Belirsizlik ve endişe sadece Türkiye’nin sorunu değil elbette; dünyanın hemen tamamı depresyona doğru ilerleyen çok ağır bir stres altında. Seküler insan, modern toplum, kapitalist devlet belirsizlikten hiç hoşlanmıyor ve görüldüğü üzere salgın hastalık vesilesiyle kol gezen ölüm gerçeğinden hem çok korkuyor hem de nefret ediyor. Modern-seküler zihin yapısında, ölüm ne zaman gelse, hangi yaşta karşılaşılsa hep zamansız addedilen bir felaket olarak kodlanıyor sadece. İşte bu derin sapma sebebiyle, uzun ama upuzun ve olabildiğince konforlu bir hayatı türlü sigortalarla teminat altına almanın ne kadar boş olduğu gerçeğiyle bir kez daha yüzleşiyor “Yaratan Rabb’in adıyla oku”mayı unutanlar.
Dikkatlerimizi önce şu hayati meseleye, denge meselesine odaklayalım: Sınır ve sınıf tanımayan bir virüsün saldığı dehşet karşısında aşı ve ilaç çalışmaları kadar kalpleri yumuşatacak, gönülleri yakınlaştıracak ve toplumsal dayanışmayı güçlendirecek söylemlere, davranışlara ve organizasyonlara da muhtacız. Evet, muhtacız çünkü “merhamet etmeyene merhamet edilmez” kaidesi Nebevi öğretinin en temel dinamiklerinden birisidir. Vakit öldürmek, akıl ve iradeyi köreltmek ya da umutları söndürmekten başka bir halta yaramayan saçma sapan komplo teorilerini de komplo teorisi pazarlayan fırsatçıları da tümden hayatımızdan çıkarmalıyız. Büyük küçük demeden yapabileceğimiz bütün iyilik ve güzelliklerle derhal sarılalım, hayali ve ulaşılmaz kötülüklerle değil somut ve açık düşmanlarımızla savaşalım.
Küresel Dalganın Kestirilemeyen Hasarları
Corona Virüs’ün etkili olduğu 20 Ocak ile 24 Mart tarihleri arasında Amerika ve Çin ekonomisi %15 ile % 17 arasında küçüldü. Dünya borsaları takriben 27.5 Trilyon dolar değer kaybetti, telafisi hiç de kolay olmayacak. Önümüzdeki dönem Amerika’dan Çin’e değin büyüyen ekonomilerden bahsetmek hayal olacak, en iyi ihtimalle durgunluk veya küçülen-daralan ekonomileri takip edeceğiz maalesef. İşsizlik ve iflas eden dev şirketler-markalar dalgası salgın hastalıkla yarış edeceği günlere önceden hazırlıklı olmak icap ediyor. Hiç arzu etmesek de bu küresel dalgadan Türkiye de nasibini alacak elbette, ancak etki oranını kestiremiyoruz şimdi.
Ancak Covid-19 krizinin salt ekonomik-teknolojik veya lojistik hasarına odaklanmak büyük bir yanılgı, ölümcül bir hesap hatası olacaktır. Siyasal ve toplumsal zeminin hukuka uygun dinamik bir formda daha güçlü bir biçimde yapılandırılması, dini ve ahlaki (ideolojik) değerlerin sapmalardan korunup bireysel ve toplumsal hayatı sahih ölçülere göre nasıl inşa edeceğimiz üzerinde çok ciddi mesailer harcamalıyız. Resmi ideoloji putuyla, milliyetçi hamasetle, magazin ve futbol kültürüyle varılacak hayırlı bir menzil olmadı, bundan sonra da hiç olmayacak.
Ne birey ve toplum ne de siyaset ve sermaye sınıfları toptan hidayete erecek, dünyevi arzu ve ihtiraslarını bir derviş gibi terbiye etmiş olarak sahne alacak filan değil elbette. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” repliğini daha önceleri de pek çok kez duymuştuk. Ne hayaller kurulmuştu, hatırlayalım? İnsanoğlunun mayası değişmeyeceğine göre yeni dönemin de benzer hastalıklarla malul olacağı akıldan çıkarılmamalı. Ancak tarih tekerrür etmesin, yanılgı ve zaaflar kronikleşmesin istiyorsak adalet ve merhamet duygularını tüm değerlerin önüne koymak, yapıcı ve kuşatıcı olmak için hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmemek gerekiyor. Kendimizi değiştirmeden bir takım temennilerle toplumu ve sistemi değiştiremeyeceğimiz gün gibi aşikâr değil mi?
Pazarlıksız Adalet, Karşılıksız Merhamet Örneği
Birçok konu arasında şu iki konunun önemli bir fırsat, geri tepilemeyecek imkânlar içerdiğini düşünüyorum. Biri yardım/bağış kampanyası diğeri de İnfaz Kanunu’na ilişkin Meclis gündemine getirilen tasarı. Birincisinden başlayalım: Bağış, adı üzerinde gönüllülük esasına göre işler. Usulsüzlük varsa usul hatırlatılır, kanun dışına çıkılmaması için Mülkiye Müfettişleri, Sayıştay, Mali Suçlar Bürosu ve nihayet savcı devreye sokulur, mahkeme huzurunda gereği yapılır. “Sadece devlet bağış toplasın, belediyelerin bağış toplaması devlet içinde devlet kurmak anlamına gelir” tarzı bir bakış açısını sadece mantığa değil hukuka ve toplumsal faydaya da aykırı görüyorum. Bağış bu, isteyen muhafazakâr-dindar kurumlar üzerinden, isteyen de Kemalist-Atatürkçü, milliyetçi, liberal veya sosyalist kurumlar üzerinden ihtiyaç sahiplerine ulaşmaya çalışır. Şeffaf ve amaca uygun hareket etmekten gayrısı teferruattır. Bırakalım bağışta/hayırda yarışılsın, birileri diğerlerini engellemesin de sadece imrendirsin. Toplumsal dayanışma ve bütünleşme eğer gerçekten hedefleniyorsa şu ya da bu siyasi teşekküllerin önüne bir takım bürokratik süreçleri barikat gibi çıkarmanın manası olmasa gerek.
Devlet, Hükümet veya bir Bakanlık tarafında yapılan yardım kampanyası ve bağış çağrısı için bugün Büyükşehir Belediyelerinin yardım kampanyasını, bağış çağrısını zararlı, yıkıcı, bölücü ilan ederse işin sonu nereye varır?
Bu ülkenin vakıf, dernek, platform ve cemaat dinamiği yardım kampanyalarında hemen her zaman devletin önünde ve üstünde olduğunu unutup, devlet yarın öbür gün sivil toplumun da yardım organizasyonlarını zararlı ilan edip yasaklamaz mı? Devleti bu derece yüceltmek de devletçi tutumları dertlerin biricik devası, sıkıntılardan kurtuluşun yegâne reçetesi sanmak ve dayatmak da büyük bir handikaptır, açmazdır, tuzaktır. “Gönüllülüğü esas almayın, mecburiyete rıza gösterin” gibi bir formül, akl-ı selim ile düşünürsek görürüz ki; kimseyi iyiye, doğruya ve güzelliğe kavuşturmaz.
İnfaz Kanunu’nun Meclis’e sevk edilmesiyle birlikte kapsamının genişletilmesi ihtimali biraz daha güçlenmiş gözüküyor. Bir ateş koru gibi kimsenin elinde tutmak istemediği, toplum nezdinde sorumluluğunu taşımamak gibi endişeler bir yere kadar anlaşılabilir. Ancak Türkiye’de “terör” suçunun kapsamı çok geniş ve konjonktüreldir, üstelik cezası da çok ağırdır. “Terör örgütüne üye olmamakla beraber, örgüt adına suç işleme, yardım ve propagandasını yapma …” diye devam eden kapsamda 7 yıl, 10 yıl, 15 yıl ceza almış, sayıları on binleri geçen, insanlar var cezaevlerinde. Fetö Davası da böyle Hizbu’t Tahrir Davası da böyle, El Kaide veya IŞİD kategorisine sokulan Selefi çevrelerin davaları da böyle.
Bu ne yaman çelişkidir ki; Sivas Davası’nda 27 senedir diri diri betona gömülmüş insanların yaşadığı mağduriyet ‘terör’ suçu diye kapsam dışında bırakılacak yine. Güvenlik ve özgürlük, suç ve ceza dengesini iyi kurarak Osman Kavala gibi tutukluların davası da HDP’liler gibi hükümlülerin davaları da infaz indirimine dâhil edilebilir. Fiilen darbeye girişenleri, terör eylemleriyle kan akıtıp can alanları sürekli olarak öne çıkartıp hemen hepsine darbeci, tamamını terörist kategorisine sokup, on binlerce insanın cezaevlerinde çürümesini, aile ve akrabalarının topluma derin ve onulmaz bir düşmanlık beslemesini istemekten başka bir anlama gelmez.
AK Parti Hükümeti, MHP’yle beraber Meclis’e sevk ettiği İnfaz Yasası’nın kapsamında CHP, İYİ Parti ve HDP ile uzlaşarak mevcut gerilim ve belirsizliği yeni ve hayırlı bir başlangıca vesile kılabilir. Anayasa Mahkemesi’nin eşitlik ilkesine aykırılık kararı vermesine zemin hazırlamayacak, adalet ve merhameti esas alan kuşatıcılıktaki bir İnfaz Yasası, ülke ve toplum için umarız ki geniş bir rahmete kapı aralayacaktır.
*
(Yazar Yeni Akit’teki köşesinde yayımlanan bu yazısını Haksöz-Haber için genişletmiştir)