Yargı ve Ön Yargı

Deniz Yücel’in tahliyesi ve Altan kardeşler ile N. Ilıcak’a verilen ceza gelişmelerini değerlendiren Alper Görmüş, Türkiye’de bağımsız yargının artık ‘ön' yargıdan ibaret olduğu ve gerçek (nihai) kararların ‘arka’da alındığı kanaatinde.

Alper Görmüş’ün Serbestiyet.com’daki yazısını ilginize sunuyoruz:

Ön Yargı

Türkiye’de bir tür siyasi eleştiri ne zamandır, vatandaşların, devlete yönelik şikâyetlerinden devletin ‘ön’ yüzünde yer alan ve kayıt almaktan başka bir işlevi olmayan görevlileri sorumlu tutmasına benzemeye başladı.

Bu ‘eleştirel’ tutum sahiplerinin pozisyonu, demokrasinin üç kuvvetinin (yasama, yürütme, yargı) kullandıkları yetkiler fiilen Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kullanılan yetkiler haline geldikçe daha da güçleşiyor. Bu pozisyon, Türkiye’nin yaşadığı özel gündem nedeniyle en belirgin bir biçimde yargı alanında kristalize oluyor, elle tutulur bir görünüme bürünüyor.

Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ı ‘darbecilik’ten müebbete mahkûm etmekle Almanya vatandaşı Deniz Yücel’in tuhaflıklarla örülü tahliyesinin aynı güne rastlaması bir kere daha gösterdi ki, Türkiye’de bağımsız yargı artık sadece kayıt alıp pratik süreci yöneten ‘ön’ yargıdır ve gerçek (nihai) kararlar ‘arka’da verilmektedir.

Aynı şey, ‘demokrasinin üç kuvveti’nin öbür unsurları yasama ve yürütme için de geçerli. O nedenle, yasama (meclis), yürütme (hükümet) ve yargıyı, sanki onların bir hükümleri varmış gibi yaparak ve arkadaki asıl belirleyici olan tek kişilik siyasi iradeyi esirgeyerek eleştirmenin hiçbir işlevselliği yok. Böyle bir eleştiri ‘karavana atış’tan başka bir anlama gelmiyor.

Bu yazıda, üç cepheli ‘karavana eleştiri’nin yasama ve yargı bölümlerini ihmal edecek, sadece yargıya yönelik olanı üzerinde duracağız.

Deniz Yücel kararı ve Nagehan Alçı

Alman Die Welt gazetesi muhabiri Deniz Yücel, hakkında iddianame hazırlanmadan bir yıl boyunca tutuklu kaldıktan sonra, Merkel-Yıldırım görüşmesinin ardından aniden salıverildi. Bu ilginç tahliye, iktidara yakın yazarların bir bölümünü bile rahatsız etti, çünkü tablo hakikaten pek sakildi.

Nagehan Alçı mesela duyduğu rahatsızlığı Deniz Yücel muamması başlıklı yazısında şöyle ifade etti:

“Geçen sene 14 Şubat’ta ifadeye gittikten sonra tutuklanan ve dün tahliye edilen Alman vatandaşı gazeteci Deniz Yücel’le ilgili durumu son derece tuhaf buluyorum.

Türkiye bu süreci başından itibaren yanlış yönetti. Onca zaman iddianame neden çıkmadı? Türkiye’nin hukuk devleti imajına zarar verecek şekilde bu süreç neden uzadı? Onca zaman çıkmayan iddianame alay eder gibi neden tahliyeden bir gün önce çıktı?

Almanya sürekli Yücel’in tahliyesini istiyordu. Tam da Merkel ile Başbakan Yıldırım görüştükten bir gün sonra mı verilmeliydi tahliye kararı? Bu kadar da denk gelir mi? Bu kararı verenler, yargının bağımsızlığını nasıl anlatacaklar? Neden tuttular, neden Türkiye ve Almanya başbakanlarının görüşmesinin ertesi gününde bıraktılar?”  (Habertürk, 17 Şubat).

Nagehan Alçı, görüyorsunuz, haklı eleştirisinden sonra topu “bu kararı veren” yargıya atıyor; eleştirisi bununla sınırlı.

Elif Çakır medyayı da sorumlu tutuyor

Elif Çakır da, Deniz Yücel davasından ne kazandık ne kaybettik? başlıklı yazısında tıpkı Nagehan Alçı gibi ortadaki sakilliği tarif ettikten sonra sorumluluk bahsinde yargının yanı sıra medyayı da işin içine katıyor ve şöyle diyor:

“Hatırlayalım bakalım Deniz Yücel hakkında daha savcılar iddianame yazmadan, savcılardan önce hüküm veren haberlere, atılan manşetlere, yazılan yazılara, yapılan açıklamalara.

Şöyle bir profil ortaya koydular kamuoyunun önüne...

Karşımızdaki ‘kesinlikle’ gazeteci görünümlü azılı bir teröristti.

PKK’nın üst düzey yetkilileri ile şifreli iletişim içindeydi.

Sık sık Kandil’e çıkıp geliyordu ve Kandil’de bulunduğu sıralarda bölgede terör eylemleri artıyordu.

THKP-C, FETÖ ile yakın irtibat ve ilişkiler içindeydi.

PKK’lı yöneticiler ile aynı telefon baz istasyonlarını kullanıyordu.”  (Karar, 17 Şubat)

‘Hatırlamak’tan söz açınca...

Türkiye’de yargı bağımsızlığının birkaç parlak kelimeden fazla bir şey olmadığını apaçık ortaya koyan bu bir yıllık sürecin sorumlularını hatırlarken, şunları da hatırlamak gerekmez mi:

“Yok bilmem Die Welt’in bir temsilcisi içeri alınmış... Bundan dolayı değil. Bir ay bu kişi PKK’nın bir temsilcisi olarak, bir Alman ajanı olarak Alman Konsolosluğu’nda saklanmıştır. Ve bunu bize teslim edin, yargılansın dediğimizde de vermemişlerdir. Bunu bana Şansölye Merkel söylediğinde ben kendisine şunu söyledim: Sizdeki teröristler tarafımızdan isteniyor, bize ne diyorsunuz, yargı bağımsızdır tarafsızdır diyorsunuz... Biz şu anda bağımsız ve tarafsız yargımıza güveniyoruz, verin yargılansın. Önce vermediler, sonra nasıl olduysa verdiler ve yargı, görevini yaptı, tutukladılar.” (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 3 Mart 2017’de Yeşilay ödül töreninde yaptığı konuşmadan).

“Şu anda içerde. (Gazeteci: ‘PKK ile ciddi bir bağından söz ediliyor.’) Tabii canım. Elimizde görüntüler, her şey var. Bu tam bir ajan terörist. Yani gazeteciler pir ü pak değil ki; sizleri tenzih ederim. Ama bunlar böyle gazetecileri pir ü pak göstermeye çalışıyorlar. Kime bunları yutturacaksınız ya.” (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın TGRT’ye verdiği söyleşiden, 13 Nisan 2017).

Dahası da var ama bu kadarı yeter; bunlar, henüz hiçbir suç isnat edilmemiş, hakkında iddianame bile düzenlenmemiş bir kişi hakkında ülkenin cumhurbaşkanının kullandığı sözler...

Benzer bir süreci “Büyükada ajanları” bahsinde yaşadık, henüz tamamlanmamış olsa da Osman Kavala bahsinde yaşadık.

(Sabah yazarı Melih Altınok da Deniz Yücel’in tahliyesi başlıklı yazısında, eleştiride Erdoğan’ı esirgeme sanatının doruklarına varıyor: “Doğrudur, Yücel Türkiye kamuoyunun ezici bir çoğunluğunun gözünde son mahkeme kararından bağımsız bir imaja sahip. Pek çok vatandaş, Yücel'i ‘PKK propagandası yapan bir ajan’ olarak görüyor. Ama inanın, öyle olsa bile dışarıdan ziyade, içeride olduğu süre içinde amacına daha çok hizmet etti...”

Doğrudur, “Yücel Türkiye kamuoyunun ezici bir çoğunluğunun gözünde son mahkeme kararından bağımsız bir imaja sahip” ama neden acaba?)

Siyasetin gizlemediği öfkesi olmasaydı?

Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ı darbeyi gûya önceden bildiklerini ‘ispatladıktan’ sonra bu varsayım üzerinden ‘öyleyse darbeye katılmışlardır’ sonucuna varıp müebbete mahkûm etmek de aynı fasıldan değil mi? İktidarın, bu davayla ilgili olarak nasıl bir sonuç görmek istediği medyası üzerinden bu netlikle gösterilmeseydi, onlara dair nihai karar böyle mi tecelli ederdi?

Her şey gözümüzün önünde yaşandı, yaşanıyor; bunlara bakıp da yargının akıl almaz kararlarını sadece yargıya havale etmek karavana eleştiriden başka bir anlama gelir mi?   

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!