Yakın Tarihte Pakistan’ın Askeri Darbeleri ve Pervez Müşerref 

Taha Kılınç bugün Yeni Şafak'taki yazısında Pakistan'ın yakın siyasi tarihinde yaşanan askeri darbelere ışık tutuyor ve ibretlik akıbetleri okurlarıyla paylaşıyor. 

Dönemin Pakistan Başbakanı Zülfikar Ali Butto'nun tartışmalı bir kararnameyle General Ziya Ül Hak'ı Genelkurmay Başkanlığı'na atamasıyla bir diğer dönemin Başbakanı Navaz Şerif'in benzer kaygılarla Pervez Müşerref'i Genelkurmay Başkanlığı'na atayıp askeri darbelerin önünü nasıl açtıklarını hatırlatan Kılınç, meselenin Mısır ayağındaki ortak paydaya da dikkat çekiyor. 

Yeni Şafak/ Taha Kılınç   

Generale idam 

Pakistan Başbakanı Zülfikâr Ali Butto, 1 Mart 1976’da oldukça tartışmalı bir karara imza atarak, Korgeneral Ziyâul Hak’ın rütbesini yükseltmiş, ardından onu genelkurmay başkanlığına getirmişti. Teamüllere ve ülke içindeki dengelere tamamen aykırı olan bu uygulamada, Butto’nun hareket noktası oldukça politikti: General Ziyâ’yı “düşük profil” olarak değerlendirmiş, onun yönetimindeki ordunun siyasete müdahil olmayacağını, böylece kendisinin de rahatça hareket edebileceğini var saymıştı. Butto’nun Ziyâ’da gördüğü bir diğer “ışık” da, General’in dindarlığıydı. Kendisi seküler bir çizgiye sahip olan Butto, Ziyâul Hak’ın dindar profili üzerinden Pakistan halkıyla devletin diyalogunu yeniden tesis edebileceğini düşünüyordu. Butto’nun hesabı basitti: Halkın gözünde muteber, ama siyasete karışmayacak kadar da nötr bir ordu. Bunu da General Ziyâ ile sağlayabileceğini düşünmüştü. Ancak yanıldığını anlaması için, bir yıl beklemesi yetecekti. 5 Temmuz 1977’de, General Ziyâul Hak, kendisini o vazifeye atayan Başbakan Zülfikâr Ali Butto’yu devirdi, mahkemede yargılattı ve 4 Nisan 1979’da idam ettirdi. 

Yalnızca 20 yıl sonra, Pakistan’da tarih tekerrür etti: 

Başbakan Navaz Şerif, 1998’in sonbaharındaki genelkurmay başkanı atamaları sırasında müşkil bir durumla karşı karşıya kalmıştı. General Cihangir Keramet’in yerini alacak isim, bir türlü netleştirilemiyordu. İki potansiyel adaydan General Ali Kuli Han, darbeci eğilimlerinden şüphelenildiği için, General Halid Navaz Han da zalimliğe varan sert tabiatı nedeniyle elendi. Geriye, normal şartlarda şansı bulunmayan bir aday kalıyordu: General Pervez Müşerref. Babasının diplomatik görevi nedeniyle çocukluk yıllarını Türkiye’de geçiren Müşerref, 14 yaşında ülkesine döndükten sonra Batılı formda eğitim almıştı. Matematik ve ekonomi alanlarına ilgi duyan Müşerref, 18 yaşında askerî akademiye girerek orduya intisap etmişti. Kendisini tanıyan herkes, onun “demokrat bir asker” olduğundan söz ediyordu. Başbakan Şerif, bizzat yakından tanımadığı Müşerref’i, özellikle çevresinin telkin ve tavsiyeleriyle 8 Ekim 1998’de genelkurmay başkanlığına atadı. Ancak o da, tıpkı Zülfikâr Ali Butto gibi, kendi görevlendirdiği general tarafından ertesi yıl devrildi. 12 Ekim 1999’da Pervez Müşerref’in görevden uzaklaştırdığı Şerif -Butto gibi- idam edilmedi, Suudi Arabistan’a sürgüne gönderildi. 

(Pakistan’ın bu tecrübeleri, 2012’de, bu defa Mısır’da tekrarlandı: 

Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Hüsnü Mübarek döneminin kudretli generali Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavî’nin yerine, hiç bilinmeyen bir ismi getirdi: Abdulfettah Sisi. Normal şartlarda, askerî hiyerarşideki konumu nedeniyle genelkurmay başkanlığı için hiç şansı bulunmayan Sisi’nin, “dindarlığı” ve “devrimci duruşu” nedeniyle tercih edildiği biliniyor. Muhammed Mursi’nin, o dönemde Mısır istihbaratı tarafından kasten aldatıldığı ve Sisi’nin yükselmesi için kendisine abartılı, yanlı ve yanıltıcı raporlar sunulduğu da bir diğer hakikat.) 

Navaz Şerif’i devirdikten sonra, evvela perde arkasından ülkeyi yöneten, ardından da 2001-2008 arasında Pakistan’ın 10’uncu cumhurbaşkanı olarak resmen sahneye çıkan Pervez Müşerref, hakkında açılan “vatana ihanet” davasında dün (17 Aralık) idama mahkûm edildi. 

“Sağlık sorunları nedeniyle” 2014’ten bu yana Birleşik Arap Emirlikleri’nde siyasî mülteci olarak yaşayan Müşerref, ABD’nin büyük yatırım yaptığı bir isimdi. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’in “Ya bizimlesin ya da bize karşı!” tehdidiyle birlikte, Pervez Müşerref Pakistan topraklarını tümüyle Amerikan ordusuna açmış, komşu ülke Afganistan’ın işgal sürecinde ABD ve NATO birlikleri, Pakistan’daki üsleri ve askerî altyapıyı sınırsızca kullanmıştı. Koltuğunu korumaya odaklanan Müşerref’in bu tercihi, bölgenin daha da istikrarsızlaşmasına ve terör sarmalına bulanmasına yol açtığı gibi, kendisinin de görevden uzaklaştırılmasını engelleyememişti. Dış destekli her diktatörde olduğu gibi, o da “süresi dolunca” tarihin tozlu raflarına kaldırılmıştı. 

Son yıllarda ABD’nin Körfez’deki merkez üssüne dönüşen Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki sürgün hayatı, Müşerref için, aslında bir tür ödüllendirme olarak da görülebilir. Devrik İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevî’nin, ağır kanserli haliyle ülke ülke dolaştırılıp, tedavi için ABD’ye kabul edilmeyişini, ardından bir sığıntı olarak Kahire’de can verişini düşününce hele… Müşerref’in akıbeti ve nerede can vereceği meselesi ise, muhtemelen şu anda kapalı kapılar ardında sıkı pazarlıkların konusu. Neticeyi hep birlikte göreceğiz. 

Yorum Analiz Haberleri

"Suriye'den bize ne?" yaklaşımını besleyen körlük
Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye