2008'de başlayan ekonomik kriz devam ediyor. Avrupa'nın kalbinde dünün zengin merkezlerinde peş peşe çöküntüler yaşanıyor. Son iki yılda AB ülkelerinin finans sektörüne aktardığı 4,5 trilyon avro da krizden kurtulmaya yetmedi. Portekiz, Yunanistan ve İrlanda'dan sonra avronun zayıf halkaları arasında yer alıyor. İspanya, İtalya ve hatta İngiltere'den de gelen sinyaller iyi değil.
Hatırlanacağı üzere Obama seçildikten sonra piyasaya 825 milyar dolar aktaracağını söylemişti, dediğini de yaptı. Fakat piyasalara pompalanan parada ipin ucu kaçtı. Bir görüşe göre dünyanın toplam gayri safi hasılatının 1/6'sı devletler tarafından piyasalara pompalanmış bulunuyor. Piyasaları kamu paralarıyla destekleme işlemlerinin nerede duracağı kestirilemiyor. Öngörülmeyen yeni mikro krizler yeni tedbirler almayı gerektiriyor.
Barack Obama 825 milyar dolardan 275 milyarın yoksul kesimlere dağıtılacağını, küçük ve orta bütçeli firmalara işçi çıkarmamaları için destek olunacağını, 550 milyar doların da kamusal harcamalar, temiz enerji, eğitim, altyapı ve memur alımında kullanılacağını söylüyordu. Amerika'nın açıkladığı ikinci önemli tedbir ise; Dünya Bankası, IMF ve Ticaret Örgütü'nü reformdan geçirmekti. Obama'nın açıkladığı tedbirin üçüncü ayağı, yoksul ve gelişmekte olan ülkelerle işbirliğini öngörmekteydi.
Burada dikkatimizi çeken nokta, eğitim ve sağlık alanında devlet merkezli bir müdahalenin, piyasa yanında, gündeme gelmiş olmasıdır. Ekonomik krizde devlet açıkça piyasaya müdahale etmektedir. Halbuki ABD ve AB'nin dünyaya empoze ettiği "serbest piyasa ekonomisi"dir. Her iki havzada da piyasaya devlet çok önemli miktarda para aktarmaktadır. Tabii ki tepkiler, politik olmaktan çıkıp zamanla epistemik ve sistemik itirazlara yönelmektedir.
Acaba söz konusu "piyasa dışı" tedbirler -ki tamamı liberal ekonominin temel varsayımlarına aykırıdır- içinden geçmekte olduğumuz ekonomik krizin aşılmasına yetecek mi? Bu elbette önemli bir soru.
İki açıdan bu tedbirlerin söz konusu krizin aşılmasına yetmeyeceğini düşünüyorum. İlkin, tedbirler palyatiftir, krizin gerçek kaynaklarına inilmemektedir. İkincisi piyasaya pompalanan para, her ne kadar yoksul kesimlere aktarılacak gibi görünüyorsa da, belli mekanizmalar kullanılarak tekrar krize sebep olan zenginlerin -kapitalist ağa babalarının- kasasına akmaktadır.
Bunu bize söyleten iki sebep var: a) Liberalizmin tarihin sahnesinden ana iddialarıyla çekilmekte olduğunu gösteren önemli belirtiler söz konusu. b) Fukuyama, Sovyet sisteminin çökmesinden sonra felsefenin sonuna geldiğimizi, liberal demokrasiden ve liberal kapitalizmden başka herhangi bir alternatifin kalmadığını ilan etmişti. Şimdi felsefenin sonu ilan edilmektedir; yani aslında çöken Batı'nın son sözüdür.
Batı örtbas etmeye çalışadursun, bu krize yol açan önemli sebeplerden biri, ABD'nin Afganistan'ı ve Irak'ı işgal etmiş olmasıdır. 2006 yılında yapılan bir hesaba göre, ABD'nin Irak işgali 2 trilyon dolara mal olacaktı; ABD ve İngiltere'nin Irak petrollerinden elde edeceği gelir de 2 trilyon dolar hesaplanıyordu. Hesap başa baştı; ama bu miktar arttı. Şimdi üç trilyon doları da aştığı öne sürülüyor.
Yani hesap şaşmış, yanlış hesap Bağdat'tan dönmüştür. İlk maliyet hesabına göre düşünecek olsak bile, ABD işgale iki trilyon dolar harcayacak, Irak'tan çaldığı petrollerden elde ettiği gelir de iki trilyon olacaktı. Diyeceksiniz ki, ABD'nin kazancı ne oldu? Bu sizin bu soruyu nereden sorduğunuza bağlıdır. Çünkü işgalin askerî hazırlıklarına ayrılan mali kaynak, ABD halkının cebinden, vergi mükelleflerinden toplanmıştı. Fakat Irak petrollerinden elde edilen milyar dolarlar, petrol şirketlerinin, silah şirketlerinin ve lobilerin cebine girdi. Afganistan'ın işgalinin de başka bir maliyet getirdiğini düşünürsek, bir yönüyle ekonomik krizin sebeplerinden biri haksız yere öldürülen, yurdundan kaçan ve mülteci durumuna düşen milyonlarca mazlum ve mağdurun ahıdır. Bu onların hiç bilmediği ve hesaba katmadığı Adl-ı İlahi'dir.
ZAMAN