Ya Muzaffer Tekin konuşmasaydı?

Ergenekon iddianamesinde savcılar daha iddianamenin başında soruşturmanın seyriyle ilgili kronolojik bir açıklama yapıyorlar.

Buna göre adli soruşturma Haziran 2007’de Ümraniye’de bir evde el bombalarının ve diğer silahların bulunmasıyla başlıyor. Evdeki bombaların Oktay Yıldırım’a ait olduğu söyleniyor. Yıldırım sorgusunda iddiayı reddediyor. Bu arada bazı başka bağlantılara ve Muzaffer Tekin ismine de rast geliniyor ama henüz hiçbir şey sağlam değil.

Tam o sırada, daha önce adı Danıştay saldırısına karışmış olan Muzeffer Tekin gazetelere bir demeç veriyor ve bombaların çöplükten çıkmış olabileceğini vs. söylüyor. Bunun üzerine Tekin de gözaltına alınıyor, ev ve işyerinde aramalar yapılıyor ve Ergenekon’a böylece ulaşılmaya başlanıyor.

Muzaffer Tekin medyaya konuşmasaydı, gözaltına alınsa bile orada da sussaydı ve bu arada evindeki kimi belgeleri yok etmiş olsaydı, belki de bugün bulunduğumuz noktaya hiç varamayacaktık, Ergenekon soruşturması belki de hiç böyle derinleşemeyecekti.

Öyle mi sahiden?

Sabrınıza sığınarak anlatmam lazım:

Aynı iddianameden öğreniyoruz ki, savcılar, kendisine ‘Ergenekon’ ve ‘derin devlet’ adını veren, Türk Silahlı Kuvvetleri başta devletin önemli yerlerinde örgütlü olduklarını öne süren bu örgütle ilgili olarak üç kuruma yazı yazıp soru soruyorlar.

Bunlardan birincisi Genelkurmay Başkanlığı. Genelkurmay, cevabında TSK bünyesinde ‘Ergenekon’ adını taşıyan resmi bir örgüt bulunmadığını bildiriyor.

Savcıların yazı yazıp bilgi sorduğu ikinci kurum Milli İstihbarat Teşkilatı. MİT, alışılmadık derecede uzun ve samimi yanıtında, kendi bünyesinde böyle bir örgüt olmadığını, 2002 yılında isimsiz bir zarfla kendilerine Ergenekon denen örgütle ilgili bazı temel dokümanların gönderildiğini, kendilerinin de bazı araştırmalar yaptıktan sonra konuyu Genelkurmay Başkanlığı’na ve Kasım 2003’te de Başbakanlığa bildirdiklerini, daha sonra başka bir fırsatta aynı bilgileri bir kitapçık haline getirerek Başbakan’a bir kez daha sunduklarını söylüyor.
Yani, devletin istihbarat kuruluşu, örgütlenmeyi 2002 yılında öğrenmiş, bildiklerini genişletip 2003’te de bilgi vermesi gereken yerlere bilgiyi sunmuş.

2003 Kasımı’ndan 2006 Mayısı’ndaki Danıştay saldırısına ve oradan da 2007 Haziranı’nda başlayan bugünkü Ergenekon soruşturmasına...

Acaba Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kasım 2003’te bu örgütlenmeden haberdar olduğunda ne yaptı?

Anlaşılan o ki hiçbir şey. Çünkü bir şey yapsa, bunun hukuki sonuçları olurdu. Oysa ne savcılıklara suç duyurusunda bulunuldu bu konuyla ilgili ne de herhangi bir idari inceleme ya da soruşturma yapıldı. Ve belki Danıştay saldırısı da hiç olmayabilirdi!

Şunu da biliyoruz: Mayıs 2006’daki Danıştay saldırısının hemen ardından Başbakan’a hem MİT hem de Emniyet Genel Müdürlüğü birer sunum yaptılar ve üç aşağı-beş yukarı aynı bilgileri iletip aynı örgütlenme şemasını gösterdiler. Bugünkü Ergenekon sanıklarının  tamamı o şemalarda vardı.

Başbakan ve hükümet gerçekte o zaman da bir şey yapmadı. Önüne gelen istihbari bilgiyi ‘suç duyurusu’ olarak bir savcılığa göndermedi.

Ya Muzaffer Tekin sinirleri daha sağlam bir adam olsaydı? Ya Veli Küçük, kendine bu kadar güvenmek yerine korkuya kapılsaydı ve tedbiren evindeki belgeleri yok etseydi, bulunamaz bir yere saklasaydı? Ya Doğu Perinçek, çemberin daraldığını görüp zaten elektronik ortamdaki belgeleri yok etseydi, saklasaydı?

O zaman, savcı, belki de, şimdi iddianamesine belkemiği görevi yapan temel Ergenekon belgelerinden hiçbirine ulaşamayacaktı. Çünkü şimdi öğreniyoruz ki, o belgenin bir kopyası MİT’e gelmiş, MİT de bunu Başbakanlığa ve Genelkurmay’a iletmişti. Bir başka kopya da 2001’den beri İstanbul Emniyeti’nde duruyordu, Tuncay Güney’den ele geçirilen versiyon. Ama savcı neyle karşı karşıya olduğunu bilmediği için, kimse de ona yardım etmediği için, Tuncay Güney belgelerini de sormayacak, istemeyecekti belki.

Cumhuriyet tarihinin en önemli adli soruşturma ve artık kovuşturmasının bu kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu öğrenmek hiç hoş değil doğrusu.

RADİKAL