Ersin Çelik/Yeni Şafak
Beynimiz tamamen çürümeden hemen önce…
Dikkat ettiniz mi hiç, bir ürün alırken, örneğin basit bir takı kutusu seçerken aralarından bir ya da birkaç model “el yapımı” ise karar vermekte zorlanıyor insanlar. Sizi bilmem ama ben bunu yaşadım. El örgüsü kazak aldım ve çok seviyorum.
İngilizce “handmade” deniliyor. Bu etiket ürüne katma değer katıyor. Nihayetinde bir kalfa; elleriyle, yavaş yavaş, özenle imal etmiştir. Ter akıtmıştır. Ya da bir kadın günlerce göz nuru dökerek örmüştür.
O halde günümüzde el yapımı ürünlere ilgi ve biçilen değerin sebebi tam olarak nedir? Mesela yüz yıl öncesine ait bir çalışma masası kesinlikle el yapımıdır. Onu şimdi değerli yapan etkenler vardır. İşçiliği, kullanılan malzemesi, şekli-şemaili, kimden kaldığı ve ilk sahibinin kim olduğu… Lakin o masayı kıymetli ve hatta paha biçilmez yapan zamandır. Biraz daha bilinci bir alıcı, masanın geçmişine para ödeyeceğini bilir.
Peki bir eldiven, atkı, bere, tahta kaşık, sabun, seramik bardak hatta el açması börek neden günümüzde daha değerlidir? Mazileri olmadığı gibi asırlardır el yordamı ile imal edilmişlerdir üstelik. Burada bence iki anlayış var. Birincisi; herkeste olmayana sahip olma arzusu. İkincisi; parayla satın alınan el emeği eşyaya derin anlamlar yükleme ihtiyacı.
Diyeceğim o ki; tüketim kültürünün tam ortasında kalan ve neyi nasıl alacağını şaşıran günümüz insanının eşyayla kurduğu bağ da hızla zayıflıyor. Bu arada pahalı olan değil de farklı olan kıymetleniyor. Lüksün eski havası kalmıyor. Amerika’da süper zenginler marka giymekten utanıyorlar. Çünkü herkes gibi görünmek istemiyorlar. Bu arada kapitalizm zengin-yoksul ayırt etmeden tüm tüketicileri eşitliyor. İPhone’nun en son ve üst modeline; bir holdingin genel müdürü de güvenlik görevlisi de aynı parayı vererek sahip olabiliyor. Öncelikli sipariş vererek aldığı cep telefonunun tıpkısını, bir çalışanının elinde görünce zenginliğinden soğuyanlar var. Yine de farklı olmak isteyen ise yaldız süslemeli bilmem ne derisi kılıflarına telefondan daha fazla paralar ödüyorlar.
Buna paralel, üretmeyen insan üretilmişe sahip olurken de zahmete girmek istemiyor. O telefona herkesten bir hafta önce sahip olmak için mağaza sırasına başkalarını sokuyorlar. Sabırsızlık bir yaşam biçimine dönüşüyor. Hasreti; kargocu yolu gözleyerek yaşayanlar var.
Baksanıza, Konya’da bir genç 28 gün yapılan bedelli askerliğe, kendi yerine babasının veya kayınpederinin gitmesi için resmi makamlara başvuru yapmış. Böyle bir hak iddiasında bulunması, bunun olabileceğini düşünmesi ve daha da mühimi yaşını başını almış iki insanı inandırması bu absürtlüğü bireysellikten çıkarıyor. “Daha neler göreceğiz, duyacağız?” sorusu bile etkisini yitiriyor.
Koreli filozof Byung-Chul Han, Ketebe’den yayımlanan son kitabı ‘Tefekkür Yaşamı’nda şöyle bir tespit yapıyor: “Bugün, her ihtiyacın hemen karşılanması gereken tüketici yaşam tarzı her yerde hüküm sürmektedir. Bir şeyin yavaş yavaş olgunlaşmasını bekleyecek sabrımız yok. Önemli olan kısa vadeli etki, hızlı başarı. Eylemler tepkilere indirgeniyor. Deneyimler yaşanmışlıklara indirgeniyor. Duygular heyecanlara ya da duygulanımlara indirgeniyor. Yalnızca tefekkür eden dikkatin ulaşabildiği gerçekliğe erişimimiz yoktur. Can sıkıntısına giderek daha da az tahammül ediyoruz. Sonuç olarak, deneyimleme yeteneği köreliyor.” (s.18)
El yapımı takı kutusundan can sıkıntısı tahammülsüzlüğüne nereden ve neden geldiğimi merak edenler vardır? Şöyle açayım: Oxford Sözlüğü her yılın bu günlerinde belirlediği yılın kelimesinin; Türkçemize “beyin çürümesi” olarak çevrilen “brain rot” olduğunu ilan etti. ‘Beyin çürümesi’, yaş almaktan dolayı bunamışlar için kullandığımız ‘beyni sulanmış’ teriminden farklı. Tanımı şöyle: “Önemsiz ve zorlayıcı olmayan içeriklerin aşırı tüketimi sonucu kişinin zihinsel durumunun ve entelektüel halinin bozulması…”
Yani “beyin çürümesi”, sosyal medyada ekran kaydırma bağımlısı olan insanların zihinlerinin uyuştuğunu ifade ediyor. Fazlasıyla doğru ve bu edebi teşhisin konulması için hayli geç kalındığı ise acı gerçek.
İngilizlere tepki olarak “ne varmış beynimizde, düşüncemizde, fikrimizde?” diyenler olacaktır. Kapitalizmin atası İngilizler, kavramlar üzerinden günah çıkarıyor olamazlar herhalde. Sosyal medya bağımlılığının düşünce yetisini kaybettirdiğini ilan etmek, bir uyarı değil ve “bundan sonra beyninizin çürüdüğünü kabul ederek yaşayın” algısını inşa ediyor aslında. Zaten beyni çürüyen insan “yapay zekaya teslim olacak” kıvama da gelmiş demektir. Haliyle, içinde bulunduğumuz yapay zekâ çağında; kendi öz zekasıyla düşünen ve fikir üreten insanların sayısı da hızla azalacak.
Bakın, Chul Han’ın henüz okuduğum kitabında, alıntılama yaptığı Fransız yazar Michel Butor 2012 yılında şunları söylemiş: “On ya da yirmi yıldır edebiyatta neredeyse hiçbir şey olmuyor. Bir yayın seli var ama entelektüel bir durgunluk söz konusu. Bunun nedeni bir iletişim krizidir. Yeni iletişim araçları takdire şayan, ancak muazzam miktarda gürültüye neden oluyorlar.” (s.26)
Evet gürültü var ancak anlamlı, kalıcı bir ses yok. Farzı misal sözleri son birkaç senede yazılan ve zihninize nakşolan, listenize ekli esaslı bir şarkı var mı? Ya da sizi derin düşüncelere daldıran yeni bir türkü dinlediniz mi? Butor’un, üzerinden 12 yıl geçen sığlık tespiti son 30 yılı kapsıyor, her alanda “verim” gittikçe düşüyor.
Yazının başında el yapımı ürünlerin neden daha cezbedici olduğunu anlatmaya çalıştım. Yakın gelecekte (öngörüm 5 yıl) bir insanın düşüncesinden neşvünema bulan -normal zekâ üretimi- içerikler, örneğin; bir yazarın kurguladığı roman, dillerden düşmeyen bir şarkı, bir akademisyenin tezi çok kıymetli olacak. “Vay be! Kendisi mi yazmış, düşünmüş?” diyecekler. Haliyle o kitaplar da “insan zekasıyla yazılmıştır” etiketiyle satılacak, İngilizcesi de ‘written by human intelligence’ olacaktır. Tabii yazarlar, yani bizler düşüncelerimizi yapay zekaya teslim etmeyip yazmaya devam edersek… Sizce?