Son yılların en hararetli tartışması hiç şüphesiz 'AKP ve Gülen'i Bitirme Planı' diye manşet yapılan belgedir. 12 Haziran'dan bu yana Türkiye bu belgeyi tartışıyor. İlk defa Taraf Gazetesi'nin yayınladığı habere göre TSK bünyesinde çalışma yapan bir grup AK Parti ile ilgili 'kirli tezgâh' hazırlamıştı.
Bu tezgâha göre bazı komplolar kurulacak ve iktidar partisi halkın gözünden düşürülecekti. AK Parti'nin bölünüyor görünmesi için parti içinden 'ajan' ayarlanacaktı mesela. Hedefin diğer ucunda ise 'Fethullah Gülen hareketi' bulunuyordu. Zayıf karakterli bazı kişilerin televizyonlara çıkarak Gülen hakkında karalama kampanyası yapması planlanmıştı. Dinî kisveli bazı kişilerin 'hazırda bekletildiği' ifade ediliyordu. Daha korkuncu, Ergenekon zanlısında yakalanan bu belgeye göre 'ışık evler' diye belirtilecek bazı öğrenci evlerinde 'silah ve mühimmat bulunması temin edilecek'ti. Korkunç bir şey! Devlet milyonlarca insanın oy verdiği bir partiye ve gönül verdiği bir sivil toplum hareketine tuzak kurabilir mi? Ele geçen belgeye göre evet!
Ne var ki belge üzerine fırtınalar kopartıldı. Ta ki hafta içindeki gelişmeye kadar. Türkiye, şok bir haberle sarsıldı. İddiaya göre fotokopisi üzerine aylardır tartıştığımız 'AKP ve Gülen'i Bitirme Planı'nın aslı savcılığa ulaşmıştı. Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara ulaşan belgenin orijinali kriminal incelemeye alınmış ve altındaki ıslak imzanın Albay Dursun Çiçek'e ait olduğu tespit edilmişti. Bir ihbar mektubuyla ulaştırılan belgenin aslını gönderen subay 'Her şey imha edildi, ancak bunu kurtarabildim.' diyordu. İşte bu, Türk demokrasisi için tam bir dönüm noktasıdır. Sadece Türk demokrasisi değil, Türk basını için de bir dönüm noktasıdır. Neden mi?
Bahsi geçen belgenin fotokopisi Ergenekon kapsamı içinde tutuklanan avukat Serdar Öztürk'ün bürosunda ele geçirilmişti. Öztürk, emekli bir üsteğmendi. Öztürk bu belgenin avukatlık ofisine polisler tarafından konulduğunu iddia etti. Bizim medyanın bir bölümü bunun üstüne balıklama atladı. Hal böyle olunca baskını düzenleyen emniyet yetkilileri daha kapıyı açmadan başlayan ve sanık avukatının gözetiminde yapılan kamera çekimlerini ortaya koydu. Her halükarda Ergenekon'u destekleyenlerin kolu kanadı kırılmış oldu.
'HATA YAPMIŞIZ' DİYEN GAZETECİLERE İHTİYAÇ VAR
Belgenin ortaya çıkmasından 3 gün sonra askerî savcılık bir hukuk skandalına imza attı. Bahsi geçen belgenin henüz ellerine geçmediğini ifade eden askerî savcılık belgenin sahte olduğunu açıkladı. Komik ama acı bir teşebbüstü bu. Zira belgenin sahte olduğu beyan edilirken 'TSK'da hazırlanmadığı kanaatine varıldı' deniyordu. Askerî savcılık görmediği belge üzerine nasıl bir kanaate varmış olabilirdi ki! Her neyse... Buna da balıklama atladı bizim medyanın bir bölümü. Dolayısıyla çuvalladı...
Bütün bunlar yaşanırken belge üzerinde oynama olup olmadığına dair bir takım bilimsel incelemeler yapıldı. Bütün incelemeler belgede imzası bulunan Albay Çiçek'in imzasıyla aynı olduğunu ortaya koyuyordu. Albay, askerî yetkililer tarafından sivil mahkemeye verilmedi. Buradaki direnç TSK'ya olan güveni sarsıyordu ama ya bunun farkına varılamıyordu ya da gizlenen bir gerçek vardı. Sonunda Albay mecbur kalıp mahkemeye geldi. Albay Çiçek askerî savcılıkta yepyeni bir imza atmış, bahsi geçen belgedeki imzanın kendine ait olmadığını iddia etmişti. Sivil savcılar kendisine ait 20 imzayı ortaya koyunca Albay'ın 'Adaleti yanıltma suçu' işlediği de ortaya çıkıyordu. Albay, imzasını sadece bir kere o da askerî savcılıkta değiştirmişti. Bu bile başlı başına skandaldı. Ortada sadece etik bir sorun yoktu; aynı zamanda hukuken suç sayılan bir eylem gerçekleştirilmişti...
Eldeki belgelere göre tutuklanması istendi ve tutuklandı. Ancak İstanbul Başsavcılığı şüpheli bir şekilde son dakikada bir nöbetçi hâkim atadı ve Dursun Çiçek 24 saati dolmadan serbest bırakıldı. Ortada müthiş bir telaş vardı. Tutuklanışını dikkate almayan birileri 'tutuksuz yargılanmayı' beraat kararı gibi sundu. Bunu medya yaptı. Kimden teşvik gördü, kime yaranmak istedi bilemem; ama bu yaklaşım ya hukuk terimlerinden habersiz olmanın ifadesiydi ya da kasıtlı bir aklama hareketinin bir parçasıydı. Bunun ölçüsü o kadar kaçtı ki bazen koca koca haber kanalları (maalesef en çok da NTV gibi önemli bir kanal) 'kirli tezgâh'ı 'İrtica ile mücadele belgesi' diye anonsladı. Sanırsınız TSK irtica ile mücadele etmek için belge hazırlamış, bunun üzerine bu belgeyi hazırlayanlar üzerine baskı kurulmuş. Oysa durum çok vahimdi; devletin millete tuzak kurması gibi ağır bir itham vardı ortada...
Bu arada akredite edilmiş gazetecilerle yapılan Genelkurmay toplantılarında bu belge ile ilgili atıp tutmalar oldu. Askerî savcılığın konuyu 'Bu belgeyi kim sızdırdıysa yakalayın' şeklinde komik formülüne çanak tuttu medya. Tamam; sızdıranı da bulsunlar; ancak bu belgenin hesabını vermek zorunda olanlar önce hesap vermeli ki sızdıranın cezaya çarptırılmasının da bir manası olsun. Akredite olmanın dayanılmaz ağırlığı içinde kaleme sarılan bazı köşe yazarları oldu. Hatta birileri ısrarla benim ve Star Gazetesi genel yayın yönetmeninin adını vererek (daha açıkçası hedef göstererek) sanki belge aklanmış, paklanmış gibi mangalda kül bırakmadı. Belgenin aslı ortaya çıkınca yüzleri kızardı mı bilemiyorum; ama tarih huzurunda çok zor bir duruma düştüklerinden şüphem yok...
Bu belge ortaya çıktığından beri siyaset ağır bir sınavdan geçti. Ergenekon avukatlığını yapan bir partinin bu belgenin aslı çıktığında halktan özür dilemesi gerekmiyor mu? CHP özür dilemeli. Sadece CHP değil, onca kriminal raporu dikkate almayarak sadece askerî kaynakların yönlendirmesine boyun eğerek haber ve köşe yazanların bu millete özür borcu var. Kaçacak yer kalmadığında 'soruşturmanın gizliliği' deyip meslektaşlarını savcılara şikâyet eden bazı meslek erbabının da özür dilemesi gerekir. Zira hem gerçeğin en can alıcı kısmını yazmayarak malum plana örtülü bir destek verdiler hem de bunu yazan meslektaşlarını hedef göstermeyi elden bırakmadılar. 'Her şey imha edildi ancak bunu kurtarabildim.' diyerek hukukun üstünlüğüne vurgu yapan şerefli Türk subayı son anda tarihe yanlış bir not düşülmesine engel olmuş. Son anda 'bu konuda hata yapmışız' diyecek şerefli gazetecilere de ihtiyaç olduğu kesin...
Genelkurmay Başkanı şimdi ne yapacak?
Sebebini kimse bilmiyor; ancak bu belgenin ortaya çıktığı andan itibaren Genelkurmay Başkanımız Orgeneral İlker Başbuğ, bunun doğru olmadığına inanıyor ve bunu kamuoyuyla paylaşıyor. Bu bir yönetici için çok büyük bir risktir; hele bu yönetici 2 bin yıllık bir ordunun başındaysa... 'Ya doğruysa' deyip araştırması gerektiği halde; hatta hukuken bu konuda kendisine sorumluluklar düştüğü halde ta işin başında kestirip atması ya bilgilendirme hatası olduğunu ya da bu krizin Genelkurmay Başkanı tarafından yanlış yönetildiğini akla getiriyor. Üstelik Başbakan'ın bu konuya verdiği önemi bile bile bu yola girdi Başbuğ. AK Parti'nin sivil yargıya müracaat ederek inceleme başlatmasına rağmen tartışılan belgeye ısrarla 'Kâğıt parçası' diyerek tereddütsüz bir reddetme yolunu seçti.
Daha da kötüsü, devletin genetik kodlarını zorlayarak teamüle aykırı hareket etti Sayın Başbuğ. Nedir teamül? Bir devlet yetkilisi hakkında bir şüphe oluşursa o kişi hemen açığa alınır ve 'soruşturmanın selameti açısından' denerek kamuoyunun tepkisi göğüslenmiş olur. Bu, idari bir soruşturmadır; adli soruşturmanın seyri başkadır. Türkiye'nin bir ucunda bir okul müdürü hakkında bile ciddi bir iddia ortaya atılsa aynen böyle yapılır. Önce geçici olarak işten el çektirilir. Daha sonra bir müfettiş gönderilerek durum netliğe kavuşturulur. Bu arada da kamu vicdanının zedelenmemesi sağlanır. Genelkurmay Başkanlığı öyle yapmadı. Türkiye'yi ayağa kaldıran belgede imza sahibi olmakla suçlanan hatta önce tutuklanıp sonra şaibeli bir şekilde 'tutuksuz yargılanması'na karar verilen Albay'ın işine devam etmesini sağladı. Yani açığa bile almadı. Aslında benzer olaylarda da Genelkurmay böyle yapıyor. Ama yanlış. Çünkü hakkında ağır ithamlar bulunan kişilere sivil hayatta nasıl bir hukuki süreç uygulanıyorsa asker kişilere de aynı sürecin işletilmesi gerekir. Aksi takdirde zanlıların korunup kollandığına dair çok ciddi endişeler ve şüpheler oluşur. Cumartesi günü TSK tarafından yapılan açıklama da bu endişe ve şüpheleri artırıyor.
Şimdi belgenin gerçeği elde olduğuna göre Başbuğ'un ne yapacağı önemli. Bu ülke bir muz cumhuriyeti olmadığına göre Genelkurmay Başkanı'nın hukuki sürece riayet etmesi şart. Aslında belgenin aslı ortaya çıktığına göre Başbuğ'un bu belgede başka yetkililerin de adının geçip geçmediğini söylemesi gerekiyor. Çünkü fotokopisi tartışılırken ısrarla şöyle diyordu bazı uzmanlar: 'Bu iş sadece bir albayın tek başına yapabileceği bir şey değil.' Manzaranın tamamı karşımıza çıktığında Başbuğ'un durumu da net anlaşılacaktır.
ZAMAN