Yayın yönetmeninin eşine iki tam sayfa: Bu da gazeteci nepotizmi

Alper Görmüş

Habertürk gazetesinin genel yayın yönetmeni Fatih Altaylı’nın eşi Hande Altaylı’ya, ikinci romanı “Araz”ı anlatsın diye gazetenin göbeğine tekabül eden iki tam sayfanın ayrıldığını görünce, aklımdan 15 yıl önce yaşadığım bir hikâye geçti.

“Bundan 36 yıl önce, tam olarak 5 Mayıs 1972’de, ihtimaller arasında ‘masada kalmak’ın da, ‘masadan kalkmak ama yataktan hiç kalkmamak’ın da bulunduğu bir bel kemiği ameliyatı geçirdim. 19 yaşındaydım. Sekiz saat süren ameliyattan saatler sonra narkozun etkisi altında gözümü ilk açtığımda ilk işim, elimi sol bacağıma götürmek oldu. Çünkü bacağım yokmuş gibi gelmişti bana. Bacağımı yokladım, gerçekten de yerinde değildi! Annemi gördüm belli belirsiz. ‘Anne, bacağımı mı kestiler?’ Sonra onun gülümsediğini gördüm ve tabii ki kendi algılarıma değil, onun gülümsemesine güvendim. O böyle gülebildiğine göre, demek ki bacağım yerli yerindeydi! Sonra, muhtemelen birkaç koğuş öteden, en sevdiğim şarkıcının, Cem Karaca’nın o güne kadar mesela Tamirci Çırağı kadar, mesela Resimdeki Gözyaşları kadar iştahla dinlemediğim şarkısının sözleri geldi kulağıma: Bugün sen çok gençsin yavrum / Hayat, ümit, neşe dolu / Mutlu günler vaat ediyor / Sana yıllar ömür boyu... Bugün bana, ‘Üç dakikan var, hayatın bitiyor, hangi şarkıyı dinlemek istersin’ diye sorsalar, hiç düşünmeden bu şarkıyı isterim.”

Geçtiğimiz yıl, Aktüel’deki Cem Karaca portresi içinde anlattığım bu kişisel hikâyenin uzun versiyonunu Ağustos 1994’te, annemi kaybettikten bir hafta sonra yine Aktüel’de anlatmıştım. Ameliyat olduğum günü (5 Mayıs 1972) izleyen dört ay boyunca, kafam yataktan hiç kalkmamak koşuluyla yatmıştım (yastık da yasaktı) ve annem o dört ay boyunca gece gündüz başımdan hiç ayrılmamıştı. (O zamanlar devlet hastaneleri şimdiki gibi değildi, 10 kişilik bir koğuşta yatıyordum ve annem de geceleri bir sandalyede uyuyordu.)

1972’de ben 20, annem 42 yaşındaydı. 1994’te nöbet sırası bana gelmişti, bu kez de ben annemin başındaydım ve 42 yaşındaydım. Fakat benim nöbetim kısa sürdü, onu 10 gün içinde kaybettim...

O hafta derginin “editoryal”i olarak aklımdan da yüreğimden de annemi yazmaktan başka bir şey geçmiyordu. Fakat nasıl yapacaktım bunu? Sonuçta kişisel bir şeydi bu. Benim için ne kadar önemli olursa olsun, bir derginin bir sayfasını anneme ayırma kararını bir türlü veremiyordum.

Derginin imtiyaz sahibi rahmetli Ercan Arıklı’ya danışmaya karar verdim. İlk sözü, “Benden izin istemiyorsun, değil mi” oldu, “bu derginin yayın yönetmeni sensin, kararları sen verirsin...” Ben, izni için değil tavsiyesi için kendisine geldiğimi söyledim. Onun, “Ben olsam, hiç düşünmeden yazardım” cevabı üzerine Aktüel’in o sayısının “editoryal”ini anneme ayırdım.

Eşe-dosta insan, başkalarına kurt...


Böyle hisseden bir gazeteci olarak, Fatih Altaylı’nın tasarrufundan ötürü çok büyük bir şaşkınlık içindeyim. Buna nasıl karar verdiğini, kendisini buna nasıl ikna ettiğini anlamaya çalışıyorum. Galiba en iyisi, gazetecinin gazetecilik anlayışından ve yapıp ettiklerinden yola çıkmak... Belki oradan birtakım faydalı ipuçları edinebiliriz.

Fatih Altaylı, fikirleri değil kişileri “vuran”, bu tür eylemlerinde hakareti de bir âlet olarak kullanmaktan kaçınmayan bir gazeteci... Gazeteciliğinin “toyluk” ve “olgunluk” dönemlerinden hemen aklıma gelen birkaç vukuatını sayayım:

2000’li yılların başında Radyo D’de sunduğu “Babıâli Yokuşu” adlı programda, derslere alınmamalarını protesto eden başörtülü öğrencilere “fahişe, aşağılık şerefsizler, satanistler” diye hitap etti. Bu “haber” dolayısıyla tazminata mahkûm oldu.

Gene Radyo D günleri... Bu defa, askerlerin tecavüzüne uğradıklarını öne süren kadınların iddialarını dillendiren avukat Eren Keskin’i kast ederek, “Bu kadını ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim” dedi. Altaylı, bu “haber” nedeniyle de tazminata mahkûm oldu. Hatta geçtiğimiz yıl, “tazminattan doğan borcunu ödemediği” gerekçesiyle yurtdışına çıkmak isterken havaalanından geri döndürüldü. (Google’a girin, “Fatih Altaylı” ve “tazminat” kelimelerini birlikte taratın, başka malzemeler de bulacaksınız.)

Altaylı’nın en taze vukuatını da bileceksiniz... Silahlı Kuvvetler’le ilgili eleştirel bir yazı kaleme alan Gülay Göktürk’e hitaben: “Ordu sizin de bacak aralarınızı koruyor...”

Fatih Altaylı’nın, tartıştıklarının fikirlerinden çok kişiliklerini hedef alan bir “tarz”ının olduğunu söylemiştim. Fakat bazen bu “tarz”ın içine sığamayıp oklarını tartıştıklarının yakınlarına çevirdiği de oluyor... Onlardan biri, Ali Atıf Bir’in eşi Yard. Doç Dr. Çisil Sohodol Bir, eşini her defasında “öğrencileriyle evlenmesiyle tanınan bir adam” diye tanıtan Fatih Altaylı’ya cevap yazmak lüzumunu hissetmişti:

“Ben Ali Atıf Bir ile evlendiğimde Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’ndeki akademisyenliğimin 4. yılındaydım. Yani 4 yıldır hocaydım. Doktora eğitimime devam ediyordum ve 27 yaşındaydım. Ve Ali Atıf Bir ‘doktora’ programının bir dersinde benim hocam oldu. Oysa Sayın Altaylı, ‘öğrencileriyle evlenmeleriyle ünlü adam’ ifadesiyle sanki 17 yaşındaki bir üniversite öğrencisiyle hocası arasında uygunsuz bir durum yaşanmış gibi bir algı yaratmaya çalışıyor. Kaldı ki insanların kaç yaşında âşık olup kimlerle evleneceğine karar vermenin kimsenin üzerine vazife olmadığını düşünüyorum. (...) Sayın Altaylı’nın Ali Atıf Bir ile arasında geçen fikir tartışmaları esnasında benden kendine ait görüş ve duyguları olmayan ve hocası tarafından öğrenciyken ayartılmış bir kız çocuğuymuşum gibi bahsetmesini kabul etmiyor ve istemediğim halde kendimi bu tartışmaya dahil etmek durumunda hissediyorum.”

Nepotizmin asgari koşulu


Habertürk
’teki, aslında hiç de fena olmayan söyleşiden (ve Hande Altaylı’nın eşini anlattığı başka söyleşilerden) çıkartıyoruz ki, Fatih Altaylı yakınlarına karşı son derece toleranslı, iyi, sakin biridir.

Yakınlarına karşı şefkatli, iyi, yardımsever, anlayışlı ve cömert olmak kolay... Marifet odur ki, başkalarına öyle davranasın... Aslında bir gazeteci için bunlar olmasa da olur, saygılı olmak yeter, fakat işte görüyoruz, o da yok.

Bu kadar açık bir nepotizm, sadece kendinden saydıklarını koruma kollama güdüsünün gelişmiş olmasıyla açıklanamaz... Kendinden saymadıklarının (eş-dost dışındakilerin) ya da fikirleri kendisinden farklı olanların eleştirilerinden etkilenmeme yeteneğinin gelişmiş olmasını da gerektirir. Fatih Altaylı’nın bu kişilerin fikirleriyle değil kişilikleriyle uğraştığını söylemiştim, dolayısıyla onların uyarılarının ve sözlerinin onun için fazla bir anlamı yok.

Uyarısıyla onu bu olmayacak tasarruftan vazgeçirecek bir kişi olabilirdi: Hande Altaylı... Fakat sonuca bakarak anlıyoruz ki, o da bu yönde hiçbir girişimde bulunmamış.

* Nepotizm
: Eş-dost kayırmacılığı.

TARAF