Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Diyarbakır ziyareti ile özelde Kürt sorunu genelde ise devletin ve siyasetin gidişatı üzerine yapılan değerlendirmeler doğal olarak bir hayli arttı.
Gül Diyarbakır’daki STK temsilcileriyle yaptığı yemekli toplantıda MGK bildirisiyle alakalı eleştirilere doğrudan muhatap oldu. Eleştirilere verdiği cevapta hatalar, yanlışlar olabileceği ancak üslubun yumuşatılması ile birçok şeyin de yumuşayacağının görüleceğini ifade etti. Gül’ün masasında oturup MGK bildirisini eleştirenler aynı zamanda öteden beri DTK ve BDP’nin söylem ve politikalarına itiraz eden köklü kurumların başkanlarından oluşuyordu.
Cumhurbaşkanı Gül’ün şahsına sempati ve temsil ettiği kimliğe genel olarak bir güven duyuluyorsa da haklı olarak Kürt sorununa dair daha hızlı ve daha etkin bir misyon üstlenmesini bekleyenler az değil. Diyarbakır caddelerinde, cami çıkışında gördüğü ilgi, sevgi ve bu ilgiye karşılık verirken ‘klasik devlet adamı’ tavrından uzak, yumuşak yüz ve hitabıyla Gül hiç kuşkusuz bölgede olumlu bir hava estirmiştir. Bununla birlikte Diyarbakır’ın bazı konuların zaman içerisinde çözüleceği yönünde sabır ve sükûnet telkin eden sözlerden fazlasını beklediği görülmeliydi. Bu yüzden devlet cephesinden Kürt sorununa çözüm üretme noktasındaki vurgularının zayıf hatta yetersiz kaldığı görülmeli.
Cumhurbaşkanı’nın sıcak sözlerinin daha geçtiğimiz ay Mustafa Kemal’in Diyarbakır’a gelişinin 73. Yıldönümü dolayısıyla her 15 Kasım’da olduğu üzere askerin şehirde yaptığı yürüyüşte haykırdığı sloganları bastırmaya yettiği şüpheli. Elbette benzeri sorunlar, dayatmalar sadece Kürtlerin yoğun yaşadığı şehirlerde değil bütün bir ülkede yaşanıyor. Ancak bu şehirlerde askeri birliklerin ana cadde ve meydanlarda " Şehitler ölmez, vatan bölünmez", "Her Türk Asker Doğar", "Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye", "Her şey Vatan İçin" vs gibi sloganlı yürüyüşlerin bir güç gösterisi hatta bir tehdit mesajı içermesi neye hizmet ediyor? Barış ve huzura mı, çatışma ve gerilime mi?
Her şehrin ve şehirlinin mahkûm edildiği Mustafa Kemal’in gelişinin temsili olarak canlandırılması, övücü şiir ve konuşmalar, anıta çelenk koymalar, bayraklar, marşlar vs ile bu usandırıcı ve küçük düşürücü törenlerin usulü de üslubu da mantığı da artık kökten reddedilmeli değil mi? Sonra bu törenler için o kadar çok vesile var ki! Mesela 23 Nisan’da çocuk-yetişkin demeden oynanan müsamerede de aynı askeri tehdit ve yabancılaştırıcı mizansenler sahneleniyor. Askeri birlikler Diyarbakır’da yeri göğü “En Büyük Türk Atatürk” sloganlarıyla inletirken resmi törenlerde ilköğretimde okuyan Kürt çocuklarına mülki amirlerin alkışları arasında “Tango Gösterimi” yaptırılıyor.
Ülkenin sadece doğusu, güneydoğusu değil tamamı doksan yıldır aynı askeri-militarist dayatmanın muhatabı iken sadece topluma sabır ve yumuşaklık telkin etmek sağlıklı bir siyasi öngörü değildir. Sonuç almak bakımından da haklara tasallut eden tarafın geri çektirilmesi öncelenmelidir.
Silahlı bürokrasi tarafından temsil edilen ve Kemalist ideoloji etrafında kümelenen devlet sınıflarının ayrıcalıklı ve mütehakkim pozisyonunu tartışmaksızın haklarını talep eden toplum kesimlerine doyurucu cevaplar vermek mümkün değil. Esasen Kürt dili ve kimliği, Müslümanların kamusal-toplumsal talepleri, azınlıklar meselesi vs gibi Türkiye’nin köklü tüm problemlerini aşmanın yolu resmi ideoloji ile açık ve kesin bir hesaplaşmaya girmekten geçiyor.
Her alanda karşımıza dikilen Kemalist perspektif ve askeri-bürokratik vesayetin bir mengene gibi insanları sıkıştırıp ezmesine son verecek adımlar atılmalıdır. Bütün sınıflara, okul bahçelerine, meydanlara, dağlara kazınan Kemalist söylem ve sembollerin hayatımızdan sökülüp atılması ile paralel yürüyecek bir özgürleşmeye bütün bir toplumun ihtiyacı var.
Birey ve toplumun dini, etnik ve mezhebi kimliğini inkâr edip resmi ideolojiye mecbur kılan devlet mantığı çevresinde/çerçevesinde eşitlik de birlik de kardeşlik de sadece boş bir hayaldir. Türkiye’de yaşanan sorunları güvenlik- başkaldırı bağlamında gören askeri mantık kadar işsizlik-geri kalmışlık-fakirlik bağlamında değerlendiren “iktisatçı mantık” da çözümsüzlüğü büyütür. Oysa çözüm nasıl “daha çok silah” ile mümkün değilse, sadece “daha çok zenginlik”le de gelmez.
Doğal/fıtri hakların tanınması ve teminat altına alınması bu işin en kolay ve makul çözümüdür. Gerçekten çözüm isteniyorsa yönetici pozisyonundaki kişileri, devletin ısrarlı yanlışlarına son vermek, devletin yanlışlarıyla açık ve samimi bir hesaplaşmaya girmek konusunda kararlı ve atak olmaları şarttır.
Not: Bu makale aynı zamanda 3 Ocak 2011 Pazartesi günlü Yeni Akit Gazetesi'nde yayınlanmıştır.