Yabancılar kime yabancı?

SİNAN ÖN

Gücün coğrafi anlamda Batıya geçmeye başladığı zamanlardan beri ırkçılığın en belirgin göstergesi, “Ten rengi” olgusu oldu. Temiz ve iyinin sembolü “Beyaz” ve dolayısıyla Batı olurken, kirli ve kötünün sembolü “Siyah” dolayısıyla Doğuydu. Hatta öyle ki, örneğin 1857’de ABD’li Baş yargıç Roger B. Taney, “Beyazlardan daha aşağı oldukları için siyahlara vatandaşlık ve dolayısıyla yasalar karşısında eşit koruma hakları verilemeyeceğini” hükme bağlayabiliyordu.

Bu durum, 1964 Yurttaş Hakları Kanunu’nun ırkçılığı yasadışı ilan edip ırk, renk, din veya cinsiyete dayalı ayrımcılığa son vermesi ile değişmiş olsa da, siyahlara karşı önyargı ve ırkçılık devam edegeldi. Evet, siyahlar artık bireylere ait değildi ancak “toplumun köleleri” haline gelmişlerdi. Mahkemelerde, oy sandığında, işyerinde ve gündelik hayatta beyaz egemenliğini sağlayan bu önyargı ve renk engeli, fiziki köleliğin bakiyesiydi. Daha düne kadar köleleri olan, zincire vurup kırbaçladıkları, insan olarak dahi görmedikleri kimselerin kendileri ile aynı haklara sahip olması, beyazların düşmanlığını arttıran sebeplerin başında geliyordu.    

“Renkli İnsanların İlerlemesi İçin Ulusal Birlik” adlı insan hakları derneğinin kurucusu William Edward Du Bois, 1903'te “Siyah İnsanların Ruhları” adlı kitabında “Renk engeli” fikrini tartışıyor. Sosyolojik, edebi ve siyasi bir içeriğe sahip olan bu kitap; siyahlar ile beyazların fiziksel, ekonomik ve siyasi açıdan ilişkilerini inceliyor. Güney’de siyahların, Amerikan İç Savaşı ve sonrasından 1900'lerin başına kadarki değişen konumuna odaklanıyor. Siyahlar ile beyazlar arasında fırsatlar ve perspektifler bakımından süregelen ayrıma dikkat çekiyor ve “20. yüzyılın probleminin renk engeli olduğu” sonucuna ulaşıyor.

Du Bois’in bir Afro-Amerikalı olması, doktora sahibi ilk siyahi olsa bile ten renginden dolayı ırkçılığa maruz kalması, olguyu sadece siyah-beyaz denklemi üzerinden okumasında etkili. Ancak ırkçılık salt siyahlar ile beyazlar arasında yaşanan bir olgu değil. Örneğin Polonya'da nüfusun üçte ikisi Nazi işgali sırasında öldürüldü, şehrin yüzde 85'i yıkıldı. Varşova’da yaşanan bu mutlak yıkım ve tahribat ırkçı ayrım ve şiddetin doğrudan bir sonucuydu. Bu yüzden Du Bois’in “Renk engeli” kavramı ile tahlil ettiği ırkçılığı, her kültürel ve etnik grubun başına gelebilecek, aynı zamanda her kültürel ve etnik grubun yapabileceği bir hastalık olarak görmek gerekiyor. Çünkü ırk problemi renk, fizik, inanç ve statünün ötesinde nefret ve önyargı meselesidir. Bu nedenle önemli olan renkten çok her grup veya toplumda ayrım ve nefreti ifade eden “engel” kavramı daha büyük önem taşıyor.

Bununla birlikte olguyu anlamak için çok uzaklara ya da eskilere gitmeye gerek yok, kafamızı kaldırıp çevremizde olan bitene dikkat kesilmek yeterince fikir veriyor. Varlığını ırkçılığa armağan edenler yanında, ırkçılığa maruz kalıp acı bir şekilde tecrübe etmiş insanların da aynı hastalığa kapıldığını görmek çok zor değil. Hatta bazılarının ırkçılığı “salih amellerine” vesile kıldığını görebilmek bile mümkün.

Irkçıların geneli ırk hakkında açıkça konuşmak istemiyorlar. Bunun yerine önyargılarını farklı şekillerde ortaya koyuyorlar. Belki de cevap aradıkları soru: “Problem olmak nasıl bir duygu?” sorusudur. Oysa bu soru salt kendi perspektiflerinden bir anlam ifade ediyor. Çünkü ırkçılığa maruz kalan insanlar değil ırkçılar asıl problemdir. Asıl problem, dünyadaki tüm baş döndürücü fırsatların, örneğin siyahlar için değil beyazlar için olduğunu görememektir. Bir engel vardır ve mazlumlar güç, fırsat, saygınlık ve saygının sunulmadığı tarafta durmaktadırlar. Ve bu, ayrımcılığa maruz kalmış insanların içselleştirdiği bir durumdur.

Ötekileştirilmiş olanlar, onlara küçümseyerek ve acıyarak bakan “üstün” insanların bakışıyla, kendi benliklerini yaşayabilmekten uzaklaşmaktadırlar. Sanırım yıllarca ırkçılığa maruz kalmış insanların aynı eylemi “yabancı” olarak gördüğü diğerlerine yapmasını, başka türlü ifade edebilmem mümkün değil.

Irkçılığa maruz kalan kimseler ötekileştirmenin yanı sıra başkalarının gözünde nasıl göründüklerinin de farkına varmak zorundalar. Genç bir Suriyeli, doktor olabilir ama yaşadığı toplumun Suriyeli erkekleri tehlikeli, suçlu, tehditkâr bir getto gangsteri kalıbına soktuğunun da farkına varmalıdır. Bununla birlikte bu farkına varış, “Narsist insanlarla benzeşmek ya da yaşadığı topluma düşman kesilmek” savrulmalarına varmamalıdır.   

Modern hayatın neden olduğu kaygıları siyasi ranta dönüştürmek isteyen fırsatçılar, linçleri de içeren ırkçı şiddetteki yükseliş ve kendini üstün gören narsist yaklaşımlar Suriyeliler özelinde tüm yabancıları problem görmeye sebep oluyor. Olan, hayatta kalabilme karşılığında insani haklarından vazgeçmiş, uzun vadede sosyal değişimi bekleyerek uzlaşmacı duruş sergileyen mazlumlara oluyor. Buna mukabil haklardan “gönüllü olarak feragat ederek” hiçbir şeyin elde edilemeyeceğini, tersine ayrımcılığın doğallaşarak katmerleşeceğini görmek, şahit olmak gerekiyor. Çünkü bu durum ırkçılığı dönemin egemen ideolojisi haline getiriyor.

Georg Simmel kentleşme olgusunu anlatırken, “Yabancılar birey olarak değil belli bir türün yabancısı olarak algılanır” demiş. Bugün insanlar kentte karşılaştıkları yabancılarla ilgilenmek için yeterli vakte ve donanıma sahip değiller. Oysa “İnsan tanımadığının düşmanıdır” diye çok değerli bir sözümüz var. Bu yabancılar “tüccar”dan “yoksul”a birçok farklı forma bürünmüştür ve hepsi sosyal ilişkilerimize göre tanımlanmıştır.

Modern kent ortamında bireyler çevrelerindeki kimseleri tanımıyor. Sosyal etkinlik ve anonimlikteki artış bilinçte de bir değişikliğe yol açtı. Kentteki hayatın temposu o kadar hızlı ki, insanlar kendilerini dış ve iç uyarıcılardan izole edecek “koruyucu bir organa” ihtiyaç duyuyor. Simmel bu durumu; “Kent sakinleri ‘kalpleri yerine kafalarını kullanarak tepki veriyorlar’; işlenmiş kayıtsızlık ‘usanmışlık’ şeklinde rasyonel bir bariyer oluşturuyorlar” diyerek açıklıyor.

Bilinçteki bu değişiklik, insanları mesafeli ve soğuk hale getirdi. Geleneksel ve kabul gören davranış normlarından uzaklaşıldı. Her şey mali bir değiş-tokuşa, para kültürüne indirgendi. İnsanlar sorunlarla başa çıkmak için, sosyal hayatta kalma tekniği olarak; enerjilerini salt kendilerini ilgilendiren konulara odaklamakta buluyorlar.

Yabancı kimse veya yabancı grup ise toplulukla mekânsal olarak bağlantılı ama sosyal olarak bağlantı kuramıyor. Yabancı çok “yakın” olsa bile çok “uzak” ile ifade ediliyor. Topluluğun içinde ama topluluğa ait olamıyor. Yabancı, Simmel'in dediği gibi, “Birçok sosyal türden biri” olarak görülüyor. Görmezden geliniyor, etkileşime geçilmiyor. Örneğin “yabancı” insanlarla göz temasından dahi kaçınan, sosyal etkileşimi asgariye indiren kamu personellerinin dikkatsizliği, umursamazlığı; iletişim kurulması gereken anlarda ise kaba ve nobran tavırları gözlerden kaçmıyor.

Günümüzün toplumsal anlamda en büyük sorunu ırkçılık sanırım. Ötekileştirilen, kayıtsız kalınan, dışlanan, ayrımcılığa maruz bırakılan yani zulme uğrayan insanlarla dayanışmak insani ve İslami sorumluluğumuz. Onlar bize yabancı değil. Gücümüz yettiğince, dilimiz döndüğünce, imkânımız elverdiğince bu sorumluluğumuzu yerine getireceğiz. Rabbimiz bu imtihanı kazananlardan olmayı nasip etsin. Bizlere basiret ve feraset lütfetsin. O’na emanet olunuz.