Tuhaf memleket burası, tuhaf.
Hastalanmış bir yer.
Bünyesinde bir tümör var sanki.
Bence o tümör, ordunun ve yargının siyasetteki rolü.
Orduyla yargıyı siyasetten çıkarmadıkça bu ülkeyi düzeltmeye imkân yok.
Ne yaparsanız yapın sürekli ateşlenir burası.
Bu iki kurumun siyasetle ilişkisi, bütün hayatın ritmini bozuyor.
Üstelik siyasetle iç içe olduklarından kendi mesleklerinin gereklerine göre değil, siyasetin gereklerine göre davranıyorlar.
Ve biz hem ordusuz hem yargısız kalıyoruz.
Ordusu olmayan, yargısı olmayan, siyasi bir özgürlüğe alan açamayan sıkışık bir hal alıyoruz.
Şu meşhur Dağlıca baskınını hatırlıyorsunuz değil mi?
Çok kuşku verici bir olaydı o.
İlk önce bütün suç, esir düşen sekiz askerin üstüne yüklendi.
Bizim gazete, durumda bir gariplik olduğunu sezdi.
Olayın üstüne gittik.
Ve gittikçe de, birtakım karışık işlerle karşılaştık.
Baskın yapılacağı önceden biliniyordu.
PKK’lıların geldiği, yığınak yaptığı görülmüştü.
Baskını haber veren istihbarat raporları vardı.
Ama hiçbir önlem alınmamıştı.
Alınmadığı gibi de PKK’nın saldıracağı yolun üstündeki kuvvetler azaltılmış, baskına uğrayacak taburun projektörleri yakılıp açık bir hedef haline getirilmiş, subayların önemli bir kısmı izne gönderilmişti.
Taburun komutanı da düğüne gitmişti.
Ne oldu Dağlıca’da, diye sorduk.
Bugüne dek Genelkurmay Başkanlığı’ndan açık net bir cevap gelmedi.
Onca “hata” nasıl yapıldı, bilen yok.
Genelkurmay, “gerekli önlemler alınmıştı” dedi ama ortada pek bir önlem de gözükmüyordu.
Şimdi bu kuşkulu durumu daha da kuşkulu hale getiren başka bir gerçek çıktı ortaya.
Dağlıca’nın tabur komutanı, daha sonra Ergenekon sanıkları arasına katılacak bir hanımla haberleşiyormuş.
Komutanla, Ergenekon sanığı arasında ciddi bir haberleşme trafiği yaşanmış.
İnanmayacaksınız ama tabur komutanı, tabur mevzilerini ve PKK gözetleme noktalarını gösteren bir fotoğraf göndermiş Ergenekon sanığına.
Üstelik yazışma biçimlerinden, aralarında çok ciddi bir “ideolojik” birliktelik olduğu da seziliyor.
İnsan, dostlarıyla haberleşir, onlar da iyi dostlarmış birbirlerine mektuplar gönderiyorlarmış desek, dünyanın neresinde, hangi tabur komutanı karargâhının fotoğrafını “internet” üzerinden bir tanıdığına gönderir?
Önemli noktaları o fotoğrafın üzerinde işaretler?
Askerlik kurallarına uyar mı bu?
Bir de, tabur komutanının fotoğraflar gönderdiği “yakın dostu” bir Ergenekon sanığı çıkıyor.
Şaşırtıcı bir tesadüf, değil mi?
İnsan, “neler oluyor” diye sormadan edemiyor.
Fevkalade kuşkulu bir baskının hedefi olan bir karakolun komutanı, bir Ergenekon sanığının yakını.
Yazışmaları, Ergenekon dosyasına giriyor.
Ve, Dağlıca ile Ergenekon bir yerde buluşuyor.
Bazen bana öyle geliyor ki bütün “kuşkulu” olayların hepsi, sonunda öyle ya da böyle Ergenekon’la buluşacak.
Baksanıza Dağlıca bile Ergenekon dosyasının içinden çıkıverdi.
Bir ordu siyasetin içinde bulunmamalı.
Hiçbir zararı olmasa bile orduda çok ciddi disiplin zaaflarına yol açıyor siyaset merakı.
Üstelik, karşılaştığımız olaylar “disiplin zaafı” kavramını da çok aşıyor.
Çok başka sorular yaratıyor.
Mesela, orduda daha kaç tane “Ergenekon sanıklarıyla haberleşen” subay var diye merak ediyorsunuz.
Bunlardan kaçı o “dostlarına” gizli kalması gereken belgeler gönderiyor?
Neden ordu bu subaylar hakkında hiçbir önlem almıyor?
Ordu niye Dağlıca konusunda dişe dokunur bir açıklama yapmıyor?
Niye suç o sekiz askerin üstüne yıkılmaya çalışıldı en başta?
Dağlıca ile ilgili bir soruşturma varsa, bu soruşturmanın sonuçları ne oldu?
Soruşturma yoksa, niye yok?
Dağlıca baskının sorumluluğu hangi seviyeye kadar yükseliyor?
Üstleri, Dağlıca komutanının Ergenekon sanıklarıyla haberleştiğini biliyor muydu?
O zaman bilmiyorlarsa şimdi biliyorlar.
Ne yapacaklar?
Bizim ordu, aynı zamanda kendini bir siyasi otorite, hadi daha açık konuşalım bir “iktidar odağı” olarak gördüğünden kimseye hesap vermek zorunda olmadığına inanıyor.
Bu, yanlış bir inanç.
Ordular, toplumlarına hesap verirler.
Onları sağlıklı ve disiplinli tutan da budur zaten.
Türkiye, orduyu ve yargıyı siyasetin dışına çıkartmadığı sürece hastalığına bir çare bulamaz bence.
Her gün yeni bir gariplikle karşılaşırız.
Üstelik de insanların hayatlarını mahveden garipliklerle.
TARAF