Bölge yeniden şekillenirken, üç yeni aktör bölgede aktif rol oynamaya çalışıyorlar. Aktörlerin üçü de bölge ülkesi, yani Türkiye, İran ve Katar. Üç aktörü birbirinden ayıran faktör, harici güçlerle olan ilişkileri ve bölgeyle ilgili uzun vadedeki projelerin farklılıkları. Bunlara kısaca bakalım:
İran, 1979 İslam devriminden beri İmam Humeyni'nin çizdiği genel çerçeve içinde hareket ederek Amerika ve İsrail'e karşı doğrudan mücadele etme yolunu seçmek suretiyle patronajlık rolü oynuyor. Bu hayli riskli stratejiyle önemli mesafeler kat ettiğini kabul etmek lazım. Bir kere, Yemen'den Lübnan'a, Irak'tan Afganistan'a kadar hatırı sayılır bir Şii nüfus siyasallaşmış olarak sahnedeki yerini almış oldu; Şiiler doğal olarak yüzlerini Tahran'a çevirmiş durumda. Sünni dünyada alt katmanlarda ve aslında açıkça telaffuz edilmese de geniş bir aydın kesiminde İran bir hayranlık ve umut kaynağı olarak algılanmaya başlandı; onu kıskananlar da politik gücünü ve sonuç alıcı taktiklerini takdir ediyor. Bunun yanında İran, Amerika ve İsrail'in sahip oldukları bütün imkânlara, teknolojik avantaj ve askerî donanıma rağmen güçlerinin bir sınırı olduğu hususunun altını çizmiş bulunuyor. Hamas'ın arkasında tek destekleyici güç olarak İran'ın kalmış olması, Hamas üzerinden Filistin sorununun, Filistin sorunu üzerinden de İslam dünyasının İran'a umut bağlamasına yol açıyor. Çünkü Türkiye'nin de içlerinde yer aldığı bölge ülkelerindeki genel eğilime bakılırsa, Hizbullah ve Hamas, dilediği gibi parçalaması için İsrail'in önüne atılmış bulunuyorlar. İran, Hizbullah ve Hamas'ı feda eden bu çözüme şiddetle itiraz ediyor.
Katar, küçücük bir ülke olmasına rağmen, bölgenin "yumuşak güçler" üzerinden değişimini üstlenmiş bulunuyor; belki başka bir ifadeyle bu rol Türkiye'den alınıp Katar'a verilmiş. İngiltere'de öğrenimini gören emiri ve onunla beraber çalışan ekibi, Türkiye'den çok daha güçlü bir biçimde Ortadoğu'da sivil toplum, yapıların demokratikleşmesi ve ifade özgürlüğünün temsilciliğini üstlenmiş bulunuyorlar. Katar, milyonlarca doları sivil toplum kuruluşları ve demokratik örgütlerin faaliyetlerinde kullanıyor, El Cezire ile medya üzerinden özgürce tartışmanın, müzakereci siyasetin ve muhalefet kültürünün yerleşmesine çalışıyor. Modernleşmeyi ve çağdaşlaşmayı çıplak bedene indirgemiş bulunan Türk aydınlanmacıları, Katar, Körfez ülkeleri, İran ve diğer bölge ülkelerinde kadının bu değişim sürecinde oynadığı kilit rolün farkında değiller. Onlar derin dogmatik uykularında mışıl mışıl uyuyorlarken, İslam dünyasında kadının hâlâ Batılı oryantalistlerin tasvir ettiği gibi ezilmekte olduğunu, Türkiye'nin kurtarıcı Kemalistlerini beklediğini düşünüyorlar. Oysa bu sadece bir yanılsama. Katar merkezli bir hareket, STK'lar, eğitim, demokratik örgütler, kadın ve medya üzerinden bölgeyi derin bir biçimde dönüştürüyor.
Bu aşamada Türkiye de bölgeye "giriş yapan ülkeler"den biri. Körfez Savaşı'na kadar Türkiye, geleneksel cumhuriyet hükümetlerinin izinden gidip "Araplardan sonra adım atma" politikasını takip ediyordu. Özal'la bölgede inisiyatif kullanmak isteyen bir pozisyona geçti, AK Parti hükümetleri döneminde de Anglo-sakson ve İsrail ekseni üzerinden masada kendisine bir sandalyelik yer açılmasını talep etmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, Türkiye'nin daha uzun süre, iç kamuoyunda propaganda edildiği gibi "bölgeye politik ve sosyo-kültürel model" olma şansı çok zayıftır. Çünkü hâlâ ısrarla sürdürmeye çalıştığı laikçi tutumu, din ve vicdan özgürlüğüne karşı geliştirdiği hoşgörüsüzlüğü Tunus'ta marjinal bir grup hariç Fas'tan Endonezya'ya kadar kimse tasvip etmiyor. Hele yüzde 47 oy almış bulunan AK Parti'nin kapatılmakla karşı karşıya gelmiş bulunması, Türkiye'yi sivil özgürlükler ve demokratik süreç konularında "model ülke" konumundan çıkartmış bulunmaktadır.
Yine de Türkiye bölgenin jeopolitik ve jeostratejik şekillenmesinde önemli rol oynamaya hazırlanıyor. Bunun ne anlama geldiğini, hangi stratejik hedefleri gözettiğini cumartesi anlatmaya çalışacağım.
Zaman Gazetesi