılıkları olmaktan çıkmış ve kriz çıkarmaya gebe bir güven bunalımına ve siyasi vizyon farklılaşmasına dönüşmüştür. Bu farklılaşma Nisan ayı sonunda 50 üyeli AK Parti MKYK’sının 48 üyesinin imzasını taşıyan bir dilekçe ile büyük bir siyasi kriz çıkartmaya aday hale gelmiştir. AK Parti MKYK’sı diğer genel başkanlara verdiği gibi Davutoğlu’na da verdiği teşkilat hakkında tasarrufta bulunma yetkisini geri almıştır. Davutoğlu genel başkanlığı bıraktığını açıkladığı basın toplantısında yol arkadaşları ile yaşadığı farklılaşmayı vurgulayarak, kendi vizyon ve siyasetinin AK Parti’nin ve partiyi doğuran hareketin lideri olan Erdoğan’ın siyaseti ve vizyonu ile ayrıştığını vurgulamıştır.
Bu durum karşısında hareketin lideri ve devletin başı olan Erdoğan, güçlü siyasi liderliğinden beklenen hamleyi yapmış ve Davutoğlu’nu olağanüstü kongre kararı almaya sevk eden süreci başlatmıştır. Meselenin Erdoğan’ın şahsı ile bağlantılı olan yönü de aslında buradadır. Mevcut sistemin sürekli olarak ürettiği cumhurbaşkanı-başbakan krizlerinin (adı konulmamış yarı başkanlık sistemine geçişle kriz üretme potansiyeli artmıştır) güncel versiyonunun kazasız belasız ve sıfır maliyetle atlatılmasında Erdoğan’ın güçlü siyasi liderliği temel belirleyici olmuştur. Erdoğan’ın bu hamlesi ile bürokrasi atamalarında, parti tabanında, medyada ve Türkiye’nin uluslararası muhataplarında var olan ve zaman zaman bir fırsat olarak kullanılan kriz algısını ortadan kaldırmıştır. Siyasi farklılaşmaya müdahale edilmediği durumda, daha derin krizlerle karşı karşıya kalma riski artarak devam edecekti. Örneğin, yakın zamanda gündeme gelen ve hemen herkesi rahatsız eden Pelikan belgesi tehlikenin boyutlarını göstermek açısından yeterlidir. Erdoğan ve Davutoğlu siyasetinin farklılaştığını gören isimsiz ancak maruf aktörler, kendilerine siyasi alan açmak için harekete geçmişlerdir. Erdoğan’ın müdahalesi bu tür alan açma çabalarının da önünü almıştır.
Bundan Sonra Ne Olacak?
Bundan sonra yaşanacak gelişmeleri AK Parti, Türkiye ve siyasal sistemimiz açısından ayrı ayrı değerlendirmek gerekmektedir. AK Parti cephesinde söylenecek ilk şey herhangi bir liderlik sorunun yaşanmayacağıdır. Hareketin kurucu ve doğal lideri olan Erdoğan’ın varlığı partide herhangi bir genel başkanlık krizi yaratma potansiyeli olan boşluğu kapamaktadır. Mayıs ayının sonunda yapılması kararlaştırılan olağanüstü kongrede partinin siyasi vizyonu ve adı konulmamış yarı-başkanlık sistemi ile uyumlu bir genel başkan seçilecektir. Genel başkan değişikliği basit bir aktör değişikliği olmanın ötesinde anlamlar taşımaktadır. Bir süredir emareleri görülmeye başlanan parti kademelerindeki kafa karışıklığı, ekipleşme ve senkronizasyon sorunları ortadan kalkacaktır.
Genel başkan ve başbakan değişikliğinin Türkiye siyasetine yansımalarında da benzer bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Erdoğan liderliği devam ettiği için ekonomik ve siyasi istikrarda herhangi bir türbülans yaşanmamıştır ve yaşanmayacaktır. Cumhurbaşkanlığı-başbakan uyumsuzluğunun önceki örneklerinde yaşanan ağır siyasi ve ekonomik krizler söz konusu değildir. Davutoğlu kongre kararını açıkladığında ilk anda yaşanan dolardaki manipülasyon etkili olmamış ve haftanın sonunda taşlar tekrar yerine oturmuştur. Dış ilişkiler, para politikaları, dokunulmazlıkların kaldırılması ve terörle mücadele gibi birçok alanda ortaya çıkan kafa karışıklıkları ortadan kalkacaktır. Potansiyel krizlerin önü alındığı için bir süredir bürokraside yaşanan tıkanma da aşılacaktır. Yeni Türkiye dönüşümünün başarılı şekilde devam etmesi neticesinde, Türkiye’nin istikrarı köklenmeye başlamıştır. Sağlamlaşan kurumlar sayesinde bir hükümet krizi ve siyasi kriz yaşanmadan genel başkan ve başbakan değişimi sürecinin tamamlanması beklenmektedir.
Merak edilen bir diğer konu ise erken seçimdir. Erdoğan ve AK Parti’nin bu konudaki ilkelerinden vazgeçtiğini ortaya koyan herhangi bir emare yoktur. İktidara geldiği 2002 yılından beri AK Parti mücbir bir sebep olmadıkça erken seçimlere karşı hep mesafeli durmuştur. 2007 ve 2015 örneklerinde olduğu gibi erken seçim kaçınılmaz hale geldiğinde de, bu seçeneği krizlerden çıkmak için yapıcı bir tarzda kullanmıştır. Bugün potansiyel bir kriz ortamından uzaklaştığımız için erken seçimin gündeme gelmeyeceği söylenebilir.
Ham Bir Hayal
Genel başkan değişiminin AK Parti ve Türkiye siyaseti açısından türbülans yaratmak bir yana krizi önleyici bir etki doğuracak olması, altta yatan sistem krizinin çözülmediği gerçeğini unutturmamalıdır. Başarılı siyasi liderlik sayesinde erken teşhis edilip krizlere zamanında müdahale edilse de kriz üreten sistem sorunu olduğu yerde durmaya devam etmektedir. 7 Haziran-1 Kasım arasındaki kriz erken seçim ile Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasındaki siyasi farklılaşma görev değişimi ile aşılsa da sistem sorun üretmeye devam etmektedir. Bugün sistem değişikliği zorunluluğu daha net gözükmektedir.
2007 anayasa değişikliğinin getirdiği adı konulmamış yarı-başkanlık sistemi, darbe anayasasının Türkiye’ye giydirdiği vesayetçi parlamenter sistemi geriletse de tamamen ortadan kaldırmamıştır. Tabiatı gereği zaten karma bir sistem olan yarı-başkanlık, Türkiye’deki adı konulmamış uygulaması ile daha kırılgan bir seyirde ilerlemektedir. Bugün yönetim sistemimizde siyaset, temsiliyet ve yürütme yönleri ile başbakanın üstünde bulunan bir cumhurbaşkanı yer almaktadır. Ancak bu cumhurbaşkanı anayasanın lafzı gereği siyasi kimliğe sahip değildir; tarafsız ve partisizdir. Anayasadaki bu hükmüN gerçeklikle bağı, “efendi, bey, paşa gibi lakap ve unvanların kaldırılmasına dair kanun”un gerçeklikle bağından daha fazla değildir ve bu yönüyle ham bir hayaldir.
Bugün Türkiye’nin önünde iki seçenek vardır. Adı konulduğu modellerinde bile sorun çıkartan yarı-başkanlık sistemini adı konulmuş bir tam başkanlık sistemine dönüştürmek birinci seçenektir. İkinci seçenek ise sistem krizini yok sayıp, siyasi aktörleri kelimenin tam ve doğru kullanımı ile fiili bir başkanlık sistemini uygulamaya koymaya mecbur bırakmaktır. Türkiye ilk seçeneği tercih edip gerçekçi olarak, cumhurbaşkanlığının sahip olduğu siyasi gücü karşılayacak şekilde sistemi revize etmelidir. Seçilecek yeni genel başkanın ve onun kuracağı kabinenin birinci önceliği bu revizyon olmalıdır.