Yalanlardan Örülü “Hakikat-Sonrası Çağ”da Doğru ve Dürüst Kalabilmek

Erol Göka, yalanın mahiyeti ve gündelik yaşamdaki yaygınlığını değerlendirdiği yazısında, birilerinin “hakikat-sonrası çağ” söylemlerine inat “Yalansız dolansız bir dünyanın mümkün olduğuna inanan insanlar gibi davranmalıyız.” diyor.

Erol Göka’nın Yeni Şafak gazetesinin bugünkü (17 Mayıs 2018) nüshasında yayınlanan konuyla alakalı yazısı şöyle:

Yalan Söyleme!

Her devirde yalan ve yalancılar vardı ama günümüzde söz iyice ayağa düştü. Sözün düştüğü, gerçeğin görme duyusuna indirgendiği, ağzı olanın keyfince konuştuğu, hakikat iddiasında bulunduğu bir çağdayız. Algı yönetimi ve manipülasyonun nerdeyse bilim derekesine yüceltildiği, gerçekliğin sanal biçimde sunulmasının mümkün hatta geçerli hale geldiği, söz vermenin, sözünde durmanın anlamını yitirdiği bu dünyaya “hakikat-sonrası çağ” diyorlar. Kendi istediğin şekilde gerçeklik algısını manipüle etmek, “bu da benim alternatif gerçekliğim” diye sunmak mubah artık.

Hakikat kıymetten düştü ama bir yandan da hakikatten yana ve yalanın karşında olmak dünyanın en güçlü siyasi görüşü ve inancı devam ediyor. Hepimiz yalandan ve yalancıdan nefret ediyoruz ama bir yandan da yalanın içine batmış durumdayız. Dünya hiç bu kadar “yalan dünya” olmadı. Ortada bir sorun olduğu kesin. Böyle bir zamanda yalandan bahsetmek zor ama çalışalım.

Hakikat orada, bizi de kapsayacak biçimde olanca yalınlığıyla duruyor ama tüm insanlar kendisine, kendi zihni yapısına göre görüyor, tarif ediyor onu. Maalesef hakikat kişiler arası alanda kişiye göre değişiyor.

Kişiler arası alan, “hakikat oyunları” yarış

arenası gibi. Yalanın ne olduğundan

bahsederken mutlaka insanın bu özelliğini bilerek, hesaba katarak yola koyulmalıyız.

Bir de yalanın ortada kol gezdiğini anlamak için “hiç yalan söylediniz mi?” gibi düz ifadelerden ziyade “doğruyu tam olarak söylemediğiniz oldu mu?” ya da “her doğru, her zaman, her yerde, herkese söylenmeli mi?” gibi yan yollardan seyahat etmek gerek. Elbette yalan söylememek, doğru söyleyeceğiz diye her aklımıza geleni söylemek değil. Mahremiyete, insan ilişkilerinin kural ve ilkelerine, nezakete uygun davranmak gibi erdemlerle bir arada değerlendirmeli yalan mevzuunu.

Araştırmalar, hakikati eğip bükmeye, tam olarak doğruyu söylememeye iki yaşından itibaren başladığımızı gösteriyor. Kişisel yetersizliklerimizi gizlemek, başkalarını incitmemek, bahane sunmak, sahte bir imaj oluşturmak, cezadan kaçınmak, güç ve kazanç elde etmek gibi amaçlarla doğruları söylemediğimiz durumlar hiç de az değil.

Hayat çok dinamik ve değişken, insan kendisini hep haklı gören, yaptıklarını meşru gösteren bir varlık. “Ölüm bizi ayırana kadar” diye nikâha imza atan sonra boşanmak isteyen insanlar, “bu maçı kazanacağız” diye söz verip hezimete uğrayanlar, siyasi fikirlerinde değişiklik olanlar, hemen “yalancı çobanlar” diye nitelenip bir kenara atılmalı mı bu durumda? Şartlar değişince görüş değiştirmek, farklı zamanlarda aynı konuda değişik anlamlara gelecek şeyler söylemek, öncekinden farklı tavır almak, yalancılık olarak kabul edilmeli mi? “Beyaz yalanlar” bahsi hep bu nedenlerle açılmadı mı?

Kur’an-ı Kerim’de yalan, inkâra yakın, iman etmeye karşıt anlamda kullanılıyor. Ayetlerin, nimetlerin ve peygamber(ler)in yalanlanması, yani inkâr etme anlamının yanı sıra zan ve tahmine göre hareket etmek, şahit getirmemek ve şeytanın yalan söyleyip aldatması anlamları da var. Yalancı anlamındaki “fasık”, inanmış görünen “münafık” bu bağlamda ele alınıyor. “Size bir fasık, bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın” (Hucurat/6) deniyor. “Emr olunduğu gibi dosdoğru olmak, hak ve adaleti aşmamak” (Hud/112) vurgulanıyor. “Müslüman, dilinden ve elinden güvende olduğu, mümin de insanların malları canları hususunda, kendisine güvendiği kişidir” diye buyuran Peygamber Efendimiz’in sözleri tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık. “Bir Müslüman’ın malından bir parça almak için yalan yere yapılan yemin”in büyük günahlardan olduğuna dair bir hadis olduğu da kayıtlarımız arasında. Velhasıl kendinden emin ve güvenilir insanlar olmak zorunda olduğumuz konusunda şek şüphe bulunmuyor.

Bütün bunları göz önünde bulundurup uzun düşünmelerden sonra, yalanın gündelik hayattaki asıl karşılığının sözünde durmayarak başkalarını sıkıntıya ve zarara uğratmak ve gerçeği çıkarı için bilerek tahrif etmek yani insanları aldatmak, kandırmak olduğu kanaatine vardım. Yalan bahsinde, dikkat kesilmemiz gereken ayırt edici hususun, başkalarının zarar görmesi ve kendi çıkarının gerçeklerin önüne geçmesi olduğunu düşünüyorum. Bu tanım muvacehesinde, yalanın en hafif şekli zan ve tahminle hareket etmek, daha ileri aşaması ise iftira atmak gibi görünüyor. Böyle bakıldığında “hakikat-sonrası çağ” dedikleri günümüzde de her türden yalanla mücadelemizin taviz vermeden sürmesi gerektiğine inanıyorum. İnsanın hususiyetlerini tanıtarak, “kendini bil” düsturunu fark etmesine fırsat sağlayarak, yalana asla prim vermeden yetiştirmeliyiz çocuklarımızı. Yalansız dolansız bir dünyanın mümkün olduğuna inanan insanlar gibi davranmalıyız.

 

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!