Başsavcı'nın iddianamesini, hafta sonu devlet dairelerinin ve borsanın kepenkleri kapandıktan sonra açıklaması çok önemli bir ayrıntı. Tıpkı 27 Nisan e-muhtırası gibi. Hukuk, bu kadar siyasî endişeler taşımaz. Suç varsa vardır. İzlediğiniz usule göre kararınızı verir, gereğini yaparsınız. "Borsa ne olur?" sorusu, hareket noktanızın hukuk dışında bir şey olduğunu gösterir. En azından hukuku, pür hukuk mantığıyla işletmediğinizi.
Başsavcı'nın iddianamesinin, bir muhtıra olup olmadığını, içeriği belli olduktan sonra daha yakından anlayacağız. Şimdiden, işin başında iki ihtimali irdelemek zorundayız. Birincisi, Başsavcı'nın devlet içindeki iktidar mücadelesine, bu iktidar mücadelesinde temsil ettiği bürokratik iktidara bir üstünlük sağlamak için harekete geçmesi. İkincisi, Başsavcı'nın sadece göreviyle ilgili, nesnel güdülerle hareket ederek saf hukuk mantığı ile hareket etmesi. Şayet konu bir iktidar mücadelesi ise ve Başsavcı, demokratik iktidara karşı yargıçlar iktidarının gücünü kanıtlama derdinde ise, bu rekabet Türkiye'ye çok şey kaybettirecektir. Karşımızda, Türkiye Büyük Millet Meclisi, anayasayı değiştirirken ihsas-ı reyde bulunan bir savcı var. Hepimiz, Meclis üzerinde ağır bir baskı oluşturan o sözleri hatırlamalıyız. TESEV'in yargı üzerine yaptığı araştırmada kullandığı "Yüksek yargı oligarşisi" sözü, bu iddianame için de hepimize yol göstermeli. İddianame açıklanır açıklanmaz ilk aklına gelen endişenin, "Başsavcı neyin peşinde?" sorusu olması doğal değil mi?
Dikkat etmemiz gereken bir başka ayrıntıyı iddianamenin mevcudiyeti bize anlatıyor. Dava AK Parti'ye mi, yoksa bütünüyle Meclis'in kendisine karşı mı açılıyor? Başsavcı, AK Parti'nin kurumsal kimliğini mi hedef alıyor; yoksa TBMM'nin kurumsal kimliğini mi? Muhtemelen Başsavcı, iddianamesine delil teşkil eden olayları sıralarken, bizler bu olayların MHP'nin eylemlerini de kapsadığını fark edecek ve aslında muhatabın bu iki parti olduğunu anlayacağız. Öbür taraftan kimsenin "laiklik karşıtı" parti olarak suçlamayı aklına getirmediği CHP'nin son tartışmalarda çok fazla "laiklik karşıtı" eylemini ve söylemini Başsavcı'nın önüne koyacak somut delillere sahibiz. İlk elden hatırlayacağımız şeyin, başörtüsü yasağı ile ilgili tartışmalara bir mezhep imamı gibi fetvalar vererek, dinî gerekçeleri ve delilleri arka arkaya sıralayan Baykal'ın sözleri olduğunu kaydedelim? Başsavcı'nın AK Parti'yi değil doğrudan TBMM'yi kapatmak için bir iddianame hazırladığı tezini bu yüzden ciddiye almalıyız. Belki dikkate almamız gereken bir başka gerçek var. Böyle bir iddianame, yargı için halk arasında yerleşmiş olan "Seni mahkeme mahkeme süründüreceğim." sözünü hatırlatmıyor mu? Mahkemenin vereceği kararı değil, mahkeme sürecinin kendisini bir ceza olarak kullanmak, bizim kültürümüzde mevcut. Başsavcı bu iddianame ile, aynı zamanda bir cezalandırma sürecini başlatmış olmuyor mu? İktidara bir "balans ayarı" yapmak için mutlaka tankların mı sokağa çıkması gerekiyor?
Ancak böyle bir durum, her şeyden daha fazla rahatsız edici olur. İktidarlar gelir ve gider. Birinin yaptığı yanlışı öbürü düzeltir; diğerinin yaptıklarını öbürü yıkar. Bütün bu gelip gitmeleri belirleyen halk olduğu için kimseye bir şey söylemek düşmez. Ama yargıçlar hukuku amacı dışında kullandığı zaman bunun çaresi yok. Bütün vatandaşların sığınacağı yegane şemsiye adaletin şemsiyesi. Hukuk yara aldığı zaman, bu yaranın onarılması kolay değil. 367 tartışmalarını hatırlayalım. O zaman, bütün bu ihtimalleri test edeceğimiz bir başlangıç ölçüsü koyalım. "Başsavcı demokrasiyi yargılıyor" endişesine karşı, şayet bu iddianameden bir hukukî sonuç çıkmaz ise, Başsavcı'nın istifasını isteyelim. Laikliği bütün esnetilen yorumları içinde takip ederek şayet AK Parti'nin "laiklik karşıtı eylemleri" ispatlanamazsa Başsavcı istifa etsin. Doğrudan demokrasiye kastı olan bu tür eylemlerin de bir müeyyidesi olsun.
Danıştay Başsavcısı gibi, 47 yıl sonra bile cuntacılığa övgü düzen yüksek yargı mensuplarının olduğu bir ülkede endişelerimizde haklı değil miyiz?
Zaman gazetesi