Terapist Michael Vincent Miller'in 'İkili İlişkilerde Terörizm' isimli kitabında enteresan bir bölüm vardır. Şöyle der: "İlişkilerde kaygı, çaresiz bir kurban ya da yardımsever bir diktatör olarak ortaya çıkabiliyor." Miller'e göre 'sevmek ve korumak' güdüsü marazi bir hal aldıktan sonra 'ilişki' bir tür terörizme dönüşüyor.
Yaşadığımız olayları okumaya çabalarken şahit olduğumuz hayret verici gelişmeler, adına ister ülke deyin, ister vatan, ister memleket, isterseniz devlet fark etmiyor, elinde birtakım güçler olduğuna inananların sevdikleri ile ilişkilerinde terörize olmuş fikirleri, eylemleri normal, hatta mubah ve hatta şart gibi algıladıklarını görüyoruz. Memleketi çok sevdiğini söyleyenlerin taşıdıkları bu hastalıklı sevgiyi göstermek için memlekete hizmet etmek gibi bir düşünceleri olmuyor genellikle. Onlar erketeye yatıp canları gibi sevdiklerine inandıkları memleketlerine düşmanları gözlemliyor, sonra onları yok etmeye çabalıyorlar. Onlar için kimse kendileri kadar ülkeyi sevmediğinden dolayı, öyle rasyonel bir düşmana da gerek yok aslında! Hastalıklı beyin bir süre sonra yeterince düşman üretebiliyor çünkü.
Mantıklı ölçütlere, sağlıklı kriterlere bakıldığında bu güruhun memleket için kibrit çöpü kadar bir fayda sağladıkları, hiçbir olumlu iş yaptıkları da söylenemez aslında. Ancak onlar kendilerini kaptırdıkları bu patolojik dünyada kendilerini aşırı önemsiyor ve onlar olmazsa ülkenin batacağına inanıyorlar. Daha da fenası buna bizim de inanmamızı bekliyorlar.
"Yakınlık terörizmi" diyor buna Miller. Düne kadar devleti babalarının malı zanneden zihniyetin, dışında herkesin düşman olmaktan başka seçeneği yok. Bu nedenle ülkeye ve içinde bulundukları kuruma yaptıkları tüm kötülükleri bir tür 'kahramanlık' ve 'vatan aşkı' ile bütünleştiriyor, öyle algılıyorlar. Birileri onların yüzüne ayna tuttuğu anda da inanılmaz çirkefleşiyor, karalamalarda bulunuyor, her türlü iftirayı, ayak oyununu normal görüyorlar.
Dediğim gibi, sadece kendileri inanmakla kalmıyor başkalarını da bu arızalı duruma inandırmaya çalışıyorlar. Bugüne kadar -ne yazık ki- buna inanan ya da inanmış gibi görünen zavallılar da çıkıyor nitekim. Üç kuruşluk ticari kazanç, beş paralık popülarite, yarım metrelik erk onlar için önemli.
Şüphesiz bu hastalıklı durum en fazla ülkeye zarar veriyor. Dünya tüm hızıyla bir yerlere ilerlerken, insanlar mutlu olmak için sınırları kaldırıp yakınlaşırken, ülke dört yanı heyulalarla çevrili bir ormana dönüştürülüyor. Ve korku dört bir yanı kuşatıp hareket eden-etmeyen her şey düşman olarak tanımlanıyor.
Ki bu nedenle karanlığı emen, kötülükten beslenenler için ne terörün bitirilmesi isteniyor, ne de düşmanların azalması. Beslendikleri ana kaynak o çünkü. Terör biterse insanlar başını kaldıracak ve durum değerlendirmesi yapacak. Düşman sayısı azaldıkça sorular çoğalacak çünkü. Ve bu onların işine asla gelmiyor. Varlıklarının sorgulanacağını çok iyi biliyorlar. Bu nedenle içine yuvalandıkları kurum ve kuruluşların arkasına sığınıp karanlık tezgâhlar düzenlemeye devam ediyorlar. İçinde bulundukları kurum ve kuruluşların kutsallığı, itibarı onları gizlemeye yeter zannediyorlar. Oysa o kurum ve kuruluşlara en büyük zararı kendilerinin verdiğini kaydediyor tarih!
Bilmiyorum aynı alçak oyunu, aynı hain planı, aynı zehirden yemeği kaç kez servis etmeyi daha deneyecekler. Paçasına yapıştıkları bu ülkeyi yerinden kımıldatmamayı daha ne kadar becerecekler inanın bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var; bunlar açığa çıktıkça, oyunları yüzlerine vuruldukça daha da hırçınlaşıp kuduruyor, büsbütün zıvanadan çıkıyorlar. Ürettikleri sahte düşmanlar, hayali öcüler birer birer eriyip yok oldukça artık akıl ve mantıkları da kilitleniyor ve büsbütün saçmalıyorlar. Kendi aynalarını tuz buz ettikleri için manzaradan da habersizler; kendi ailesini, anne-baba ve evlatlarını katleden bir cinnetin kahramanı olduklarını görememeleri bu yüzden sanırım.
ZAMAN