Doğacan Başaran'ın, Trump ve Obama dönemindeki İran politikasını kıyas ederek yaptığı değerlendirme, Cumhuriyetçi ve Demokrat siyasetçilerin politik tutumlarını da gözler önüne seriyor. Yaklaşan ABD seçimlerinin bu bağlamda İran için de ne kadar önemli olduğunun altını çizen Başaran, İran iç politikasının kırılgan yapısına dikkat çekiyor.
ABD-İran İlişkileri: Nasıl Bir Gelecek?
3 Kasım 2020 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) gerçekleşecek Başkanlık Seçimleri, adayların farklı dünya okumalarına sahip olmaları nedeniyle Amerikan dış politikasını yakından ilgilendirmektedir. Seçimlerin Amerikan dış politikasına olası yansımaları bağlamında en çok merak edilen konulardan biri ise ABD’nin İran politikasının seçimlerden sonra nasıl şekilleneceğidir. Zira Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın 20 Ocak 2017 tarihinde ABD Başkanı olarak göreve başlamasının ardından İran’a yönelik baskının arttığı bilinmektedir. Buna karşılık Demokratların adayı olan Joe Biden ise Trump yönetiminin 2017 senesinden beri uyguladığı İran politikasını başarısızlıkla suçlamaktadır. Bu nedenle de ABD Başkanlık Seçimleri’nin İran politikasını nasıl etkileyeceği sorusunu tartışmaya açmak gerekmektedir.
Amerikan seçimlerinin İran politikasını nasıl etkileyeceği sorusunu yanıtlayabilmek için ilk olarak mevcut ABD Başkanı Trump’ın uyguladığı politikalara değinilmelidir. Zira Trump’ın bir dönem daha seçilmesi halinde, benzer bir politika uygulayacağı öngörülebilir. Trump yönetiminin göreve gelmesinin ardından nasıl bir İran politikası uygulayacağı hususunda yaptığı ilk somut hamle, 13 Ekim 2017 tarihinde İran Devrim Muhafızları Ordusu’nu teröre destek sağladığı iddiasıyla yaptırım listesine dahil etmek olmuştur. Böylece Trump, İran’a karşı sert bir siyaset izleyeceğinin işaretlerini de vermiştir. Nitekim 18 Aralık 2017 tarihinde yayınlanan ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde de Trump yönetiminin İran’a karşı nasıl bir strateji uygulayacağı beyan edilmiştir.
Söz konusu belgede İran, Kuzey Kore’yle birlikte haydut devlet olarak tanımlanmıştır. Belgede İran’a ilişkin olarak ifade edilen şu cümleler ise Trump yönetiminin İran’a bakışını gözler önüne sermesi açısından son derece dikkat çekicidir
“İran, dünyada terörün önde gelen en önemli sponsoru, dengesizliklerden yararlanarak etkisini genişletmeye devam ediyor. Balistik füzelere ve nükleer programa sahip olmasının yanı sıra 2015 yılından bu yana kötü niyetli siber faaliyetlerde de bulunuyor.”
Görüldüğü üzere Trump yönetimi, iktidarı devralmasının ardından İran’ı açık bir şekilde hedef tahtasına oturtmuştur. Fakat gerek bahsi geçen belgede ve gerekse de ABD’li yetkililerin yaptığı bazı açıklamalarda İran’a yönelik askeri müdahale düşünülmediği dile getirilmiştir. Bu noktada ise Trump’ın rejim değişikliği yaşanmasını arzuladığı İran’da dönüşümü nasıl tetikleyeceği sorusu akıllara gelmiştir. Mevzubahis sorunun yanıtını ise 2017 yılının Aralık ayında patlak veren ve 2018 yılının ilk günlerinde de devam eden kapsamlı protestolar vermiştir. Yani Trump’ın bahsi geçen belgeyi açıklamasının ardından İran’da halk ayaklanmış ve rejim karşıtı protestolar gündeme gelmiştir. Dolayısıyla ABD Başkanı Trump’ın İran stratejisi, söz konusu ülkeye uygulayacağı yaptırımlar aracılığıyla İran halkının fakirleşmesi ve fakirleşen İranlıların rejime isyan etmesi argümanı üzerine kuruludur. Bir anlamda Trump hem daha az maliyetli hem de İran halkı nezdinde dış müdahale algısının ürkütücülüğünden uzak olan bir yöntemi benimsemiştir.
İran halkının rejime olan aidiyetinin ortadan kaldırılmasını amaçlayan bu yöntem doğrultusunda ABD Başkanı, 8 Mayıs 2018 tarihinde ülkesinin Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP); yani Barack Obama döneminde imzalanan nükleer anlaşmadan çekildiğini duyurmuştur. KOEP’ten çekilme kararının ardından ABD, İran’a ve İran’la iş yapan yabancı firmalara çeşitli sektörlerde yaptırım uygulamaya başlamıştır. Bu süreçte İran’a yönelik baskı arttığı için Tahran yönetimi, ekonomik bir darboğazla karşı karşıya gelmiştir.
Trump’ın İran stratejisindeki nihai hedefinin İran’ı ekonomik bir yıkımla yüzleştirmek suretiyle söz konusu ülkede rejim değişikliği yaşanmasını sağlayacak halk ayaklanmasını tetiklemek olduğu ifade edilebilir. Öte yandan ABD Başkanı’nın Obama döneminde imzalanan KOEP’i “berbat bir anlaşma” olarak tanımladığı ve İran’ı sınırlandırmayı öngören yeni bir anlaşmaya açık kapı bıraktığı da bilinmektedir. Trump’a göre İran’la yapılacak anlaşma, yalnızca İran’ın nükleer programını değil; Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) Kudüs Gücü Komutanlığı aracılığıyla sınır ötesinde yürüttüğü faaliyetlerin ve İran’ın balistik füze programının da kısıtlanmasını sağlayan bir nitelikte olmalıdır. Ancak Trump’ın bu talebine Tahran yönetiminin sıcak bakmadığı ve bakmayacağı anlaşılmaktadır. Nitekim Trump yönetiminde DMO’nun Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin ABD’nin düzenlediği bir operasyonla öldürülmesi de Trump’ın İran yayılmacılığından duyduğu rahatsızlığı gözler önüne sermiştir.
Süreç içerisinde Trump’ın Obama’ya kıyasla başarısız olduğu noktanın ise yaptırımlar esnasında Avrupalı aktörlerin desteğini alamaması olduğu ifade edilebilir. Bu sebeple de Trump, Obama yönetiminde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) aracılığıyla uygulanan yaptırımlar gibi, BMGK tandanslı uluslararası hukuku işleten bir süreci hayata geçirememiştir. Aksine ABD’nin uyguladığı yaptırımlar, Amerikan yasaları çerçevesinde alınan kararların diğer aktörlere dikte edilme çabasıyla sınırlı kalmıştır. Ancak buna rağmen İran’da iş yapan uluslararası firmaların ABD’de çok daha büyük işler yaptıkları için İran piyasasından çekilme kararı aldıkları; yani yaptırımların işlevsel olduğu görülmüştür.
Son olarak BM tarafından İran’a 13 yıldır uygulanan silah yaptırımlarının uzatılmaması da göstermiştir ki; ABD, İran karşısında uluslararası hukuku işletmek anlamında Trump döneminde başarısız olmuştur. Fakat ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun İran’la silah alışverişi yapan aktörlere yaptırım uygulanacağını duyurması, Trump’ın seçilmesi durumunda önümüzdeki dönemde de ABD’nin İran politikasının yaptırım kartı üzerinden şekilleneceğine ve ABD’nin İran’la iş yapan aktörlere baskı uygulayarak İran’ı yalnızlaştırmaya çalışacağına işaret etmektedir.
Diğer taraftan 3 Kasım 2020 tarihinde ABD’de gerçekleşecek seçimler için Demokrat aday Biden’ın küçük bir farkla da olsa yarışı önde götürdüğü görülmektedir. Dolayısıyla ABD-İran ilişkilerinin geleceğinin nasıl şekilleneceği konusunda Biden’ın yaklaşımına da değinilmelidir. Bu noktada ifade edilmesi gereken en önemli husus, Biden’ın Obama döneminde ABD Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığıdır. Dolayısıyla Biden, hem İran’a BMGK tarafından uygulanan tarihin en kapsamlı yaptırımlarını hayata geçiren hem de İran’la nükleer anlaşmayı imzalayan yönetimin ikinci adamıdır. Bu da Biden’ın seçilmesi durumunda, iki temel olasılığın gündeme gelebileceğini göstermektedir. Bunlardan ilki, Trump döneminde uygulanan yaptırımların BMGK’ya taşınarak İran’a yönelik daha kapsamlı bir baskının hayata geçirilmesi olasılığıdır. Ancak bu olasılık, mevcut durumda zayıf bir ihtimal konumundadır. İkincisi ise ABD’nin bazı küçük reform talepleriyle birlikte nükleer anlaşmaya dönmesi seçeneğidir. Bu seçeneği tartışmak için Biden ve çalışma arkadaşlarının seçim kampanyasındaki açıklamalarını incelemek gerekmektedir.
Trump’ın nükleer anlaşmadan çekilme kararını Biden’ın sert bir şekilde eleştirdiği bilinmektedir. Zira Biden, ABD’nin anlaşmadan çekilerek güvenilir bir ülke olma imajına zarar verdiğini belirtmiş ve Trump yönetiminin İran’a yönelik politikasını başarısızlık olarak nitelendirmiştir. Çünkü Biden’a göre, nükleer anlaşmadan çekilme kararı, pek çok ülkeyi cesaretlendirerek nükleer rekabeti tetikleyebilir.[4] Bu kapsamda Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Anthony Blinken’in 24 Eylül 2020 tarihinde CBS News televizyonunda yaptığı açıklamalar da oldukça önemlidir. Yaptığı açıklamalarda Blinken, Biden’ın seçimleri kazanması halinde nükleer anlaşmaya geri dönecekleri vaadinde bulunmuş ve BM tarafından İran’a uygulanan silah yaptırımlarının sona ermesinin temel nedeninin ABD’nin anlaşmadan çekilme kararı alması olduğunu belirtmiştir.
Dahası Biden, Trump döneminde Süleymani’ye düzenlenen operasyona da eleştirel bir şekilde yaklaşmıştır. Biden, Trump yönetiminin bu hamlesinin iki ülke arasındaki gerilimi yükselten rasyonaliteden uzak bir hamle olduğunu öne sürmüş ve Süleymani’nin öldürülmesine yanıt olarak İran’ın Irak’taki ABD üslerine düzenlediği saldırılara ilişkin eleştirilerinde, Trump’ın ABD’yi savaşın eşiğine getirdiğini iddia etmiştir. Tüm bu açıklamalar ise Biden’ın İran politikasının Trump dönemine kıyasla daha yapıcı bir nitelikte şekilleneceği izlenimini oluşturmaktadır.
Tahmin edileceği gibi ABD’nin İran politikasına yön veren unsurlardan biri de İsrail faktörüdür. Trump, iktidarı boyunca “İran tehdidi karşısında İsrail’in güvenliğinin sağlanması” argümanı üzerinden İsrail yanlısı politikalar uygulamıştır. Hatta Tel Aviv yönetiminin bölgedeki müttefiklerini arttırmak için aktif bir çaba da harcamış ve Filistin Meselesi’nde “Yüzyılın Planı” gibi İsrail yanlısı projeleri savunmuştur. Ancak Biden’ın Başkan Yardımcısı olduğu Obama döneminde, ABD’nin İsrail’e karşı görece daha mesafeli bir tavır takındığı hatırlanmaktadır. Bu durum ise Biden’ın seçilmesi halinde ABD-İran yakınlaşmasının gündeme gelebileceği gibi, ABD-İsrail hattında çeşitli gerilimlere de sebebiyet verebilir. Nitekim ABD’nin İsrail Büyükelçisi David Friedman da ABD-İsrail ilişkilerine dair yaptığı açıklamada, Biden’ın kazanması halinde, Washington’un uygulayacağı İran politikasının İsrail ve Körfez ülkeleri açısından sıkıntılı bir durum yaratabileceğini dile getirmiştir.
Tüm bu bilgilerden hareketle, İranlı karar alıcıların Amerikan seçimlerini nasıl okudukları da açıklanmalıdır. Seçimlere ilişkin İran’dan gelen en dikkat çekici açıklama, 5 Ekim 2020 tarihinde İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in şu sözleri olmuştur:
“Biden’la iyi tanışırız. Biden da İran rejimini istemez. Trump’la Biden arasındaki fark şu ki; Biden, İran rejimini değiştirmeye güçlerinin yetmeyeceğini bilir. Fakat Trump bunu bilmiyordu. Biliyorduysa da birileri onu İran’la felakete yol açacak bir savaş için tuzağa düşürmeye çalıştı.”
Zarif’in açıklamasının arka planında İran’ın hiçbir baskıya boyun eğmeyeceği iddiasını vurgulama ihtiyacı vardır. Ancak bu açıklamada Zarif’in Biden’ı daha rasyonel bir aktör olarak tanımladığı da aşikardır. İranlı karar alıcıların Biden’ın seçilmesi fikrine sıcak baktığını gösteren net bir açıklama ise İran Meclisi Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Sözcüsü Ebulfezl Amuyi’den gelmiştir. Konuya ilişkin yaptığı değerlendirmede Amuyi, şunları söylemiştir:
“Biden İran’a karşı Trump’a nazaran daha akılcı yöntemler uygulayacağını söylüyor. Baskı ve yaptırımla İran’ın stratejisinde hiçbir değişiklik meydana getiremezler.”
Amuyi’nin açıklamasından anlaşılacağı üzere İran, Biden’ın seçilmesi durumunda, Trump’ın uyguladığı “azami baskı politikasının” sona ereceğini ve rahat bir nefes alabileceğini düşünmektedir.
Kısacası 3 Kasım 2020 tarihinde gerçekleşecek ABD Başkanlık Seçimleri, ABD-İran ilişkilerinin geleceğinin nasıl şekilleneceğini yakından ilgilendirmektedir. Zira Trump’ın bir dönem daha seçilmesi, İran’a yönelik baskının daha da artacağı anlamına gelmektedir. Bu durumda da İran halkındaki rejim karşıtlığının ivmeleneceği öngörülebilir. Çünkü fakirleşen İran halkı, İslam Devrimi’nin üzerinden geçen 40 yılı aşkın süreçte ekonomik bir model ortaya koyamayan rejime olan inancını her geçen gün biraz daha yitirmektedir. Buna karşılık Biden’ın seçilmesi ise yaptırımların sona ermesi ve İran’ı uluslararası işbirliğine çekecek şekilde nükleer anlaşmaya geri dönülmesi olasılığını barındırmaktadır. Bu da İran açısından olumlu senaryo olarak yorumlanabilir.
Tüm bu olasılıklardan dolayı Amerikan seçimlerinin sonuçlarının 2021 yılında gerçekleşecek İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de etkileyeceği öngörülebilir. Zira Trump’ın seçilmesi halinde, İran’ın gerek iç karışıklıkları bastırma anlamında gerekse de olası dış müdahaleyi bertaraf etmesi bakımından bir “savaş kabinesi” seçeneğini gündeme alması muhtemeldir. Nitekim İran Dini Rehberi Ayetullah Ali Hamaney’in “Hizbullahi bir hükümet” istediğini belirtmesi de buna işaret etmektedir. Zaten ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesinin ardından İran’da muhafazakârlar, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yi eleştirmeye başlamışlardır. Muhafazakarlara göre, İran’daki ekonomik sıkıntıların nedeni KOEP’in imzalanmasıdır. Bu nedenle de Trump’ın bir dönem daha seçilmesi halinde, İran’da 2021 yılında muhafazakâr bir ismin Cumhurbaşkanı seçilmesi muhtemeldir. Buna karşılık Biden’ın seçilmesi durumunda ise ABD’nin nükleer anlaşmaya dönmesi ve yaptırımların sona ermesi gündeme gelebilir. Bu tabloda ise durum, Ruhani ve yakın çalışma ekibinin başarısı olarak yorumlanacağı için İran’da bir dönem daha reformistlerin iktidara gelme olasılığı söz konusu olabilir.
Neticede Amerikan seçimleri, yalnızca ABD’nin geleceğini belirlemeyecek; Washington-Tahran hattındaki ilişkilerinin önümüzdeki dönemde nasıl şekilleneceğini de ortaya koyacaktır. Buna bağlı olarak 2021 yılındaki İran Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin nasıl bir atmosferde gerçekleşeceği de netleşmeye başlayacaktır. Dolayısıyla 3 Kasım 2020 tarihli ABD Başkanlık seçimleri, yalnızca ABD için değil; İran için de milat olabilir.
Kaynak: Doğacan Başaran / politikaenstitüsü.com