‘Yalnızlık Bakanlığı’: Kurgunun Gerçeğe Dönüşmesi

Yazısında İngiltere’de kurulacağı belirtilen Yalnızlardan Sorumlu Bakanlık gelişmesini değerlendiren Özlem Albayrak, George Orwell’ın 1984 adlı romanına da atıfta bulunarak kurgunun gerçeğe dönüştüğünü söylüyor.

Özlem Albayrak’ın konuyla ilgili bugünkü Yeni Şafak’ta (24 Ocak 2018) yayınlanan yazısı şöyle:

Yalnızlık Bakanlığı

Geçtiğimiz hafta ajanslardan geçti, İngiltere’de Yalnızlıktan sorumlu Bakanlık kuruluyormuş. Bakanlık bünyesinde yapılacak çalışmalarla; bunama ve erken ölüm gibi sağlık sorunları başta olmak üzere pek çok problem doğuran “yalnızlık”la başa çıkmak için farklı stratejiler oluşturulacakmış. 

Ürkütücü, kalp kırıcı, gerçek olmasını istemeyeceğiniz bir haber. Ama işte şaka da değil, buz gibi bir gerçek: İngiltere’de Yalnızlar Bakanlığı kuruluyor. Haberi okurken, George Orwell’ın 1984 adlı distopyasındaki Gerçek Bakanlığı, Sevgi Bakanlığı gibi, isimleriyle karşıt görev alanları olan bakanlıklara gitti aklım. 1984 romanında anlatılan bir gözetleme hikayesiydi ve ne Gerçek Bakanlığı gerçekle ilgiliydi, ne de Sevgi Bakanlığı sevgiyle. Yalnızlar Bakanlığı’nın ürkütücülüğü ise tamamen gerçek olmasında; korkunç bir gelecek kurgusunu değil, dünyanın tam da bugününü anlatmasında. Yalnızlara bakanlık kurma fikri, bir distopyadan fırlamış olsa belki onunla baş edebilecek hayal gücünü bulabilirdik. Ama şimdi? Sadece ürkütücü değil, kederli ve dokunaklı bir vaziyet de var elimizde...

Yalnızlık, modern dünyadaki insanların çoğunlukla karşı karşıya olduğu bir sorun. İngiltere kadar olmasa da, bütün toplumların az ya da çok içinde olduğu bir durumu göstermesiyle önemli. İçinde bulunulan toplumun modernlik düzeyi ne kadar ileriyse, yalnız yaşayan yaşlıların, yalnızlık çeken orta yaşlıların, kalabalıklar içinde yalnız hisseden gençlerin oranı da o derece yükseliyor. Yalnızlığın kışkırtıcısı ise bireysellik. Hatta denilebilir ki, yalnızlık ve bireysellik bir tavuk-yumurta döngüsüne rahatlıkla benzetilebilir. Yalnızlığın gerekçesi olan bireyselliğin nedenine baktığımızda ise; insanın kendisi için belirlenmiş geleneksel rollere, kalıplara, paylaşımlara; velhasıl geleneksel dünyada varolan her şeye itiraz etmesi ve onları kendi aklının önderliğinde değiştirmeye cehdetmesi olduğunu görüyoruz.

Dozajı arttıkça insanın giderek daha çok yalnızlaşmasına yol açan bireyselleşmeyi kapitalizmle ilişkilendirenler var: Onlara göre sanayi devrimi ve ardından gelen sermaye birikimi insanları yerinden ederek büyük kentlerde yaşamaya mecbur bırakan, rasyonelleştiren, dahası makineleştiren yapısıyla yalnızlığın da mimarı olmuştur. Buna eklemlenen bir başka görüşe göre, modernleşmeyle birlikte aile içindeki geleneksel rollerin değişmesi; o eski geleneksel aile modelinin biraz da üretim ilişkileri çerçevesinde dönüşüm geçirmesi; kişiyi bir ailenin, grubun üyesi olmaktan çıkartıp bir “birey” yapmış, bugün yüzyüze kaldığımız sonuçlar da böylelikle ortaya çıkmıştır.

Modernleşme süreçlerinin bireyin iç huzurunu, dengesini bozan yapısını tespit ederek bu bozulmayı “anomi”, “yabancılaşma”, “demir kafes” kavramlarıyla tanımlayan “babalar”, bunları söylerken günümüzün en büyük sosyal sorunu olan yalnızlaşmayı mı kastediyorlardı, bilmiyorum. Öyle değilse, yalnızlığın gelebileceği boyutları göremeyerek büyük bir körlüğe düşmüş olurlardı. Dolayısıyla “yabancılaşma”, “anomi” ve “demir kafes”in farklı bağlamlarda ifade edilmiş olsalar dahi, biraz da modern bireyin yalnızlığını tarif ettiğini varsaymamız yerinde olur diye düşünüyorum. 

Sonuçta, bireyselliği ve ardından gelen yalnızlığı tanımlarken yukarıda kısmen verdiğim yaklaşımların hepsi doğru aslında; günümüzde çözümü için bakanlık kurulacak denli kökleşmiş ve yaygın bir sosyal sorun haline gelmiş yalnızlık; kapitalizmle de, kapitalizmin dönüştürdüğü aile modeliyle de, modernleşme süreçleriyle de yakından ilgili. Yalnızlığı sosyal sapma yani anomi olarak tanımlayabiliriz, yalnız bireyi yabancılaşmış ve demir kafes içine sıkıştırılmış, boğulma duygusu hisseden insan olarak da tarif edebiliriz.

Ama bütün bunların ötesinde asıl mesele, en çok özgürlüğün algılanışıyla ilgili sanırım. Modern insan o kadar çok seçme ve deneme şansı buluyor ki, sonunda denemekten sıkılıyor, o elindeki sonsuz özgürlükle ne yapacağını bilemeyecek hale geliyor. Üstelik yaptıklarından dolayı sadece kendine karşı sorumlu, çünkü her seçimini kendi aklıyla yapmış durumda. Kimseye bir borcu da, bir minneti de yok. Mühim olan bireysel seçim hakkı ve bu seçimi yapabilecek olan aklı. Dolayısıyla bencilleşmesinde hiçbir mahzur yok.

Öte yandan modern insanın yaptığı her seçim, riskler, tehlikeler, başarısızlık ihtimalleri barındırıyor. Tökezlediğinde ya da düştüğünde de kendinden başka suçlayacak hiç kimsenin olmadığını görüyor, zira seçimlerini kendi aklı ve özgür iradesiyle yapmış durumda. Bu durum giderek birbirini besliyor: Yani, geleneksel kuralların sona erdiği, tüm yapıp eylemelerinden insanın kendisini sorumlu tutan modern zamanların yaşandığı çağımızda; insanın hem giderek bencilleşmesi, hem giderek savunmasız, kırılgan hale gelmesi birbirini doğuruyor. İnsanın, tüm başarısızlıklarından, hatalarından, günahlarından kendinin sorumlu olması; özgüvene değil, kaygıya, endişeye, mutsuzluğa sebep oluyor. Tuhaf değil mi? Bireysellik özgüvenle açıklanır; insanın kararlarını kendisi alması mutlulukla. Oysa bireyin yüceltilmesinin sonucu mutsuzluk, bireyselliğin yüceltilmesinin sonu yalnızlık oluyor. Üzücü ama böyle.

Yorum Analiz Haberleri

Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm