Yavuz Hırsız Ev Sahibini Bastırmaya Uğraşıyor

MUSTAFA SİEL

Yazının başlığına konu olan ve günlük hayatta çok kullanılan “Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış” atasözü, “hem suçlu hem de güçlü olma” ve “hem kel hem fodul” deyimleriyle benzer bir anlam içeriyor. Bir konuda kendisi suçlu olan bir kişinin, yüzü kızarıp başını öne eğmesi gerekirken;  tam tersine, edepsizlik, yüzsüzlük ve demagoji ile, hakkına tecavüz ettiği kişiyi suçlu ve kendisini üste çıkarma uğraşısını anlatıyor.

Osmanlının son yıllarında Avrupa basınında yayınlanmış bir karikatür görmüştüm. Birer insan suretinde tasvir edilmiş olan Rusya, Fransa ve İngiltere gibi batılı devletler, yine bir insan suretinde tasvir edilmiş olan Osmanlıyı tutmuş, boğazına ilmeği geçirerek asmaya uğraşıyorlarken; Osmanlı da can havliyle kurtulmak için bunlara vuruyor, tekmeliyor. Bu durum karşısında batılı ülkeler, hep bir ağızdan; rahat dur, düzeni bozma, ortalığı karıştırma gibi azarlayıcı ifadelerle Osmanlı’yı yatıştırmaya ve rahatça asıp işlerini bitirmeye uğraşıyorlardı.

Her ne zaman Alevi ve Şia cenahlarından, Sünnilere ve menşeen Sünni olmakla beraber, Sünnilik kalıplarını aşıp Kur’an merkezli ve Peygamber tabiyetli birer Müslüman olmaya çalışan tevhidi Müslümanlara karşı “mezhepçilik yapmayın!” ihtar ve suçlaması ile karşılaşsam, hemen yukarıdaki atasözü, deyimler ve karikatür aklıma gelir.

Bu memlekette, özellikle Cumhuriyetin ardından rejimin İslam düşmanlığı odaklı olmasından ve bu husustaki hassasiyetlerinden de istifadeyle; Sünnileri devamlı mezhepçilik yaptıkları töhmeti altında tutmak suretiyle, onları İslami hassasiyetlerden uzak tutmak ve kendi mezheplerini - dinlerini üstün ve baskın hale getirmek amacıyla, mezhepçiliğin alasını hiçbir sınır ve hudut tanımadan yapanlar, genelde Aleviler olmuştur oysa.

Öyle ki, Sünniler hakaret ve eleştiri niyetleri olmasa bile, Aleviliğin adını bile ağızlarına almaktan çekinir olmuşlardır kamusal alanda. Bunun neticesi de, kendi aralarında Aleviler hakkında en olumsuz şeyleri dahi konuşabilirken, kamusal alanda dut yemiş bülbüle dönerler.

Aynı durum Aleviler arasında da geçerlidir. Kendi aralarında Sünniler hakkında en olumsuz şeyleri konuşurlarken, kamusal alanda Sünnilere şirin gözükmek için Sünniden daha Sünni görünmek zorunda hissederler genelde kendilerini. Yani her iki taraf ta birbirlerinin arkasından atıp tutarken, yüzlerine karşı şirin gözükmek suretiyle karşılıklı takiyye yapmaktadırlar.

Memleketimizde durum bu minvalde gelmiş ve devam etmekte iken, 1979 yılında İran’da bir islam devrimi oldu ve bu devrimi Şii denen insanlar gerçekleştirdi. Biz o zamanlar genelde Şia ve Şiileri bilmez, sadece Alevileri bilir, onları da Müslüman saymazdık.

Hatta, bir Alevi önce Hıristiyan olacak, ancak ondan sonra Müslüman olabilir diye öğrenmiştik, sokaktan edindiğimiz din kültüründen. Bunlar bizim Sünni mahallesinde öğrendiğimiz ve konuştuğumuz Alevilik anlayışı idi. Alevi mahallesinde Sünniler hakkında ne konuşulduğunu tabi ki bilemiyorduk. Ama tahmin edebiliyorduk, onların da Sünniler hakkında benzer olumsuz tutumlara sahip olduklarını, kendi durumumuzdan pay biçerek.

Bilahare gerçek İslam’ı, mezheplerin sonradan ortaya çıktığını, İslam’ın mezheplerle sınırlandırılamayacağını, İran’da hakim olanın Şiiliğin Türkiye Aleviliğinden çok farklı olduğunu, Sünnilerden farklı da olsa Şiilerin de Sünniler gibi Kur’an ve sünnet merkezli bir İslam anlayışı olduğu gibi hakikatleri öğrendikçe; kırmaya çalıştık geleneksel mezhebi taassuplarımızı ve tashih etmeye çalıştık mezhebi yanlışlarımızı.

Zaten, ulaştığımız Kur’ani anlayış, mensubu olduğumuz Sünniliğin de, Şiilik gibi pek çok yanlışlar içerdiğini, bunların tashih edilmesi yanı sıra, gerçek bir Müslümanın kendisini bir mezhep dairesine hapsetmesinin ve tanımlamasının yanlış olduğunu gösteriyordu bize.

Bu nedenle, öncelikle mensubu bulunduğumuz Sünniliğin imani ve ameli yanlışlarını tashih etmek için var gücümüzle çalıştık. Ulaştığımız doğrularla kendimizi yenilediğimiz gibi, içinden çıkmış olduğumuz halkımızı da bilgilendirmeye, uyandırmaya çalıştık.

Bu gidişat esnasında, bizlerden birilerinin, önce hatt-ı İmamcı olduklarına, yani siyaseten İran’a bağlandıklarına, süreç içinde de Şiileştiklerine şahit olduk. Öyle ki, daha düne kadar bizimle beraber geleneksel din anlayışını eleştiren bu şahıslar, şimdi Şia anlayışı içinde, düne kadar şirk dediğimiz şeylere tevhidin hası demeye, bizi tevhidin ve imanın kabuğunda kalmakla suçlamaya başladılar. Geleneksel ve klasik Sünnilikten uzaklaşmalarının ardından, geleneksel ve klasik Şiiliğe doğru savruldular.

Kendi çevremizde bu gelişmeleri yaşarken, dünya çapında hemen her İslam memleketinde benzeri durumların yaşandığını, Kur’ani İslam adına yola çıkanların hiç de hafife alınmayacak bir kısmının klasik Şia anlayışının çerçevesine girdiğini duymaya başladık medyadan.

Bununla da kalmadığını, İran’da hakim olan rejimin İslam değil, Şia davası güttüğünü, evrensel ve tevhidi İslam iddiasını ise, Şia hakimiyetini sağlamak için bir kılıf yaptığını, yani resmen bizlere karşı takiyye yaptığını fark etmeye başladık zamanla.

Üstüne üstlük, bu gerçekleri fark edip de itiraz etmeye, dile getirmeye çalışanların üzerine, mezhepçilik yaptıkları suçlamasıyla abanıldığına ve susturulmaya çalışıldıklarına şahit olduk, yaşadığımız yerlerde.

Üstelik aynı durumun medya bazında da mevcut olduğunu, Şiileştirme operasyonlarına yapılan bu tür itirazların üzerine, medya bazında da abanıldığını takip ettik. Mesela, mezheplerin yakınlaşması hususunda samimi gayretleriyle tanıdığımız ve Şia’ya bakışımızın yumuşamasında olumlu etkileri olan Yusuf El Karadavi’nin, İran ve Şia mensuplarının mezhepçilik yapması ve Sünniler ile tevhidi kesimdeki Şiileştirme faaliyetlerine dair itirazlarının, mezhepçilik yaptığı ithamıyla dört koldan bir saldırıyla nasıl susturulmaya çalışıldığını izledik, şaşkınlıkla.

Tüm bu durumlara rağmen, hala ne olduğunu tam olarak anlamıyor, hep iyi niyetli düşünüyor, bu yaşananların bir takım aşırı kişi, grup ve rejimin aşırı bir kesimince yapıldığı hüsnü niyetiyle yaklaşıyorduk olaylara.

Ta ki Suriye olayı gelip dayandı kapıya ve Mart 2011’de başlayan Suriye kıyamı ile adeta pandoranın kutusu açıldı. İlk anlarda ne olduğunu anlayamadık, şaşırdık ve bocaladık. Bizler Şia mensuplarının ve İran’ın, belki muhalifleri destekleyeceğini, en azından tarafsız kalacağını umarken, hiç ummadığımız bir tutumla karşılaştık.

İran rejiminin en yetkili ağızları ile dünyanın her yanındaki ve memleketimizdeki Şia mensubu İran eklenti ve taraftarları, adeta Esed’in ordusuna yazılıp muhaliflere ve muhalifleri destekleyen İslami kesimlere savaş açtılar. Bu savaş, Suriye ve Lübnan’da silahlı savaş (“kıtal”) boyutunda olurken, diğer yerlerde propaganda boyutunda (“cihad”) cereyan ediyordu.

İran’ın Esed yanlısı tutumunun mezhebi değil, yanlış olmakla beraber, devlet çıkarlarını önceleyen pragmatist bir tutum olduğunu düşündük önceleri. Lakin zaman geçtikçe, İran rejiminin lider ve sözcüleri çıkınlarındakileri bir bir ortaya döktükçe görmeye başladık, mevcut İran rejiminin mezhepçi gerçek yüzünü.

Memleketimizdeki Şiilerin de, gerek yazar ve gerekse yorumcu olarak; olayın sıcaklığı nedeniyle kendilerinden geçmeleri nedeniyle olsa gerek, devamlı yapmakta oldukları takiyyeyi unutup, mezhepçilik hususundaki gerçek yüzlerini medya bazında da ortaya koymalarıyla anladık ki; bunların derdi İslam değil, dinleştirdikleri Şia mezhebi.

Bunların, Suriye muhaliflerine destek veren tüm Sünnileri ve kendilerini mezhepler üstü olarak gören tevhidi Müslümanları Sünnicilik – mezhepçilik yapmakla suçlamaları en sık kullandıkları argümanları oluyordu. Yani yavuz hırsız ev sahibi bastırmaya uğraşıyordu.

Kendileri klasik Şia mezhebinin fanatik mensubu ve taraftarı olanların, hadi klasik Sünni anlayışa sahip olanları mezhepçilikle itham etmelerini mazur görelim. Lakin mezhepler üstü duruşları çok net olan Kur’ani – tevhidi müslümanları mezhepçilikle itham etmeleri ne kadar dürüst ve ahlaki olabilir? Aslında bizleri mezhepçilik yapmakla itham edenler, yavuz hırsız misali ev sahibini bastırmaya çalışan, mezheplerini din edinenlerin ta kendileridir.