‘Arab Baharı’ veya ‘Arab Kışı’ gibi benzetmelere rağmen, ‘bilâd-ı arab’da /arab beldelerinde indifa eden, patlayan bir yanardağ durumunda gözüken ve ortaya çıkan tabloya bakıldığında; bu büyük sosyal çalkantılar için ‘sindirilmiş müslüman arab halkların ayaklanması’ şeklinde bir niteleme yapmak daha doğru olsa gerek..
Gerçi ortaya çıkan tablo, henüz hiç de iç açıcı olmamasına ve bu sosyal patlamaların başından bu güne kadar karşılaşılan nice büyük acılar -ve müslümanlara şeref vermeyen görüntüler de- yaşanmış olmasına rağmen, o ayaklanmaların bir yıl gerisinden bakıldığında gelecek için yine de umutlu olmak imkanı bulunuyor..
Doğrudur ki, bu patlamaların gerçekleştiği coğrafyalardaki sosyal bünyeler henüz istikrara kavuşmamış ve bu durum, henüz harekete geçmeyip pusuda sessiz bekleyen nice Müslüman toplumlarda tereddüdler uyandırmış olsa da, gelecek için karamsar olmaya yine de gerek yok.. Çünkü, yerinden oynatılamaz sanılan kocaman kayalar -bir ön hazırlıksızla olsa bile- yerlerinden yuvarlandı, ve ömürleri nesiller boyu devam eden nice saltanatlar, diktatörlükler devrildi.. Ve sessiz bekleyen toplumlar da pusuda.. Ve, en azından başka zorba yönetimlerin içine de bir ateş düşmüş bulunuyor..
Kaybedecek olanlar halklarının hayat haklarını, irade ve özgürlüklerini gasbetmiş olan zorba yöneticiler.. Uykusu kaçanlar onlar.. Ve, ezilen halkların ise, zencirlerinden başka kaybedecek birşeyleri yok..
Bu sosyal patlamaları, hemen bir takım odakların fitillediği gibi komplo teorileri ile izah eden pek çok kimse de yok değil.. Kendilerine göre bir takım argumanları da var elbette.. ‘Daha önce neredeydiler? Birileri düğmeye basınca harekete geçtiler..’ gibi..
Bu iddialara tamamen boş laf deyip geçmek de her zaman mümkün olmayabilir.. Çünkü, dünyada olup biten hadiselerin rüzgarına kapılıp gitmek istemeyen ister ferdî, ister içtimaî veya resmî / devletî olsun; her irade, kendisine göre bir takım tavırlar geliştirmek çabasına düşer.. Öyle bir çabası olmayanların kendi iradesi dışında gelişmiş olan hadiseler ve başka iradeler elinde oyuncak durumuna düşmesi kaçınılmazdır.. Ama, bu demek değildir ki, dünyada olup biten her şeyi başkaları yönlendirir de, bize sadece sürüklenmek düşer; hayır!
Bütün insanlar dünyaya hürr olarak gelirler, Allah her insana hürr yaşama iradesini doğuştan bahşetmiştir, onu idrak edemiyenler köleleştirilmiş olanlardır.
Ve ferdlerin veya toplumların da belli bir tahammül sınırları vardır.. Patlama noktasına ne zaman ve nasıl geleceğini önceden kestirmek pek mümkün olmaz..
Ama, bunun da ötesinde, yed-i takdîr, yani Allah’ın iradesi hiç beklenmiyen zamanlarda devreye giriverir..
*
Tunus’daki sosyal patlama, kendiliklerinden bir şey yapabilmek iradelerinin olmadığını sanan başka toplumlara da örnek oldu ve kendisini ‘arab kemalisti’ olarak niteleyen Habib Burgiba’nın 32 yıllık ve onun yerini alan General Zeynelabidîn bin Ali’nin 24 yıllık katı laik diktatörlüğü, beklemedikleri anda meydana gelen bir sosyal patlamanın 800 kadar kurban almasından sonra devrilince..
Bu durum Mısır’a da örnek teşkil etti.. Ve orada da gelişen hadiseler de 1400 kadar kurban alınca, 1952’den beri iktidarda olan Cemal Abdunnâsır ve Enver Sedat çizgisinin son 30 yıldır sürdürücüsü olan Husnî Mubarek de istifa etmek zorunda kaldı ve şimdi yargılanmasının sonucunu bekliyor..
Yemen’de 34 yıldır iktidarda olan ve ülkeyi iç-savaştan kurtarıp yeniden birleştirdiği için gücüne daha bir güvenen Yemen’de de sosyal çalkantılar bu gelişmelerin tesiriyle daha da güçlendi.. Çetin silahlı çatışmalar sonunda, Ali Abdullah Salih de kaçmanın son kertesinde, artık..
Onu, İran Körfezi’ndeki küçük Bahreyn Sultanlığı’ndaki ayaklanmalar takib etti. Ve bu ayaklanmayı Suûd ve Qatar rejiminin güçleri ezip geçti.. Şimdilik bu zorba güçler galib gelmiş gibi gözüküyorsa da, inşaallah oradaki zulüm düzeni de parça parça olacaktır.. Darısı diğerlerinin başına..
Bu gelişmeler daha başka ülkelere de sıçrayacak denilirken.. Fakir şahsen, Libya’yı uzak ihtimal olarak görmekteydim.. Çünkü, 42 yıldır iktidarda olan Muammer el’Gaddafî Libya toplumunu tok köleler durumuna getirmekte bayağı başarılı olmuş gözüküyordu..
Suriye’de ise.. Beklentilerin tersine, bu büyük sosyal çalkantıların tsunami dalgalarının daha erken bir patlamaya dönüşebileceğini bekliyordum.. Çünkü, bu ülkedeki müslüman kitleler, hiçbir arab rejiminde görülmeyen korkunç bir tarzda ezilmişler ve İkhwan’el Muslimîyn vs gibi teşkilatlara üye olmak bile idâm sebebi sayıldığından başka ülkelere kitleler halinde kaçmışlardı.. Her ne kadar Beşşar Esed, babası Hâfız’ın 30 yılllık kanlı diktatörlüğünden sonra mülayim bir yönetici örneği sergiliyor idiyse de, rejim yine de ülke halkının sadece yüzde 10-12’sinden ibaret bir azlığın elinde bulunan bir katı laik diktatörlük rejimiydi ve ömrü yarım asra yaklaşan bir Baasçı diktatörlüğün bütün temel kurumları ayaktaydı.. Bu bakımdan, bu sosyal patlamaların tsunami dalgalarının bu ülkeye daha erken erişebileceği tahmin ediliyordu..
Ama, benim tahmin ettiğim gibi olmadı ve tsunami dalgaları Libya’ya Suriye'den önce ulaştı ve Gaddafî’nin iktidarını korumak için son derece kanlı bir direniş sergilemesiyle 8-10 ay içinde 50 binden fazla insan can verdi.. (Sadece Misrata şehrindeki kanlı savaşlarda uğranılan can kaybının 15 bin kadar olduğu gözönüne alınırsa, bu rakamın hiç de abartılı olmadığı söylenebilir..) Ve sonunda, Gaddafî ‘nin sadece iktidar ve saltanatı değil, bizzat kendi hayatı ve cismanî varlığı da; ‘Hepiniz fareler gibi öleceksiniz..’ diye tehdidler yağdırdığı ayaklanan kitleler eliyle ve de, onlara da utanç verecek tarzda ve trajik bir şekilde dünyadan silindi..
(18 Şubat günü dünya medyasına ulaşan haberlere göre, Gaddafî’ye çok yakın olarak nitelenen özel koruması Mansur İdhov isimli bir kişi, El’Cezire tv. kanalında yaptığı açıklamada, Gaddafî’nin son âna kadar Tayyîb Erdoğan’dan yardım beklentisi içinde olduğunu söylemiş.. Bu olabilir, ama, unutulmamalı ki o günlerde Erdoğan ve Davudoğlu, hem Gaddafî ile, hem o dönemin Libya başbakanı ile ve hem de Gaddafî rejiminin karar alma mekanizması içinde oldukça etkili olan oğlu Seyfulislam ile defalarca görüşmüş ve kan dökmekten vazgeçip, istifa etmesi halinde Gaddafî’nin Malezya veya Endonezya gibi ülkelere nakledebileceğini defalarca hatırlatmışlardı. Amma, Gaddafî bütün bu tekliflere ‘hayır’ demiş ve kendisinin devrim lideri olduğunu ve istifa edebileceği bir makamının bulunmadığını söyleyerek inadını ve kan dökmeyi sürdürmüştü.. )
*
Suriye’deki sosyal patlama ise, herhalde nicelerinin de tahminlerinin tersine, epeyce gecikmeli olarak başladı ve kanlı bir boğuşma halinde halen de devam etmekte.. Suriye resmî makamları, son 8-10 ay içinde, sadece, öldürülen asker ve polis sayısını bile iki binden fazla ilan ettiğine göre; öldürülenlerin toplamı olarak 7-8 bin rakamının telaffuz edilmesinde bir abartı olmadığı düşünülebilir..
Bu kadar kısa sürede böylesine büyük rakamların ifade edilmesi ortada bir savaş ve katliâm veya iki taraflı bir öldürme / muqatele durumunun yaşandığını gözler önüne sermekte..
Suriye, Hâfız Esed zamanından beri Ortadoğu pokerinde masaya elleri boş olarak oturduğu halde, sonunda bütün kartları elinde toplayarak, masadan kazançlı kalkan taraf olarak ün salmıştır, bölge diplomasisinde.. Bugün de aynı durum tekrarlanır mı, bunu gelecek günler / aylar gösterecek..
*
Emperyalistler devrilen diktatörlüklerden sonra, müslüman halkların İslamî eğilimlerinin daha da yükseldiğinden tedirgin iken..
Ama şimdiden ortaya çıkan durum şu ki, Batı dünyasının büyük emperyalist güçleri, Mısır’da, Tunus’da olduğu gibi müslüman halk kitlelerinin iradelerini İslamî eğilimli hareketler , gruplar lehine kullanmasından; ve üstelik Suriye’deki mevcud rejimin çökmesi halinde Suriye İkhwanı’nın onyıllar boyunca ağır baskılar altında kalmış olması hasebiyle ülke siyasetine söz sahib olmakta daha da radikal davranacağından korktuklarından, ‘Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmamak’ kaygusu içinde teenni ile hareket etmekteler.. Kaldı ki,, başta Fransa olmak üzere diğer emperyalist güçler beklemedikleri tarzda, Libya halkının, 40 yıllık bir Gaddafî’nin bütün sindirme çabalarına rağmen, yine de İslamî eğilimler göstermesinden de şaşkınlık içindedirler..
Diğer tarafta ise, eski Sovyet komunist emperyalist gücünün devamı olan Rusya ise, Suriye rejimini korumak için olanca gücünü göstermekte, Ortadoğu’da 1956 - 1980 yılları arasındaki güçlü konumunu yeniden ele geçirmenin stratejisini takib ettiğinin ipuçlarını vermekte; savaş gemilerini Akdeniz’e göndermiş bulunmakta.. Bir diğer büyük Asya gücü olan Çin de Rusya ile birlikte hareket etmekte ve amma, Suriye rejimiyle bütün köprüleri atmış olan Arab Birliği ülkelerini yitirmemek için, onlara da göz kırpmakta..
Bu arada ilginç olan asıl nokta ise, İran İslam Cumhuriyeti’nin de Baas ideolojinin, katı laik bir ideolojinin hâkim olduğu Suriye rejimini kesin bir şekilde desteklemesi!.. Ki, son olarak İran savaş gemilerinin de Akdeniz’e gönderilmesi, son derece ilginç gelişmelerin habercisi olarak değerlendirilebilir.. (Ki, bu satırların sahibinin, İran’ın bu siyasetinin yanlışlığına inandığını dile getirdiği için ne kadar eleştiri ve hattâ hakaretlere maruz kaldığını da bu vesileyle belirtmeliyim.. Müslümanlar birbirlerine yanlışlarını söylememeliyse veya kendileri gibi düşünmeyenlere hemen hakaretler yağdırmaktan başka bir çareleri kalmadıysa.. Bu da bir zaafı değil midir, müslümanların?)
İran gibi 30 küsur yıl öncelerden beri İslamî temelde çetin mücadeleler vermiş ve hele de Baas ideolojisinin bir güçlü temsilcisi olan Saddam’ın başlattığı savaşa karşı 8 yıl süren bir savunma savaşı vermek ve o savaşın ağır bedellerini ödemek zorunda kalırken, Baasçılığı da açıkça küfür olarak niteleyen bir ülke ve yönetiminin bugün Suriye Baas rejimini desteklemesinin izahında zorluk çekilmesi tabiî sayılmalıdır..
Ki, İİC Dışişl. Bakanı Salihî geçen hafta, Suriye’yi desteklemelerinin öncelikli ve stratejik olduğunu bir daha vurgulamıştır.. İİC medyası ve aslî mes’ullerinin ise, Suriye hariç diğer bütün arab beldelerindeki o ayaklanmaları inqılabçı bir uyanış olarak değerlendirirken, sıra Suriye’ye gelince, Suriye’deki rejim karşıtı mücadeleleri emperyalistlerin propagandasına aldanmış çevrelerin işi olarak gösterip suçlamaları da ayrıca düşündürücüdür..
Bu durumu izahta zorlanan ve İİC’ne sempatileri dolayısiyle konuya daha temkinli yaklaşmak gereği duyan bazılarının bu durumu izah etmek için ileri sürdükleri, ‘Suriye’nin İsrail rejimi karşısında bir direniş cebhesi olduğu; Hizbullah ve Hamas gibi direniş odaklarını Suriye’nin ayakta tuttuğu’ gibi gerekçeler ise tutarsızdır..
Çünkü, Suriye’nin İsrail karşısında direkt olarak bir direniş odağı olmadığı zâten biliniyor.. Hizbullah ve Hamas gibi direniş teşkilatlarını himaye etmesi de azımsanacak bir şey değildir elbette; amma, bu teşkilatların Suriye sâyesinde ayakta kaldıkları gibi iddialar çok da tutarlı sayılamaz.. Kezâ, düşmanıyla savaşmak azminde olanların elbette ki desteklere de ihtiyacı olabilir ve o destekler için bir takım stratejiler geliştirebilirler; ama, gerçek mânada direniş odaklarının bütün savaş gücünün o dış desteklerden ibaret olduğu ve o destekler olmazsa o direniş odaklarının çökeceği gibi iddialar doğru kabul edilirse, o mücadelenin taa baştan kaybedilmiş olduğu düşünülmelidir.. Ama, kabul edilmesi daha da zor olan durum, bir anlayış çarpıklığına doğru kayılmakta olmasıdır..
Bu da şudur: Libya’da, Mısır’da, Yemen’de suların hâlâ da durulmamış olmasını gerekçe göstererek, bu ülkelerdeki halkların, başlarındaki zorbalar gittiği halde ne büyük acılar çekmekte olduğuna dair hatırlatmalarla, Suriye’de de Esed ve Baas rejimi giderse, hem içerde, hem de Ortadoğu siyasetinde daha büyük acıların yaşanacağı; yani, kanser ihtimalini gerekçe göstererek ülsere râzı olunması anlayışı..
Bunu hattâ bir kısım ‘müslüman’ kesimlerin bile ciddî ciddî dillendirmeleri daha bir ürpeticidir.
İran’da Şah rejimi çökertildikten sonrar, durum, hemen düzeliverdi mi sanılıyor? Yıllarca sürdü içteki korkunç boğuşmalar, suikasdler, silahlı mücadeleler.. Bunlardan netice alınamıyacağını gören emperyalist odaklar, o mücadelelere, iç boğuşmalara ek olarak bir de Saddam’ı teşvik ve tahrik edip İran üzerine saldırtarak 8 yıl sürecek bir savaşı başlatmadılar mı?
Yanardağ patlamalarından çikolata devrimleri mi beklenecekti?
Elbette ki, Libya’da durumun henüz sağlıklı bir yapıya kavuşamamış olması, Yemen ve Mısır’da da durumun muğlaklığını koruması acıdır ve küçümsenemez.. Ama, bu durumu gerekçe göstererek eski rejimlerin devam etmesi mi tercih edilmeli? Veya Suriye’de Baas ideoloji ve partisiyle 42 yıllık Esed Hanedânı’nın nusayrî azlığa dayalı saltanatı mı sürmeli? Hele bazıları Esed rejimi giderse diye, neredeyse peşinen ağıtlar yakacak havasındalar..
Bugün, devrilen diktatörlük rejimlerinin yerinde, henüz de bir yerine oturmamışlık hali vardır, ama, devrilen rejimlerin yerine gelen yeni yönetimlerin, halklarının İslamî eğilimlerine göre yelken açtığını görmekten dolayı Batı’lı emperyalistler hayal kırıklığı yaşamaktadırlar.. Mısır daha şimdiden, 33 yıl öncelerde Enver Sedat’ın İsrail rejimiyle barış yapmasını sağlayan ve bir utanç belgesi olan Camp David Andlaşması’nı halkın referandumuna sunmaktan sözetmekte..
İsrail rejiminin şeflerini bundan dolayı hafakanlar basmakta.. Hele bir de, Suriye’de de müslüman halkın isteklerine ihtimam gösteren bir rejim kurulursa ve kezâ Türkiye rejimiyle de arasında son 4-5 yıldır meydana gelen soğukluk giderilemezse, bunun kendileri için bir felaket olacağını açıkça dile getirmekteler.. Bunun içindir ki, Amerikan emperyalizmi, Tayyîb Erdoğan’a, İsrail’le arasını düzeltmesi için baskılarını giderek arttırmakta, bu gerilimin sürüp gitmesinin, NATO üyeliği ve menfaatleriyle bağdaşmadığına dikkat çekmekte, ve Amerikan medyası Tayyib Erdoğan hükûmetinin Amerika’ya kafa tutar bir noktaya doğru ilerlemekte olmasından kaygıyla sözetmekte.. 20 Şubat günlü medyaya bile göz atılırsa, bu kaygıların nasıl ciddiyetle ele alındığı görülür..
*
Allah huzurunda ve gelecek nesiller karşısındaki sorumluluğumuzu unutmadan..
Konuyu sadece düşmanların güçleneceği veya zayıflayacağı gibi nazariyelere göre değil, Müslüman toplumların yönlendirici odakları arasında şimdilerde daha bir gözlenen anlayış çarpıklığı giderilemezse, Müslümanların gücünün asıl o zaman zayıflayacağı ve bunun felaketleri ve sorumlulukları üzerinde durulmalıdır..
Tekrarlayalım; onyıllardır, üzerlerine ölü toprağı serpilmişcesine hareketsiz, duygusuz, uyuşuk bir durumda gözüken arab beldelerindeki müslüman halkların ayağa kalkma çaba ve hamlelerine, her şeyin bir anda düzelivereceği gibi ham hayallere kapılmadan destek vermek, bir imanî ve tarihî sorumluluktur..
Aksini söyleyenlerin gerekçeleri sadece stratejik hesablar.. (Başka gerekçeler varsa, onlar daha da korkunçtur.) Ama, bir halkın kendi iradesine el koyan zorbalara karşı verdiği mücadeleyi kırmak için, ne gibi sonuçlar vereceği belirsiz olan stratejik menfaat hesablarıyla, çaba harcamak, evet, elbette ki ağır bir imanî ve tarihî sorumluluk getirecektir..
**