AYM’nin Ahmet Altan, Nazlı ılıcak ve diğer gazeteciler hakkında verdiği ‘hak ihlali yoktur!’ kararını değerlendiren Yıldıray Oğur, DP milletvekilliği de yapmış eski savcı Mehmet Ali Sebük’ün Nazım Hikmet davasındaki hukuksuzluğa nasıl karşı çıktığını hatırlatarak Türkiye’nin kronik hukuk sorununa dikkat çekiyor.
Yıldıray Oğur’un Karar’da yayımlanan yazısı (06 Mayıs 2019) şöyle:
Orada Birileri Bir Şeyler Yapacak mı?
Siyasi tarihimize bir gülümseme emojisiyle birlikte girmiş o meşhur sözü hatırlatan başlığı görünce bugün açıklanacak YSK kararıyla ilgili bir yazı olduğu düşünülebilir.
Ama aşırı florürlü, kuantumvari “Birileri bir şeyler yapmış” delilleri, saydıkça bereketi kaçan rakamlar, gelecek seçimlerde korkudan kimsenin sandık görevlisi olmak istemeyeceği son dakika soruşturmaları, parmak sallamalarla girilen son dakika düzlüğünde, demokrasi tarihimizin ve YSK’nın miladı 14 Mayıs 1950 seçimlerinin 69’uncu yıldönümü yaklaşırken verilecek karar üzerine söylenebilecekler artık tükendi.
Ama Ankara’da başka hakimler ve savcılar da verdikleri kararlarla hem kişisel hikayelerine hem de ülkenin tarihine izler bırakmaya devam ediyorlar.
On yıllar önce Mehmet Ali Sebük’ün bıraktığı gibi izler de değil bunlar.
Mehmet Ali Sebük, 1938 yılında Yargıtay Başsavcı Vekilliği’ne kadar yükselmiş bir cumhuriyet savcısıydı.
40’lı yılların başında Fransa’ya gidip Paris Kriminoloji Enstitüsü ve Lyon Üniversitesi kriminoloji eğitimi almış, sözünü esirgemeyen, önce devlet değil hukuk diyen ülke standartlarının üstünde bir hukuk adamıydı.
1942 yılında savcı olarak atandığı Ordu’da hapishane koşullarının iyileştirilmesi için çalışmış, yine sözünü esirgememiş, tek parti iktidarında bu mesleği daha fazla hakkıyla yapamayacağını düşündüğü anda da istifa ederek avukatlık yapmak üzere İstanbul’a gelmişti.
İstanbul’da Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinin avukatlığını üstlendi.
Ahmet Emin Yalman da 1910 yılında ABD’ye giderek Kolombiya Üniversitesi’nde gazetecilik ve felsefe doktoraları yapmış, liberal bir gazeteciydi.
Destek verdiği Milli Mücadele’de daha sonra muhalif saflarda kalmış, Takrir-i Sükun Kanunu’yla gazetesi kapatılıp tutuklanmış, ayaklarından zincirlenerek götürüldüğü Diyarbakır sürgününden Mustafa Kemal Paşa’ya ‘bir daha gazetecilik yapmayacağı’na söz verdiği bir mektupla kurtulabilmişti.
Uzun yıllar sözünü tutup, lastikçilik, reklamcılık gibi işlerle uğraştıktan sonra mesleğe ancak 1940 yılında Vatan gazetesiyle dönmüştü.
Savaş yıllarında Almanya ve faşizm karşıtı yayınlar yapan muhalif gazete, yüz binli tirajlara ulaşmış devrin en etkili gazetelerinden biriydi.
1946’dan sonra Demokrat Parti’yi destekleyen liberal sağ eğilimli gazetede 1949 yılında herkesi şaşırtan bir röportaj çıktı.
Ahmet Emin Yalman, Bursa’ya gitmiş ve 11 yıldır cezaevinde yatmakta olan Nazım Hikmet’le konuşmuştu.
Nazım’ın cezaevi parmaklıklarından bakarken bir fotoğrafının da yer aldığı röportaj o günler için oldukça cesurcaydı.
Çünkü Nazım Hikmet, 1938 yılında Kuleli Askeri Lisesi’nde rejimi yıkmak için gizli bir örgüt kurmak ve yönetmekle suçlanıp 28 yıl ağır hapis cezası almış, kimsenin yan yana gelmek istemediği komünist bir şair ve yazardı.
Gizlilik kararı olan bir askeri mahkemede yargılanmış, neyle suçlandığını bile kimse tam olarak öğrenememişti.
O kadar yalnızdı ki sesini duyurmak için açlık grevine başlamış, açlık grevi de haber olmayınca yaşlı annesi elinde bir pankartla Eminönü’nde oğlu için imza toplamıştı.
Bu sessizliği bozan Ahmet Emin Yalman, Amerika ile yakın ilişkileri savunan, anti-komünist fikirleriyle bilinen, Nazım Hikmet’in fikren en çok karşısında olması beklenen bir isimdi.
Ama gazetesi, açlık grevindeki “tehlikeli” şaire ses vermekle de kalmamıştı.
Gazetenin avukatı eski savcı Mehmet Ali Sebük, Nazım Hikmet’in 1938’de yargılanıp, mahkum olduğu dosyayı inceleyerek, Vatan gazetesinde 11 gün süren bir yazı dizisi kaleme aldı.
Yazı dizisi büyük yankı uyandırdı. Ortada büyük bir adli skandal vardı. Sebük, dosyayı okuduğunda hissettiklerini şöyle kaleme almıştı:
“Dosyaların incelenmesi, kanıtların değerlendirilmesi sona erdiği zaman hukuk açısından moralim sarsılmıştı. Başımı iki elimin arasına aldım. –Ya Rabbi! Bu uydurma ve yetersiz kanıtlarla böyle ağır bir ceza nasıl verilir? Yüzde yüz suçsuz olduğu ortada duran bir insan 13 yıl yok yere neden zindanlarda çürütülür?”
Eski savcı Sebük’ün iddiaların çürüklüğünü ortaya koyduğu yazıları büyük tepkiler çekti.
Dosya o kadar boştu ki, saldıranlar, dosya ile ilgili konuşamıyordu. Nazım Hikmet’in eski yazılarından, şiirlerinden, Moskova’da eğitim almasından, aleni bir komünist olmasından bahsediyor, böyle birinin savunulmasını eleştiriyor, mahkumiyeti de hak ettiğini de iddia ediyorlardı.
Yalman gibi anti-komünist bir liberal olan Sebük eleştirilere bir yazıyla cevap verdi:
“Ben, Nazım Hikmet işini üzerime alırken onun beyninde taşıdığı yada taşımadığı soyut düşüncelerle hiçbir zaman ilgilenmedim. Kendisine bu konuda hiçbir soru sormadım. Ben bir hukukçuyum. Beni sadece Nazım Hikmet’in bu olaydaki eylem ve davranışları, yasanın kalıpları içine koyarak onların tehlikesini kendi görüş açımdan ölçmeye uğraştım.”
Ankara’ya gidip yetkililere haksızlığı anlatan Sebük’ün çabaları ve Vatan’ın yayınları, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra Nazım Hikmet’in de yararlanıp tahliye olacağı affın çıkmasının zeminini hazırlamıştı.
Sebük, 1954 yılında DP’den İzmir milletvekili oldu.
Ama zor zamanlarda kimsenin savunamadığı insanları savunmaya ömrünün sonuna kadar devam etti.
Yassıada’da Menderes’in, 70’lerde bir cinayet ve banka soygunundan yargılanan solcu Ömer Ayna’nın, idamla yargılanan, kimsenin avukatlığını üstlenmek istemediği bir ASALA militanının avukatlığını üstlendi.
Fikri, ideolojisi, ne yaptığından bağımsız, herkesin adil yargılanma hakkını savunan bir hukukçu olarak 80 yaşında bir Nazım Hikmet anmasında yaptığı konuşma yüzünden pasaportuna el konuldu.
Tedavisi için yurtdışına gidemedi. İki yıl sonra tedavi için Almanya’ya gittiğinde doktorlar çok geç kalındığını söylemişlerdi.
Belki de bu ve benzer hikayelerin bu acı sonları yüzünden savcılar, hakimler, avukatlar için Mehmet Ali Sebük gibi isimler örnek haline gelemedi. Böyle bir hukuk geleneği yerleşmedi.
Hukukun değil, devletin yanında durmak her zaman daha garantili bulundu.
Şayet böyle bir yerleşik hukuk geleneği olsaydı, söylemedikleri sözlerden çıkarılan subliminal mesajlarla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilen Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak için Anayasa Mahkemesi “hak ihlali yok” kararı verirken bir kere daha düşünürdü.
(Dosyadaki iddialar ve yaptıkları iddia edilen konuşmanın içeriğinin nasıl çarpıtıldığı hakkında daha önce bu köşede çıkmış bir yazı için https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/kanaat-notuyla-tutuklugun-devamina-5950)
Üstelik aynı suçlamalarla yargılanan Mehmet Altan için bir yıl önce hak ihlaline karar verip, tahliye olmasına vesile olduktan sonra.
Neyse ki son bir kapı daha açık. Yargıtay Başsavcılığı temyizdeki dosyayı inceleyerek, Altan ve Ilıcak’ın “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs”ten değil, 5’den 10 yıla kadar hapis cezası öngören “örgüte bilerek ve isteyerek” yardım suçundan yargılanması” gerektiğine dair görüş bildirdi.
Ama o görüşün üstünden de beş ay geçti. Yargıtay 1000 gündür tutuklu olan, 70 yaşlarını aşmış iki isim için hala kararını vermedi.
Ama delilsiz suçlamalarla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilen iki ünlü gazeteci-yazarla ilgili bu ayak sürtmelerin, yanlışın üç yıldır bir yerlerden dönememesinin sebebi hukuki değil.
Onlarla ilgili, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldıkları iddialar ve delillerle ilgisiz, bir ömür boyu yazdıkları, söyledikleri, yaptıkları yüzünden haklarında verilmiş hüküm cezaları var.
Ve o şahsi, ideolojik hükümler adalete baskın geliyor. Oh olsun sesleri, saf hukukun sesini bastırıyor.
Ve maalesef bugün ortada cesaretle çıkıp, “fikirlerine, söylediklerine katılmıyorum ama onlara verilen bu ceza hukuki bir faciadır” diyecek savcı Mehmet Ali Sebük’ler, gazeteci Ahmet Emin Yalmanlar da pek kalmadı.
Son kararla anlaşıldığına göre Anayasa Mahkemesi üyelerinin çoğunluğu da siyasi görüş farklığıyla suç arasında bir ayrım yapamıyor. Kanaat notları hukukun temel ilkelerinin önüne geçebiliyor.
Belki de zor zamanlarda, zaten göze batan “hukuku gözetme” haklarını kamuoyunda pek de destekçileri olmayan bu iki isim için değil, başka isimler için kullanmayı tercih ettiler.
Halbuki tarihe yanlış ve haksız kararlara imza atarak geçmek bir zorunluluk değil.
Tek parti iktidarında savcı Mehmet Ali Sebük’ün yaptığı gibi görevinden istifa edip, adalet için kürsünün karşı tarafına geçmek de mümkün.
İnsanlar kendi hikayelerini birilerinin bir şeyler yapmasını beklemeden cesaretle bir şeyler yaparak yazıyor...