Korona virüs tüm dünyayı rehin almış durumda. Vaziyeti küresel bir kriz olarak tanımlamak abartılı olmaz. Tüm dünya adeta salgın hastalık korkusuna kilitlenmiş halde. Aslında bu gündem hayat ve ölüm hakkında düşünmek, ibret almak için bir fırsat da sunmakta. Hayat temposunun her geçen gün biraz daha hız kazandığı, adeta bitmeyen bir koşturmacaya dönüştüğü bir ortamda biraz durup dinlenmek, kafa yormak, yapıp ettiklerimizi sorgulamak, sadece nasıl üzerinde değil, neden diye de düşünmek gayet hayırlı sonuçlar doğurabilir. Ama ne yazık ki, gündemler asıllar değil, detaylar üzerinde gelişip, tüketilmekte. Gerçek manada hayatı kazanmaya değil, günü kurtarmaya yönelik çabalar öne çıkmakta.
Maalesef ölümü görmezden gelen, erteleyen, hatta yüz yüze gelindiği ana kadar yok sayan bir hayat tarzı hepimizi bir biçimde sarmalamakta. Kahir ekseriyetle insanlar ölüm gerçeği üzerinde düşünmüyor, hesabını buna göre yapmıyorlar. Hatta ölümü hatırlatan şeylerden rahatsızlık duyuyor, kaçıp saklanmaya çalışıyorlar. Yapacak hep çok işimiz olduğunu düşünüyoruz; her zaman bizi bekleyen tamamlanmamış işlerimiz ve sonuçta da ölüm gelip çattığında yarım kalmış hayatlarımız oluyor.
Oysa biliyoruz ki ölüm de hayat gibi haktır. Ve hüküm Allah’ındır. Rabbimiz Tevbe suresi 116. ayette şöyle buyuruyor: “Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah'tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur.”
Aynı hakikat Cuma suresinin 8. ayetinde de şöyle bildiriliyor: “De ki: "Sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya, o mutlaka size ulaşacaktır. Sonra gaybı da, görünen alemi de bilen Allah'a döndürüleceksiniz de, O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.”
Ölümü Unutan ve Unutturan Bir Hayat Tarzı Mümince Değildir!
Tırmizi ve Nesai’nin naklettikleri bir hadiste ise Resulullah’ın (s) şöyle buyurduğu bildirilmiştir: “Lezzetleri kökünden kesip atan ölümü çokça zikredin.” Evet, ağızların tadını kaçıran ölüm haktır. Asıl olan, kalıcı olan ise daha uzun yaşamak değil, daha güzel yaşamak, mümince yaşamaktır.
Modern insan bilimin, teknolojinin gelişmesiyle ve dünyevi güç ve imkanların artışına paralel olarak adeta her şeyi kontrol altına aldığını düşünüyor. Sigorta sistemi sayesinde evini, arabasını, sağlığını garantiye aldığını zannediyor. Geleceğini belirlemeye, çocuklarının, hatta torunlarının rızkını, saadetini sağlama almaya kalkışıyor. Hepimiz bu ortamdan etkileniyor, bir biçimde kendimiz için uzun vadeli programlar yaparak hayatımızı tam bir düzene sokmaya, kendimize kendi belirlediğimiz istikamette bir gelecek tayinine çalışıyoruz.
İşte böylesi bir ortamda nereden geldiği bilinmeyen, kontrol de edilemeyen bir virüs salgını tüm hesap kitaplarımızı altüst ediyor. Korkuyor, paniğe kapılıyor, tedbir alma gayretiyle birtakım çabalar sergiliyoruz.
Salgın Tehlikesi, Tedbir ve Tevekkül
Tedbir alınmasında beis yok bilakis elzemdir ama tevekkülü unuttuğumuzda tedbir dediğimiz şey sadece zindanımıza dönüşüyor. Abartılı gündemler, söylentiler ve korkularla evham yayılıyor, paranoya atmosferi hayatımızı karartıyor. Oysa salgına karşı korunma çabası kadar önem arzeden ve sağlığımızı, bilhassa ruh sağlığımızı muhafaza hususunda belirleyici bir tedbir de mütevekkil olmaktan geçiyor.
Maruz kalabilecekleri tehlikeye karşı Yakup (as) oğullarına ne tavsiye ediyordu hatırlayalım: “Sonra da, ‘Ey oğullarım! Bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam. Hüküm ancak Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O’na tevekkül etsinler’ dedi.” (Yusuf Suresi, 12/67)
Peki, tevekkül ne işe yarayacak? Bize öncelikle kul olduğumuzu, her durumda Rabbul Alemin’in lütfuna muhtaç bulunduğumuzu hatırlatacak, haddimizi bilmemizi sağlayacak. Müstağnileşmemizin önüne geçecek, nefsimizin kabarıp önce tepelere çıkmasını ve ardından da güm diye yere çakılmasını önleyecek.
Allah Teala Müminlerin hayatında kenarda duran ve ancak ihtiyaç hasıl olduğunda başvurulan, müdahale eden bir ilah değildir. O her an, her yerdedir, hazır ve nazırdır. Sürekli yaratma halindedir. Bize bizden de yakındır. Zor durumda kalan Müminlerin, hatta çaresizlik içindeki tüm kulların kaçıp sığınabilecekleri tek Rabbidir, sığınağadır. Elhamdulillahi Rabbu’l Alemin.
Yaşadığımız günler bir fırsat, muhasebe zamanıdır. Hastalık riskinden ötürü alınan tedbirler sayesinde dünya hayatında daha uzun ve sağlıklı yaşamayı hedefliyoruz. Bunun makul bir hassasiyet ve elzem bir çaba olduğuna kuşku yok. Peki, sonsuz ahret hayatı için yapıp ettiklerimiz, biriktirdiklerimiz üzerinde de düşünüyor muyuz? Bu konuda ne tür bir hazırlık içindeyiz? Rabbimizin huzuruna çıkarken elimizde ‘mazeretimiz’ diyebileceğimiz hayırlı ve salih amellerimiz mevcut mu?
Tedbirli Olmak Şart, Haddimizi Bilmek de!
Tedbir almak zorundayız. Hastalığı kapmamaya ve başkalarına da taşımamaya gayret etmeliyiz. Tedbirsizlik neticesinde zarar vermek de, zarar görmek de zulümdür.
Resulullah’ın (s) şöyle buyurduğu bildirilmiştir: “Mümin dilinden ve elinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhacir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.” (Buhârî, Îmân; Müslim, Îmân) [Aynı hadis Müsned’de ‘Müslümanların’ ifadesi yerine “elinden ve dilinden bütün insanların salim kaldığı kimse” ifadesi ile geçmektedir.]
Bu manada elbette kendimizi, yakınlarımızı ve çevremizi korumalı, zarar verebilecek şeylere, tehlikelere karşı dikkatli, tedbirli olmalıyız. Bilhassa bünyelerinde rahatsızlık hissedenler daha dikkatli davranmalı, hastalık bulaştırma kaygısını göz önünde bulundurarak hareket etmeli, gerek fiziki gerek psikolojik olarak insanları rahatsız etmekten kaçınmalıdırlar.
Ortamlarımızı temiz tutmak önemlidir. Nezafet müminlere yakışır. Aynı şekilde yediğimiz içtiğimize dikkat etmek önemlidir. Bilinen bir sözdür, “insanlar ağızlarına giren ve ağızlarından çıkan şeye dikkat etseler huzur bulurlar” denilmiştir.
Gerçekten de temizlik önemlidir ama sadece virüs bulaştırmama kaygısının belirleyici olduğu bir temizlik anlayışı yetmez. Vücudumuzla birlikte kalbimizi, dilimizi, düşüncelerimizi de temiz tutmak, yaygın biçimde ortalıkta dolaşan kirliliklerden, fahşadan, fesaddan korumak, Rabbimizin emaneti olan bu organlarımızı Rabbimizin rızası istikametinde kullanmak zorundayız.
Müminler Rabbimizin hayata ilişkin kurallar koyduğunu bilirler, işlerini, eylemlerini başıboşluğa bırakmaz, bu kurallar dizisine göre tanzim ederler ama aynı zamanda her şeyi yoktan var eden yüce Rabbimizin istediği anda her şeyi bizim düşündüğümüzden, beklediğimizden, hatta hak ettiğimizden çok farklı bir tarzda irade buyurabileceğine de iman ederler. Rabbimiz isterse azımızı çoğaltabilir, zayıflığımızı giderebilir, hastalığımızı şifaya, yenilgimizi zafere çevirebilir. Çünkü O yoktan var edendir, kadiri mutlaktır ve hâkimiyetinde ortağı bulunmayandır.
Huzur ve Güven Ancak Rabbe Teslimiyetle Mümkündür!
Bu itibarla tevekkül kadercilikten uzak olmak gerektiği ile birlikte şüphecilikten de uzaklaşmak anlamına gelir. Müminlere Alemlerin Rabbi’ne olan teslimiyetin verdiği itminan duygusunu bahşeder. Maalesef modern insan hayatından adeta Rabbini çıkarmış ya da O’na sınırlı bir hakimiyet alanı tayin etmiş gibidir.
Hayat o kadar deterministik bir tarzda yorumlanmaktadır ki, Allah ile ilişki, irtibat, O’na duyulan ihtiyaç çok sınırlı zemin ve alanlarda örneğin çaresizliğin pekiştiği anlarda veya ancak ölüm olayında hatırlanır. Gündelik hayat akışı içinde ise her şey kendi kurallarınca örneğin piyasanın, sağlık sektörünün, bürokrasinin, devletin vs. ilahi müdahaleye hiçbir alan bırakmayan kurallarınca işlemektedir.
Mesela bakın günlerdir, herkes salgın hastalık korkusuyla panik içinde. Herkes birbirine bir dizi tavsiyede bulunuyor. El yıkamaktan maske kullanmaya, eve kapanmaktan yiyecek içeceğe dikkat etmeye kadar birçok önlem alınması gerektiği konuşuluyor ama Rabbimize yönelelim, bolca dua edelim, bu musibeti bir an önce defetmesi için O’na yalvaralım, O’na sığınalım şeklinde bir hatırlatma, bir tavsiye pek duyulmuyor. Neden, çünkü Rab ile olan ilişki ancak cenaze töreni gündeme geldiğinde hatırlanıyor, ondan öncesine ilişkin bir zorunluluk, bir ihtiyaç hissedilmiyor.
Oysa iman etmiş bir bilinç karşılaşılan her durumda ister bolluk ister yokluk, ister saadet ister sıkıntı hallerinde olsun Rabbinin nusretine taliptir. Zorluklar, musibetler, dertler söz konusu olduğunda da Müminlere aynı teslimiyet hali içinde Rabbine yönelmek ve O’na ibadet edip, ancak O’ndan yardım dilemek yakışır. Karşılaştığımız sorunlar, sıkıntılar karşısında elbette elimizden gelen gayreti sarfetmekle mükellef olduğumuzu biliyoruz. Ama bununla birlikte son kertede gücümüzün sınırlı, yükümüzün ise alabildiğine ağır olduğunu da göz önünde bulundurarak Rabbimize iltica etmenin bizim için tek yol, tek çıkış olduğunu da hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız.
Tevekkül sahibi olmak yeise düşmeyi, çaresizliği, paniği önler. İnsana Rabbinden başka güç ve kudret sahibi tanımama ve yalnızca O’na güvenip, dayanma huzurunu bahşeder. Sadece O’nun dediğinin olacağını, O’ndan başka hiçbir güç sahibinin nihai neticeyi belirleme kudretine sahip bulunmadığını bilmek şüphesiz iman edenleri rahatlatır: “De ki: ‘Bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim yardımcımızdır.’ Öyleyse mü’minler, yalnız Allah’a güvensinler.” (Tevbe, 9/51)
Rabbimiz kendimiz ve tüm insanlar için hayırlı, salih amelleri bizlere müyesser kılsın! Bizlere ağır yük yüklemesin, musibetlerden, sıkıntılardan, çaresiz dertlerden hepimizi korusun! Bizleri sadece O’na yönelen ve nusreti, çareyi, şifayı O’ndan bekleyen mütevekkil kullarından kılsın!