Ortadoğu bölgesinde beklenen tehlikeli bir hesablaşma başlamak üzere..
‘Suriye Buhranı’ çıktığı günlerde, bu satırların sahibinin sık sık vurgulamaya çalıştığı tehlike, İran ve Türkiye’nin askerî olarak da karşı karşıya ge(tiri)lmesi tehlikesi idi ve o tehlike henüz, en azından o seviyede gerçekleşmedi, çok şükür..
Ama daha başka tehlikeler de sırada bekliyordu.
Bunların en başında da Suûdî rejimiyle İran arasında sergilenen güç gösterisi idi.. (Ki, geçenlerde, İran siyasetinin etkili isimlerinden eski cumhurbaşkanı Hâşimî Refsencanî,2 sene kadar öncelerde Suûd rejimi liderleriyle yapacağı görüşmeyi eski cumhurbaşkanı Ahmedînejad’ın baltaladığını, engellediğini söylüyordu.)
*
İran, özel durumundan istifade edip, gücünü pervasızca kullanarak bölgede dilediği gibi cirit atıyor ve bunu yaparken, nükleer teknoloji konusunda, Amerikan emperyalizminin başını çektiği ‘5+1 ülkeleri’yle yaptığı müzakereleri de bir paratoner ya da, belasavan siperi olarak kullanıyor. Nitekim, Amerikan emperyalizmi İran’ın, Bahreyn, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de giriştiği hareketleri zâhirî bir tedirginlikle seyrediyormuş gibi gözükse bile, bunları zımnen anlayışla karşıladığını ortaya koyuyor. Her iki tarafın da planları var elbette.. Bir taraf, emperyalist güçleri müzakerelerle oyalamayı, buhranı/ gerilimi, zamana yaymaya çalışırken; diğerleri de, müslüman coğrafyalarında gelecekte çıkarmayı planladıkları ihtilaflarda, düşmanlıklarda tarafların dengeli güçler haline gelmesi için, dizginleri dilediği gibi geriyor veya serbest bırakıyordu.
*
Bu coğrafyalardan Bahreyn, 375 bin kişilik bir nüfusa sahib ve geçmişte İran’ın toprak bütünlüğüne dahil bir ada olup, Suudî hâkimiyetindeki topraklara, 25 km. lik bir hava köprü ile bağlanmıştı. Halkının üçte ikisinin şiî, diğerlerinin sünnî olduğu kabul ediliyordu. Ancak, yönetimi elinde tutan Emirlik, sünnî kesimden idi.. 2011 yılı başında birçok arab diyarında başlayan sosyal protestolar ve halk patlamaları Bahreyn’e de sıçrayınca..
İran, Bahreyn’deki göstericileri vargücüyle ve her yönden destekledi. Hattâ, en yüksek makamlardakilerin, ‘İran, Bahreyn şiîlerini savunmasız bırakmıyacaktır!’ tarzındaki sözleri manşetlere çekilmişti.
Ancak, Bahreyn’deki gösterilerin oradaki rejimi devirmek noktasına doğru geldiği görülünce.. Suûdî rejimi, bir gece, 1500 kişilik bir askerî birlikle Bahreyn’e gelip, protestocuları kanlı bir şekilde dağıttı. Ve Bahreyn’deki Şiî ekseriyet, hayal kırıklığı içinde yalnızlığının acısını daha bir derinden hissetti; kendilerini heyecanla destekleyenlerin ve bu hususta kesin söz verenlerin kenara çekilmeleri üzerine hayal kırıklığı içinde, suskunluk dönemi başladı.
Bu durumda İran da, sessiz kalmayı tercih etti. Çünkü, bunun arkasında Amerika’nın olduğu açıktı. Bu yüzden, önceden açıklandığı üzere, Bahreyn şiîlerine sahib çıkılması adına sergilenecek bir karşı müdahalenin bir Suûdî - İran çatışmasına ve hattâ Amerika ile karşı karşıya gelmek noktasına dönüşebileceğine ağırlık verildi ve yutkunmalarla geçiştirildi bu durum..
*
Ama, İran daha sonra, Lübnan’da oluşturduğu Hizbull... isimli güç odağının da yardımıyla, Suriye ve Irak’daki etkinliklerini arttırmaya ağırlık verdi ve bu alanda da elininin epeyce açık olduğunu gördükçe, kendi seçkin kumandanlarını ve mezhebçi milis güçlerini de, Suriye ve Irak’da kutsal olarak niteledikleri bazı türbe ve benzeri mekanları korumak adına bu coğrafyalara onbinler halinde gönderdi.
Derken.. Güney Yemen’deki marksist yönetimi devirerek Yemen birliğini yeniden sağlamak gibi bir ruchaniyeti de haiz olan Ali Abdullah Salih’in 34 yıllık hükûmeti aleyhinde, zaman içinde rahatsızlıklar yükselmeye başladı.
Yemen halkı, büyük çapta, (Hz. Huseyn’in torunlarından) Zeyd bin Ali’nin imametini esas alan ve onu 5. İmam olarak kabul eden Zeydiyye mezhebine mensub kitlelerdi ve bu açıdan, şianın asıl gövdesini teşkil ettiği kabul edilen 12 İmam Mezhebi mensublarınca şiî bile sayılmıyorlardı.
*
Mezhebî veya kabilevî desteklerle uluslararası arenada ne kadar ve nereye kadar?
Yemen’deki rahatsızlıklar yükselirken, bazı ilginç gelişmeler yaşandı.. En ilginç olanı da, Ali Abdullah Salih’in de Husî kabilesine mensub olmasına rağmen, kendisine karşı en büyük protesto hareketlerinin Husîler öncülüğünde ortaya çıkması idi.. Demek ki, Salih ile kendi kabilesi olan Husîlerin önemli bir kesimi arasında da bir iktidar savaşı vardı.
Sonunda, Ali Abdullah Salih, sarayının bile bombardıman edilmesi ve kendisinin de ağır şekilde yaralanması ve yanmasını takiben Suudî rejiminin hastanelerinde aylarca süren tedavisinden sonra San’a’ya döndü ve iktidarı yardımcısı Hâdî Mansur’a devretti.. Salih’in bir oğlu Yemen’ın en etkili askerî birliğinin komutanlığını uhdesinde bulunduracak ve Salih aleyhinde herhangi bir yargılama yolu açılmayacak idi.
Ama, Husîler iktidar yolunda önemli bir kazanım elde ettikten sonra, Hâdi Mansur’u kendilerine şükran borçlu olarak görmeye ve onu da ellerindeki bir kukla gibi diledikleri şekilde oynatmaya kalkıştılar.
Mansur, zorlukları nasıl aşacağının yolunu henüz kestirememişken; beklenmedik bir gelişme daha oldu ve devrik lider Ali Abdullah Salih, kendisini devirmekte en etkili güç olarak yükselen Husî protestolarına destek verdi ve arkasından da, Husî lideri Abdulmelik’in Zeydîyye mezhebinden ayrılıp, ‘gerçek İslam’ olarak nitelenen İmamiye-i isna aşeriyye, 12 İmam Şiası’na geçtiği açıklanınca, tablo daha bir değişti. (Kabile denilince birkaç yüz kişilik bir sosyal grup sanılmamalı, sayıları yüzbinleri bulan kitleler olduğu gözönüne getirilmeli..)
İran, kendisiyle mezhebî açıdan bütünleşen bir güç odağı bulmuştu.
Husî liderliği, Ensarullah adını verdiği bir teşkilat etrafında organize etti güçlerini ve Ali Abdullah Salih’in generallerinin de desteğiyle, San’a’yı ele geçirdi, Cumhurbaşkanı Mansur istifaya zorlandı, o da ülkenin ikinci büyük şehri (ve marksist Güney Yemen yönetimine başkentlik yapan) Aden’de ortaya çıktı ve hükûmetini oradan sürdürmeye çalıştı..
Ama, İran’ın Husîlere desteği en üst dereceye yükseltildi ve fiilî hükûmet oluşturan Husîlerle anlaşmalar imzalayıp, İran- Yemen arasında uçak seferleri başlattı ve tabiatiyle her türlü yardımlar da..
Esasen, İran’ın binlerce ton silah, mühimmat, ilaç ve gıda yardımı taşıyan gemileri Yemen’e gönderdiği resmen medya aracılığıyla duyuruluyordu.. Ayrıca, Ensarullah denilen örgüt, İran liderlerinin posterleriyle gövde gösterisi yaparken, Tahran’da 11 Şubat günü yapılan inkılab yıldönümü törenlerinde de Ensarullah’ın bayrakları, flamaları ve liderlerinin resimleri halk kitlelerini daha bir coşturuyordu.
Ve İran’ın eski dışişleri bakanlarından (15 yıl kadar Dışişleri Bakanlığı yapan ve İnkılab Rehberi Khameneî’nin dışsiyaset başdanışmanı) Ali Ekber Velayetî başta olmak üzere, üst dereceli İranlı yetkililer Yemen işinin de artık neredeyse tamam olduğunun sevincini halkla paylaşan söylemlerine ağırlık veriyorlardı.
İran böylece, stratejik açıdan çok önemli iki boğazı, hem İran Körfezi’nden Hind Okyanusu’na açılan Hürmüz Boğazı’nı, hem de Kızıldeniz’den Hind Okyanusu’na açılan Bab-ul’Mendeb Boğazını kontrolüne geçirmiş oluyor ve Suûdî rejimini güneyinden de kuşatma altına almış oluyordu.. Bir bakıma, Suûdî rejiminden rövanşı Bahreyn’in rövanşı alınıyor gibiydi.
Ama, bu duruma Suûdî rejimi seyirci kalır mıydı?
Bahreyn’i ezip geçen Suûdîlerin bir sürpriz yapması tahmin edilmeliydi, herhalde..
*
Suûdîlerin, inisiyatifi ellerinden çıkarmıyacakları tahmin edilmeliydi..
Bu bekleniyor muydu, tahmini zor.. Gerçi son zamanlarda İran tarafından kaleme alınan bazı stratejik makalelerde, İran’ın Husî’lere destek verdiği iddiaları yalanlanmaya çalışılıyordu ve keza, Husîler veya Ensarullah örgütü de İran’dan yardım aldıkları iddialarını reddetmeye başlamışlardı, ama, sanırım, durumu kurtarmaya çalışan ve inandırıcılığı zayıf, zoraki açıklamalardı bunlar..
Ve nihayet..
26 Mart gecesi, gece yarısı, Suûdî rejimi, Körfez İşbirliği Konseyi ve Arab Birliği üyesi 10 ülkenin hava kuvvetleriyle birlikte Husî mevzilerini havadan bombardıman etmeye başlayıverdi.. Ki, bunlar arasında, Fas ve İran’la iyi ilişkiler içinde olduğu düşünülen Sudan rejiminin hava kuvvetlerine mensub savaş uçakları da vardı.
Ayrıca, Suûd rejimi, kendi güneyine, Yemen kuzey sınırlarına, 150 bin kişilik bir kara gücünü de yığmış bulunuyor ve Amerika da, Suûdî’ye destek veriyor. Ayrıca Mısır ve Pakistan deniz güçlerinin de duruma müdahale etmek üzere yola çıkmış bulundukları açıklanmış bulunuyor. Türkiye de, Hâdi Mansur Hükûmeti’ni desteklediğini açıkladı..
Bu durumda, İran’ın suçlu olarak Amerika’yı göstermesi yanlış değil elbette. Çünkü, müslüman coğrafyaları karıştırmaktaki en en etkili planları onun yaptığı nasıl reddedilebilir? İran, bölgede amerika’nın izni ve rızası olmadan böyle bir hareketin yapılamıyacağını bildiriyor.. Bu da, yanlış değil.. Ama, bu doğruyu kendisi açısından da düşünmeli değil mi, İran? Suriye’de resmî savaşçı unsurları ve milis güçleri ve Hizbull... militanları aracılığıyla 4 yıldır cirit atarken, Amerika’nın izni ile hareket ettiği, hele de son zamanlarda tamamiyle ortaya çıkmadı mı? Keza, IŞİD/ DAİŞ’in elindeki Tikrit’i geri almak için, İran’lı resmî savaşçıların ve Serdar Kaasım Suleymanî gibi en seçkin kumandanların ve mezhebçi milis güçlerinin öncülüğünde girmeye hazırlanan İran ve Irak güçleri, netice alamayınca, devreye Amerikan desteği alenen girmedi mi?
Bu bakımdan, Yemen’de de Amerikan izin ve rızası olmaksızın, bu işler yapılamazdı, bu doğru, ama, bunu bir keşfiyyat gibi açıklayan İran, kendi konumunu da yeniden gözden geçirmeli değil mi?
Unutulmasın ki, emperyalist dünyanın silah ve ölüm fabrikaları harıl harıl çalışıyor ve depoları, anbarları dolu.. Onların satılması ve uzak ülkelerde, hele de müslüman halkların birbirini boğazlamasında kullanılmalı ve gerektiği zaman da, emperyalistler sahneye kurtarıcı gibi çıkmalı..
Yıllarca, Saddam’ı İran üzerine saldırtan Amerikan emperyalizmi, kendi menfaatleri gerektirince, Saddam’ı da bizzat kendisi öldürmedi mi sonunda; ‘Irak’ı özgürleştirmek’ adına..
Ne Suûdi, ne İran, ne de başkaları, emperyalist-şeytanî güçlerin destek veya yakınlaşma çabalarına prim vermemelidirler.
Bu oyunu bozacak olan, müslüman halklardır, ama, nasıl? DAİŞ’çilerin yöntemiyle mi?
‘İçimizdeki akılsızların işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin, Allah’ım?’