Yemen’de Zararın Bir Yerinden Dönüş Müdahalesi

Yemen’e Suudi Arabistan’ın başını çektiği İslam ülkelerinin müdahalesi, bir yabancı müdahaleye gerek duymaksızın Müslüman dünyanın kendi içindeki bir olumsuzluğa karşı harekete geçirdiği bir yaptırım mekanizması olarak olumlanmalıdır.

Yemen’de zararın bir yerinden dönüş müdahalesi

Yasin Aktay/ Yeni Şafak

Yemen’de Suudi Arabistan’ın başını çektiği ve Körfez ülkeleri ile birlikte Pakistan’la birlikte on ülkenin katılımıyla gerçekleşen müdahale, doğrusu gecikmiş ama yerinde bir müdahaledir. Arap Baharı sürecinin başlangıçta en ilginç şekilde cereyan ettiği ve Abdullah Salih’in çekilmesinden sonra iyi kötü işleyen bir diyalog meclisiyle geçiş sürecinin yönetildiği Yemen’de diğer Arap Baharı ülkelerindekiyle aynı türden karşı devrim operasyonları veya müdahaleleri yapılmıştı. 

Süreç içinde iyice güçlenen ve ülke yönetiminde söz sahibi olmaya başlayan Islah Partisine karşı Suudi Arabistan’ın önceki yönetiminin Abdullah Salih’i tekrar güçlendirerek sahaya sürem girişimi, Salih’in Husilerle yaptığı işbirliğiyle birlikte açık bir hayal kırıklığı ve hatta bir ölçüde pişmanlık yaratmıştı. Salih Suudi Arabistan’dan aldığı desteği Husilerinkinin üzerine katarak bir iktidar hesabı yapmış ama bu yolla hem kendini yakmış hem de ülkeyi tam bir kaosa sürüklemişti. 

Husilerinse Abdullah Salih’in açtığı yoldan güçlerinin ve temsil kapasitelerinin çok üstünde olacak şekilde giderek bütün Yemen üzerinde hakimiyet kurma teşebbüsleri ülkeyi giderek bir iç savaş ortamına sürükleyecek gibiydi. Islah partisi Abdullah Salih ve Husilerin ittifakına karşılık ortaya çıkan açık işgal hareketinin karşısında durmayı değil, olup bitene pasifçe seyirci kalmayı tercih etti. Çünkü bir aşamada kendisinden beklenen direnişi talep edenlere hiç bir güveni yoktu ve girişeceği herhangi bir direnişin sonucunda terörist ilan edilmek veya tamamen bertaraf olmak tehlikesini gördüğü için bir aktör olarak rol almaktan geri durdu. Bu sayede mevcut varlığını göstermeksizin korumuş oldu ama bu onun ülkenin geleceği üzerinde söz sahibi olmasının da önünü şimdilik kesmiş oldu. 

Yemen’deki bu müdahalenin Husilere karşı olması dolayısıyla bir Sünni savunması veya mezhep çatışması gibi algılanması çok da haksız sayılmaz. Ne yazık ki, Irak, Suriye ve Yemen’deki siyasetiyle İran’ın bütün önceliğinin Şiileştirme olduğu, İslam dünyasında büyük hayal kırıklıkları oluşturacak şekilde görülmüş oldu. Irak ve Suriye’de birer katliam makinasına dönüşmüş olan Şii milislerini örgütleyen İranlı Kasım Süleymani’nin “Sünni Arap Dünyasının dört başkentini (San’a, Bağdat, Beyrut ve Şam) Şii hakimiyetine sokmuş olduklarını” gururla söylediği naklediliyor. 

Vaka da bu ki, İran’ın nüfuz alanına bir şekilde girmiş olan bu dört başkentin her biri harap olmuş durumda. Buralarda hakimiyet kurmuş olmasından daha vahimi, İran’ın bu şehirlerin bu hallerine bakıp bundan bir övünç vesilesi hissediyor olmasıdır. 1979 yılında gerçekleşen İslam Devrimi’nin dünyaya ve İslam alemine vereceği mesaj bu muydu?
Daha önce ifade etmiştik. İran’ın bu nüfuz mücadelesinde ele geçirdiği bölgeler ve etkinlikleri dolayısıyla çok kazançlı çıktığı söyleniyor da, kimse bu kazancın nasıl ölümcül bir kazanç olduğu, nihayetinde İran’ yönelik sempatiyi de, bütün olumlu imajı da tahrip ettiğini söylemiyor. Oysa İran Arap Baharının karşı devrim süreci başlamadan önce İslam dünyasının tamamında iyi kötü bir sempatiye sahipti. Irak, Suriye ve Yemen’in başkentlerini harap etme pahasına ele geçirince İslam dünyasının bazı Şii bölgeleri haricindeki her tarafında gönülleri tamamen kaybetti. 


Bu, İran yöneticilerinin sarıklarını önlerine koyup düşünmelerini gerektiren acil bir durum haline gelmiş olmalı. İslam dünyasında bu saatten sonra artık hiç kimseyi Siyonist şer ittifakına karşı bir cepheyi temsil ve tahkim ettiğine inandıramaz. Hiç bir Siyonist saldırı İran’ın şu ana kadar İslam dünyasının birliğine, moraline, maneviyatına verdiği zararı vermedi, veremez. 

Türkiye’nin ne İran karşısında ne de Ortadoğu’daki siyasetinde hiç bir zaman mezhepçi bir duruşu olmadı. Aksine mezhebe dayalı her türlü gerilimi, çatışmayı baştan itibaren reddetti, şimdi de reddediyor. Türkiye Mısır’ın Hüsnü Mübarek’i, Libya’nın Kaddafi’si, Tunus’un Zeynelabidin bin Ali’si veya Yemen’in Abdullah Salih’i halkın iradesiyle devrilirken, hiç birisinin tasasına “bunlar Sünni!” diye kapılmadı. Vaka hepsi de sünniydi ama bunun hiç bir önemi olamazdı, çünkü eli kanlı diktatörün mezhebinin hiç bir kıymeti olamazdı. Tıpkı Esat kendi halkına karşı elini kana buladığında onun mezhebinin ne olduğuna bakmadığımız gibi. Türkiye’ye yönelik mezhepçi ithamı tam da Esad’a karşı tavrı dolayısıyla başlamıştı oysa önceki vakalardaki tutumları bu ithamı temelden nakzediyordu. 

Bir İslam Cumhuriyeti olma iddiasındaki İran’ın İslam’ın değerlerini bir nebze hatırlaması, o değerlere bir nebze sadık kalması beklenirdi. 

Yemen’e Suudi Arabistan’ın başını çektiği İslam ülkelerini müdahalesi ise, bir yabancı müdahaleye gerek duymaksızın Müslüman dünyanın kendi içindeki bir olumsuzluğa karşı harekete geçirdiği bir yaptırım mekanizması olarak olumlanmalıdır. 

SİSİ KOALİSYONUNUN NERESİNDE?

Yemen’e müdahaledeki koalisyonda Mısır’ın da yer aldığı söyleniyor. Doğrusu Mısır’ın katkısının ne olacağı hususu ciddi bir soru işaretidir. Sisi’nin Şarmelşeyh’teki zirveye Esad’ı da çağırdığı ve bu yolla ona bir meşruiyet sağlamaya çalıştığı, Husilerle ve Rusya ile de görüşerek bütün bu girişimleri Körfez Ülkelerine karşı bir tür koz olarak tutmaya çalışması onunla ilgili güveni sarsan gelişmeler olarak okunuyor ve bu yüzden koalisyona katkısı konusu müphem bırakılmaktadır. Aynı Sisi’nin Suriye ulusal koalisyonuna Kahire’de yapılacak toplantılar için vize vermemesi koalisyon güçlerinin düşmanı olarak görülen Esad rejimine açık bir destek gibi geliyor. Sisi’nin güvenilmezliği bu olayla birlikte iyice tescillenmiş durumda. O yüzden koalisyona katılımına karşı ciddi bir rezerv olduğu kaydedilmeli.  

 

Yorum Analiz Haberleri

Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?
Kemalizm’e has bu Laiklik Fransa’da bile yok!