Balyoz darbe planının deşifresini izleyen günlerde en önemli sorulardan biri, Adıyaman’dan ulusal ölçekte yayın yapan ASU TV’nin haber spikeri Serkan Bayam’dan geldi (mealen):
“Yavaş yavaş şöyle bir endişe de olgunlaşıyor gibi: Bir sürü darbe haberi çıkıyor ortaya ama hiçbiri de bir sonuca varmıyor, buharlaşıyor ve bir süre sonra da unutuluyor... Bu durumda gazetenizin yaptığı gazetecilikle o gazeteciliğin hedeflediği şey arasında büyük bir fark oluşmuyor mu? Bunu giderecek bir stratejiniz var mı?”
Soru, bana yöneltilmişti. Doğrusu ya, telefonun ucunda bir an için paralize olduğumu hissettim, sebebini anlamadığım bir rahatsızlık duydum. O nedenle kolay olan son bölümünü cevaplayıp, zor olan ilk bölümünden kaçtım. Şöyle dedim aşağı yukarı:
“Bizim nasıl bir stratejimiz olabilir ki? Gazetecinin işi buraya kadardır. O, demokrasinin dördüncü kuvveti olarak yurttaşlardan gizlenen sırları fâş eder; gerisi demokrasinin öbür ve asıl güçlerine (yasama, yürütme, yargı) kalmıştır. Biz ilaveten demokratik bir ülkede medyanın dördüncü kuvvetliğinin bir başka yönü olan öbür üç kuvvet üzerindeki denetim ve baskısını arttırmaya çalışırız, başka da bir şey yapamayız.”
Sorunun bir tesbitten ibaret olan ve beni rahatsız eden birinci bölümü, aslında üzerinde çokça düşündüğüm ve yazdığım “yağmur halinde enformasyonun o enformasyona ilgiyi azalttığına”na ilişkindi ama, dediğim gibi, bu bilgi beni paralize olmaktan kurtaramamıştı. Telefonu kapattıktan sonra anladım ki, tam tersine bu bilgi nedeniyle paralize olmuştum: Çünkü onu bu örneğe uygularsam biraz can sıkıcı bir sonuçla karşılaşabilirdim. O nedenle anlık bir refleksle soruyu cevaplamamayı tercih etmiştim.
Fakat korkunun ecele faydası yok, ayrıca hakikat hakikattır ve de ondan kaçmaktansa yüzleşmek her durumda evladır. Öyleyse buyurun “yağmur halinde enformasyonun negatif etkisi” mevzuuna...
İnsan önce sıkılır, sonra kopar!
Teori basitçe, ilk bakışta tamamen doğru gibi duran, “belli bir konuda bize ne kadar fazla enformasyon sunulursa o konuya ilgimiz o oranda artar” tezinin aslında çok su götürür bir tez olduğunu öne sürer. Hatta daha da ileri gider, böyle durumlarda (belki artık “enformasyonu alımlamak”tan ziyade “enformasyona maruz kalmak”tan söz etmeliyiz) konuya ilgimizin dağılıp azalacağını söyler.
İlk kez yedi-sekiz yıl kadar önce “banka hortumlamaları” haberlerinden yola çıkarak pratiğe uyguladığım bu teoriyi, sonraki yıllarda benzer etkide bulunduğunu düşündüğüm “enformasyon yağmurları”nda da kullandım. Şimdi izninizle, yedi-sekiz yıl önceki o ilk yazının konuya giriş mahiyetindeki bir bölümünü buraya alıyorum, ardından meseleyi konumuza bağlayacağım:
“İletişim kuramcısı Neil Postman, ‘Televizyon: Öldüren Eğlence’ adlı kitabında, ‘gelecek tasarımları’ karamsar olan iki düşünür-romancıyı (Orwell ve Huxley) karşılaştırır ve günümüz dünyasının Orwell’i değil, Huxley’i haklı çıkardığını söyler...
“Neydi iki romancı arasındaki temel fark? Orwell, gelecekte toplumların ‘yasaklar ve enformasyonsuz bırakma’ marifetiyle denetim altında tutulacağına inanıyordu... Huxley ise ‘Bizi pasifliğe sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlar’dan korkuyordu.
“Postman, şöyle özetler durumu: ‘Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu...’
“Televizyonun toplum hayatına girdiği ilk yıllarda ona bağlanan ümitlerle, bu kitle iletişim aracının günümüzde başarabildiklerini kıyaslamak, Postman’ın tesbitinin ne kadar haklı olduğunu göstermeye yetebilir...
“Şöyle düşünülüyordu başlangıçta: Artık televizyon sayesinde dünyanın en uzak yörelerinde gerçekleşen haksız uygulamalar bile tek tek odalarımıza taşınacak, böylece oluşacak uluslararası kamuoyu tepkisi sayesinde bu tür haksızlıkları gerçekleştirenler eskisi gibi rahat hareket edemeyecekler...
“Bu iyimser yaklaşım, ‘Yağmur halinde gelen enformasyon’la ona ‘maruz kalan’ insan arasındaki ilişkinin doğasından bîhaber olmaktan kaynaklanıyordu...
“Ortaya çıkması zaman gerektiren ve ancak 1990’lardan itibaren teorileştirilebilen bu ‘doğa’, başlangıçta düşünülenin tam tersi bir tarzda işliyordu... Buna göre, ne kadar ‘acı’ olursa olsun, insanlar tekrar tekrar izledikleri olaylar karşısında bir süre sonra ‘sıkılmaya’ başlıyorlar, o olaya karşı ilgilerini yavaş yavaş kaybediyorlardı... Sözünü ettiğimiz olay hele bir de anlaşılması ve izlemesi zor, çaba isteyen bir şeyse, kopuş daha da hızlı gerçekleşiyordu...”
Ne yapmalı?
Peki, ne yapmalı? “Yağmur halinde enformasyon” okurların ilgisi üzerinde negatif bir rol oynayabilir diye, Taraf darbe planlarının bir bölümünden imtina mı etsin?
Bu soruya tabii ki “hayır” cevabı veriyorum. İki nedenle:
Birincisi, darbe planları haberlerinin yoğunluğu henüz bu haddi aşmamış olabilir... Ki ben, soruyu ciddiye almakla ve bu yönde kısmî gözlemlere sahip olmakla birlikte, hâlâ o noktada olmadığımız kanaatindeyim...
İkincisi: Velev ki öyle olsa dahi, gazetecinin böyle bir şey yapmaya hakkı yoktur.
Sorabilirsiniz bana: Öyleyse niye yazıyorsun bunları? Cevabım şöyle: Bu süreç ister başlamış olsun ister henüz başlamamış olsun, biz gazetecilerin şu anda yapmamız gereken başka görevlerimizin olduğunu hatırlatmak için yazıyorum.
Mademki örneğimizde bu duyguyu yaratan asıl şey, iddiaların bir türlü bir yere varmaması ve giderek buharlaşmasıdır, öyleyse bunun önüne geçmek için çalışmalıyız. Öbür meslektaşlarımıza bir yandan “niye bu haberlere yeteri kadar ilgi göstermiyorsunuz” diye baskı uygularken, bir yandan da yasama, yürütme ve yargı düzeylerinde sonuç alabilmek için onların yardımlarını talep etmeliyiz.
Artık biraz daha somut hedeflere yüklenmeliyiz. Mesela Balyoz darbe planının deşifre edilmiş olması, EMASYA protokolünün bir hükümet kararnamesiyle kaldırılabilmesi için altın bir fırsat sunmuş oldu. Oktay Ekşi bile “kaldırın şunu” diye yazı yazdı.
Böyle bir sonuç, hiç kuşkunuz olmasın, “hiçbir iddia hiçbir sonuç doğurmuyor, her şey buharlaşıyor” duygusunu izale etmede büyük bir rol oynayacaktır.
------------
Madem palavra, niye kıvranıyorsunuz
Ahmet Altan, Balyoz darbe planına karşı köşe yazarı tepkilerini anlatırken “histerik öfke krizine tutulmuş”, “darbe planları karşısında Genelkurmay’dan daha fazla acı çekerek kıvranan ve ‘yalanlasana bu haberleri’ diye yalvaran” bir kategoriden söz etti.
Bu kategorideki yazarların pozisyonu gerçekten de çok tuhaf. Bunların yazıları kabaca uzun bir “yalandır, palavradır, inanmıyorum” bölümünden sonra finalde “ama Genelkurmay’ın açıklaması da tatmin edici değil; lütfen yani, bekliyoruz” tonunda nihayet buluyor. Ben, bu yazarların kendi yazılarını ileride, Cüneyt Arkın’ın şimdi “bu sahneyi nasıl çekmişim” tarzındaki pişmanlığına benzer bir pişmanlıkla anacaklarına eminim; o kadar tuhaflar yani. (Bu fasıldan seyrettiğim son Cüneyt Arkın sahnesi: Galiba Malkoçoğlu olarak bir bileğinden duvara zincirlenmiştir... Fakat bir yandan da acilen müdahale etmesi gereken bir durum vardır. Malkoçoğlu bir zincire bakar bir duvara; ikisini de gözüne kestirir, zinciri sertçe çekmesiyle kol omuzdan kopar, böylece duvardan bağımsızlığını ilan eden Malkoçoğlu öbür koluyla kahramanlıklarına devam eder.)
Tadımlık kabilinden üç örnek size:
Ruhat Mengi (yazı boyunca, adı “Balyoz hükümeti”nde geçen Süheyl Batum’un o zamanlar meşhur olmadığını şahit göstererek planın düzmece olduğunu ima ettikten ve Taraf’ı Batum’dan özür dilemeye –vallahi böyle- davet ettikten sonra, son paragrafta): “Ama tabii bu arada Genelkurmay’ın yaptığı soyut, kısa, ‘açıklamayan açıklama’lardan vazgeçip halkın duymak istediği gerçekleri kanıtlarını da ortaya koyarak anlatması lazım.” (Vatan, 23 ocak).
Bekir Coşkun: “Doğru mu paşam?.. Doğru mu? Ben buna inansaydım her rütbeli-rütbesiz askere ‘komutanım’ demez, bando çaldığında burnumu çekmez, askerlerimiz geçtiğinde gözlerim dolmazdı... Ama bu; insanların kafasındaki şüphelere ve sorulara engel olmuyor. Okurlarımın kafasında da o soru, bir habis sancı gibi dolanıp duruyor: ‘Doğru mu?..’” (Habertürk, 22 ocak).
Osman Gençer (“Bunların maksatlı çıkarıldığını, asıl amacın Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak olduğunu artık herkes biliyor ve görüyor” gibi cümlelerle giden yazı şöyle nihayet buluyor): “Ancak bu açıklamanın benim gibi düşünenler için bile tatmin edici olmadığını söylemeliyim. Genelkurmay’dan beklenen; en kötüyü düşünenlere, TSK’dan nefret edenlere dahi doyurucu yanıtları ayrıntılı biçimde sunmasıdır.” (Habertürk, 23 ocak).