Yabanda kalan insanlığımız

SİNAN ÖN

Günümüz dünyasında aynı olguya farklı kişiler tarafından zıt kutuplarda yaklaşılabildiğini görüyor; bir eylemin, insani bir durumun kimilerince “iyi” başkalarınca ise “kötü” olarak değerlendirilebildiğine şahit oluyoruz. Bu durumun, bir edebiyat eseri ya da bir film eleştirisinde olması doğal ama çocukların katledildiği, bir halkın soykırıma tabi tutulduğu bir atmosferde yaşanması dehşete düşürüyor insanı.

Bir şeyin ne olduğu hakkında bilgi sahibi olmadan, onun üzerine birbirinden çok farklı fikirler ileri sürebilen, bilgisizliklerin ürünü bir çoğulculuğa yani “ne olsa, nasıl olsa, nerede olsa olur!” diyen bir cehalete, postmodern dünyanın çokça övülen kakofonisine muhatabız.

Değerler ile değer yargılarının birbirine karıştırıldığı; değer yargılarının evrensel değerler olarak kabul edilip tüm dünyaya dayatıldığı bir zorbalık bu. Sınırları belirli şekillerde çizilen, belirli bir grubun “iyi ya da kötü” dediği, güçlünün egemenliğindeki güçlü yargılar.

Dolayısıyla iç içe aynı mekânda yaşayan, farklı değer yargılarına sahip grupların çatışması kaçınılmaz oluyor. Buna birileri “çok kültürlü toplum” dese de ortam; “Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçe” yaşamaya elvermiyor. Çünkü insana bakış göreceli olunca, insan haklarına bakışta göreceli oluyor. Tanımlanan, sınırları çizilen, egemenin elbisesi giydirilen insan tipine reva görülen değer yargıları, evrensel değerler olarak kabul görüyor.

Gazze Müslümanları mı? Onlar ve onlar gibi olanlar, bu sistemin “yaban otları” ve bahçıvan olarak kiralanan Siyonistler bu “ayrık otlarını” yok etmekle meşguller!

Ender bile olsa, egemenlerin diyarında değerlerini hatırlayan, egemenin değer yargılarına isyan eden yaban otları da çıkmıyor değil. Hikâyeyi bilenlerimiz vardır mutlaka. Sahile vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan birini gören adam ona yaklaşır ve: “Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?” diye sorar. “Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam ölecekler” cevabını alır. “Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki?” deyince; adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır ve okyanusa fırlatır.

“Bak bunun için fark etti ama...”

Belki de adam denizyıldızlarını değil de kendini düşünüyordur, kim bilir? Kendini düşünmek sadece bencillik değildir çünkü. Kendini düşünmek, ahirette vereceği hesabı da düşünmektir aynı zamanda.

Son yıllarda: “Akdeniz’de mültecileri taşıyan tekne geri itildi!”, “Mültecileri taşıyan tekne batırıldı!” gibi haberler, sıkça duyduğumuz, çoğumuz için sıradanlaşan haberler oldu. Batı için “sınır güvenliği” insanların ölmesinden daha önemli bir değer yargısı çünkü! Dün Hiroşima’ya atom bombası atan pilot gibi, bugünde bu pis işleri yapacak tiplere ihtiyaçları var. O tiplerden fazlasıyla da var.

Ancak bazen şöyle bir cümle okuyor ve umutlanıyoruz: “Kadın kaptan yasaya rağmen boğulmakta olan mültecileri kurtardı!” “Yasaya rağmen” bu eylemi yapan hanımefendi, insani bir değeri bizlere hatırlatıyor. Ama kaptanın sonraki süreçte yaşadıkları, sadece kendisini değil dolaylı dolaysız tüm şahit olanları da etkiliyor ve kaptanın bu erdemli tercihini yapabilecek insan sayısı giderek azalıyor.

İskoçya’da bir takımın taraftar grubu, Filistin’de yaşananlara kayıtsız kalmayarak yine insani bir değeri hatırlatıyor. Ancak kulübü, beslendiği değer yargılarının gereğini yerine getirerek bu taraftar grubuna maçlara gelmeyi yasaklıyor, gelenleri stada almıyor. Yeşil Tugaylar isimli bu taraftar grubun yaptığı kısa ve öz açıklama ise başka bir insani değeri hatırlatıyor: “Bizi utandırıyorsunuz!”   

Değerleri unutmamak, erdemli insanı tekrar hatırlamak, dürüst kalındığı kadar diğerkam da olabilmek demek. Adil olunmasını sadece kendisine ve toplumuna değil tüm insanlık adına talep etmek demek. Bu değerler toplumda saygı, güven ve minnet tortusu bırakan özellikler demek.

Değerleri ilkelerle de karıştırmamak gerek. İlkeleri, teorik olarak kalsalar da gereklilikler ve imkânlar ortaya çıkarıyor. İnsan hakları gibi. Kişilerin, insani olanaklarını geliştirebilmeleri için nasıl muamele görmeleri, aynı zamanda başka insanlara nasıl muamele etmeleri gerektiğini dile getiren, insan olmanın değerini korumaya ilişkin talepler getiren normlar. İyi de, bir insanın talep edebileceği en temel hak ne olabilir? Can güvenliği değil mi? Bir bebeğin can güvenliği, sadece anne ve babasının sorumluluğunda mıdır? Üzgünüm, bu soruların cevabı da mekânsal ve zihinsel anlamda farklılaşıyor.

Sen “yaban otlarından olmaya” ya da “yaban otlarının yaşadığı coğrafyada yaşamaya” kalkışırsan bu temel haktan muafsın! Burada “Coğrafya kaderdir!” diyerek (haşa) suçu yine Allah’a atma gafletinde bulunmayalım olur mu?

Gazze’deki adaletsizlik bireysel ve toplumsal düzlemi aşan, doğrudan tüm dünya egemen güçlerinin, vicdanlarını yitirmemiş halklara rağmen; çifte standardına, güçlünün zayıfı rahatça yok sayabilmesine, barbarlıklara, katliamlara, soykırımlara vardırdığı bir zalimliktir.

Oysa en temel ilkelerimizden adalet, insanların en temel haklarının korunması talebi ile insanca yaşayabilmenin asgari şartlarındandır. Sosyal, ekonomik ve siyasal ilişkilerin; insan hakları normlarının adalet ilkesi çerçevesinde cereyan etmesi gerekiyor. Çünkü adalet, önce insan haklarının korunmasını talep ediyor.

Ne var ki, adalet fikrini kavramlaştırmak tek başına yetmez, yetmiyor. Böyle ilkeleri yaşamda yüz yüze geldiğimiz durumlarda belirleyici kılmamız gerekiyor.

Nasıl ki, insan haklarının talebi insan olmayı/insanlığı korumaksa; hakkı korunanın olduğu kadar, hatta daha çok hakkı koruyanın da insanlığını koruması gerekiyor. Ama insanlık değil insan haklarının ilkeleri korunuyor. Bugün bunca sözü edilen “ifade özgürlüğü” bunun tipik bir örneği. Kur’an yakanların korunduğu, zalimleri telin edenlerin cezalandırıldığı bir çifte standart var. “Filistin’e özgürlük” istemek bile cezalandırılmanın gerekçesi yapılabiliyor.

İnsan haklarıyla ilgisi sık sık anılan, hakkında olumlu bir değer yargısı olan, ama çoğu zaman ne kastedildiği belli olmayan “insan onuru” da başka bir tipik örnek. Nerede bugün insan onuru! Bir halk soykırıma uğrarken, katliama meşruiyet kazandırmakla mı meşgul?

İnsan onurunu uğradığımız muameleler kadar ilişkilerimizle, yaptıklarımızla da korumamız; insan olmanın değerini kendimizde olduğu kadar ötekinde de korumayı olanaklı kılan, insani değerlerimiz olduğunu hatırlamalıyız.

Unutmamamız gerekir ki, insan olmaya yakışan bir yaşam için doğru ve değerli eylemlerde bulunmayı istemek şartsa da, yetmez. Bu isteme bilgiyle, erdemle, ötekine karşı farkındalık ve diğerkamlıkla beslenmelidir. Çünkü insan haklarının bu bilgisi, insan haklarını koruyabilmenin teorik koşullarını, ahlaki değerlerin bilgisi ise pratik koşullarını oluşturuyor.

Dolayısıyla, bir karış toprağa sıkıştırılmış; yetmemiş ablukaya alınıp ambargo uygulanarak dünyadan tecrit edilmiş; yetmemiş iğdiş ve tedhiş edilerek yıldırılmaya çalışılmış; olmayınca topyekûn yok etmek için egemen barbarlarının desteği de alınarak saldırıya uğramış insanların yaşadıklarını…

Eğlenmek için zayıf olana işkence yapan, bu yaptıklarını videoya çekip paylaşan ve bu videoları 10 milyon insanın zevkle seyrettiği internette: “intihar edeyim mi, etmeyeyim mi?” diye soran genç bir insana, % 70 “evet” diyebilen değer yargılarına sahip insanların anlamasını beklemek hayal olurdu. Bizim sözümüz insani değerlerini yitirmeyen, yitirse bile bulmak için ceht edenlere…

Bunun zor olduğunu biliyorum ancak azınlıkta olsa iyiliğin öyle ya da böyle kötülüğe galip geleceğinin umudunu diri tutmamız gerekiyor. Evet, Gazze büyük bir imtihan, ancak aynı zamanda insanlığımızı tekrar hatırlamak adına büyükte bir imkân. Onlar bizim öğretmenlerimiz. Bizi biz yapan değerleri; insanlığımızı, erdemlerimizi, onurumuzu hatırlatan; fıtratımıza dönmeye çağıran öğretmenlerimiz. Bizlere düşen ise bu çağrıya kulak verip batılın karşısında hakkın yanında, en azından “buğz ederek” tarafımızı netleştirmektir.

Giriştikleri bu kutlu mücadelede Rabbimizden mücahitlere zafer nasip etmesini diliyor, zalimleri ise şu elem verici haberle müjdeliyorum: "Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler cehennemde!"