Kurt Kuzuyu Yemeye Niyetlenmiş, Ne Yapsan Nafile
Meşhur kıssadır. Kurt iyice acıkmış olup, dere kenarında su içen körpe bir kuzuyu görünce sevinçten deliye döner ve onu yemek için bahane olsun diye bağırır, Hey kuzu niye suyumu bulandırıyorsun? Kuzu kurdun niyetinden gafil, masum masum cevap verir, ben size göre derenin alt tarafındayım, nasıl sizin suyunuzu bulandırabilirim ki? Kurt bozulur ama bozuntuya vermeden ve sesinin tonunu sertleştirerek, evet öyle ama geçen yıl senin baban benim suyumu bulandırmıştı der ve kuzuyu yer.
Kıssalar gerçekten çok öğretici, her biri koca bir kitap kıymetinde aslında. Hatırlar mısınız bir zamanlar Türkiye IŞİD’e destek veriyor diye Türkiye’yi yemeye çalışıyorlardı. Şimdi Türkiye IŞİD ile fiilen savaşmaya başlayınca, bu kez de sen geçmişte desteklemiştin diye yemeye çalışıyorlar. Kurt kuzu kıssasından farkı var mı durumun?
Hoca Ve Eşeği İle Oğlunun Hikayesi
Kıssalarla başladık, kıssalarla devam edelim. Hoca ile oğlu eşeğe binmiş tarlaya gidiyorlarmış, yolda onları gören bir tanıdık, yahu hoca, yazık değil mi eşeğe, ikinizi nasıl taşısın demiş. Bunun üzerine hoca oğlunu indirip yola devam etmiş ama rast gelen başka bir tanıdık; yahu hoca, hiç olur mu böyle bir şey, sen koca bir alim, bu bacak kadar çocuk yürütülür mü hiç demiş. Hoca oğlunu bindirip, kendisi takılmış eşeğin peşine ama nafile, onlara rastlayan başka bir tanıdık da; yahu hoca, sen koca bir alimsin, çocuk eşekte sen yaya, olur mu böyle ya!
Hoca bu kez de oğlunu da indirmiş ve ikisi de takılmış eşeğin peşine, başlamışlar yürümeye ama, elde akıl kıtlığımı var, akıl vermesi bedava nasıl olsa. Onları gören başka bir tanıdık yahu hoca, hiç olur mu böyle bir şey, eşeğin görevi ne ki, niye binmiyorsunuz ona deyince; hoca kendi geçmiş öne, oğlunu geçirmiş arkaya, yüklenmişler sırtlarına eşeği, düşmüşler yola, bir yanda da söyleniyormuş kendi kendine, el aklına gidersen sonun böyle olur.
Bize Ya Kırk Satır Yada Kırk Katır Diyorlar
Kırk satır mı kırk katır mı kıssasını anlatarak yazıyı uzatmayayım, gogıl amcaya sorun, anlatır nasıl olsa. Bir yanda kuzuyu yemeye niyetlenmiş kurtlar, bir yanda bedava akıl veren akılsızlar, bir yanda ya kırk katır ya da kırk satır diyen sözde dostlar. Türkiye’nin son dönemdeki iç ve dış politikasını ve bu politikaya tepkileri kıssalar sade bir şekilde anlatıyor bence.
Baba Oğul Esed Demokrat, Erdoğan Diktatör Öylemi?
Bazıları iktidarının ilk yıllarında gayet memnun görünüyorlardı Erdoğan’dan. Ne zaman ki Erdoğan onların yörüngesinden çıktı, batı ile içimizdeki batı aşığı ve uşağı mankurtlar hep bir ağızdan bağırmaya başladılar ve kesintisiz olarak hala bağırmaya devam ediyorlar, Erdoğan diktatör, aşağı diktatör, yukarı diktatör.
Sevsinler sizin aklınızı. Biz aptal siz akıllı, biz maraba siz ağa, biz köylü siz şehirli, biz köle siz efendi, biz göbeğini kaşıyan adam, siz entelektüel seçkinler, biz dağdaki çoban, siz gökdelenlerdeki patronlarsınız ya, yeriz tabi her söylediğinizi.
Hadi size bir avans verelim, Erdoğan’ın diktatörlüğü tartışılabilir belki ama (farzı muhal tabi), Baba - Oğul Esed’in diktatörlüğünü tartışmak akla ziyan bir tutumdur. Ve sizler bunu kabul etmek bir yana, gündeme bile almıyor, tartışmaya bile yanaşmıyor, peşinen bunları demokrat, Erdoğan’ı diktatör diyorsunuz. Demekle kalmıyor, bizlerin de tartışmasız kabul etmesini buyuruyorsunuz, pes doğrusu.
Zaten ne beklenir ki ömür boyu Küba’ya diktatörlük yapıp, motor çekmeyince tahtını kardeşine bırakan Fidel’ciğin demokratlığına toz kondurmayan, hatta en bi demokrat diye öve öve bir yerlere sığdıramayan bizim kemasolcularımızdan.
Kaybedeceğimizi Kaybettik Zaten
Bizden sandığımız birileri de kaybedeceğiz, yıkılacağız, yanacağız diyerek basıyor yaygarayı. İçe kapanmalıymışız, büyük devletlerin işine karışmamalıyız, ne emrediyorlarsa onları yapmalıymışız, yoksa herşeyimizi kaybedermişiz.
Yahu kaybetmediğimiz neyimiz kaldı ki 100 yıldır, daha neyimizi kaybedeceğiz? Dinimizi, vatanımızı, namusumuzu, ahlakımızı, paramızı her şeyimizi kaybetmedik mi zaten bu batı uşağı Kemalistlerin kendi halkına izzetli, batıya karşı zilletli politikaları yüzünden?
Erdoğan’ın son yıllardaki politikaları ile kazanmadık mı ne kazandıysak? Bundan sonra ne kaybedebiliriz ki, en fazla girdiğimiz ekonomik kazanımlarımız azalır, daha kötüsü batı hegemonyasının jandarması Kemalizmin boyunduruğundan bağımsızlaşma ve İslamlaşma sürecini. İyi de zaten bunları kaybetmiş durumda değil miydik, en kötüsü eski düzen devam eder.
Türkiye Doğru Yolda
15 Temmuz sonrası iç ve dış politikadaki atılımların genel hatlarıyla (özellikle Kemalizmle hesaplaşmaktan kaçınılması hariç) doğru olduğu kanaatindeyim. Zorun oyunu bozduğunu ve bu oyunu zordan başka bir şeyle bozamayacağımızı anlamamız gerekiyor artık.
Ne kurtların mazeretleri, ne ahmak yada sahte dostların tavsiyeleri, ne art niyetli hakemlerin yargılamalarının hiçbir önemi yok. Artık kendi yolumuzu kendimizin çizmesi, kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi zamanı. En azından 100 yıllık tecrübe, bizlere başka bir çıkış yolumuzun olmadığını net olarak gösteriyor zaten.
Aslında doğru politika için çok fazla çaba sarf etmeye bile gerek yok aslında, batı ve içimizdeki uşakları ne derse tersini yapmak eşittir doğru politikadır çoğu zaman.
Direndikçe Diriliyoruz
Doğrusu direniş diriliştir sloganının bu denli tezahür ettiği bir süreç bilmiyorum. Önce van minutla başlayıp, 15 Temmuzda halk ve devlet bazında pik yapan iç ve dış şeytani mihraklara karşı başlatılan direniş süreci, halkı ve devleti gerçekten diriltiyor, kendine getiriyor, adeta yeniden hayat bulmasını sağlıyor.
Bu süreç hız kesmeden devam etmeli, direnişin dirilticiliği ile önce Türkiye, ardından Suriye ve Irak ve de bilahare ümmet coğrafyalarında hayat alanları açılmalıdır.
Algı Operasyonlarına Dikkat
Nazi Propoganda Bakanı Gobelz’in, yalanı söyleye söyleye insanlara gerçek diye yutturmak diye tarif edebileceğimiz algı operasyonları, bu coğrafyada 100 yıldır yaşanan kesintisiz bir süreçtir. İ.T. ile başlayıp Kemalistlerce tavan yaptırılan bu süreç, 100 yıldır yalanları gerçek, gerçekleri yalan diye kabul ederek, yalan rüzgarları arasında yalan bir hayat yaşamamıza sebep olmuştur.
Yalan rüzgarları halen bitmiş olmayıp, şu anda ciddi bir karşı ataktan, bu propagandaları etkisiz kılmak için doğruları gündeme getirme çabasından söz edebilir(dik) ki, son zamanda bu doğruları söylemesi gereken yandaş meydanında, Fetö ile mücadele edeyim derken, kaş yapayım derken göz çıkarmak sadedinde ve pragmatist çirkinliklerle yalan rüzgarlarına kapılmakla kalmayıp, zaman zaman Kemalistlerin yelkenlerini şişirdiğini müşahede etmekteyiz maalesef. Bizden zannettiğimiz birilerinin son günlerde Kemalizmi yeniden keşfetmesi! bizlere Kemalistlerin en çirkin saldırılarından daha fazla acı, üzüntü ve kaygı veriyor.
Siz Kobani’yi Vurmazsınız, Kobani İstanbul’da Sizi Vurur
Artık savunma kalma, yurtta sulh cihanda sulh dönemi bitmeli, yurtta ve cihanda hak ve adalet için saldırı dönemi başlamalıdır. Yeni savunma konsepti, en iyi savunma saldırıdır ilkesinden hareketle, savunma değil saldırı esaslı olmalıdır. Dış kaynaklı ve destekli iç tehditler içeride ve savunma esasına göre karşılanmak yerine, bizatihi dış kaynağına yok edici saldırı esaslı olarak yürütülmelidir.
Daha öncede ifade ettik. Beladan ne kadar kaçarsanız, bela o kadar üzerinize gelir. Zayiat vermeyeyim diye beladan uzak durursanız, bela gelir ve sizin üzerine gittiğinizde vereceğiniz zayiattan çok daha fazla zayiat verdirir.
Siz PYD koridorunu vurmazsanız, PYD sizi İstanbul’un göbeğinde vurur. Sadece Cerablus El Bab hattının ele geçirilmesi yetmez, hemen harekete geçilip Suriye sınırındaki tüm PYD koridoru ele geçirilip, buraları güvenlik koridoru ve güvenli bölge olmalıdır.
Yeni Savunma Konsepti
Türkiye’de 90 yıllık Kemalist savunma konsepti dışa karşı değil, içe karşı, yani batı adına hegemonya kurdukları yerli halka karşı bu hegemonyayı savunmak için kurgulandı ve bu konsept 15 Temmuzda tam anlamıyla iflas etti.
Hala eski konsepte göre dizayn edilen savunma ve güvenlik yapılanmasıyla hareket edilmesi mantıksız ve zararlıdır. Savunma ve güvenlik paradigmaları kökten değişmeli, yeniden yapılandırılmalıdır. Bu anlamda öncelikle savunma bakanlığının adı değiştirilerek, savaş bakanlığı olmalı, ayrıca iç güvenlik bakanlığı kurulmalıdır.
Ordu Savaşmak İçin Var!
Ordun varsa savaşmalı. Savaşmayan ordu hantallaşır ve kendi devleti ve halkıyla savaşmaya yönelir. Osmanlı da ve günümüzde realite hep böyle olmuştur. Öncelikle bu kadar büyük bir orduya gerek olmayıp, zorunlu askerlik kaldırılmadır. Maaş karşılığı yada maaşsız gönüllü askerlik ihdas edilip, askerler ağırlıklı olarak sınır boylarında bulunmalı ve belli bir süre askerlik yapanlar direk memurluğa alınmalıdırlar.
Ordu da bu kadar rütbeliye gerek yok. İyice azaltılmalı, yüksek rütbeliler salon ve masalarda değil, devamlı sınır boylarında ve sıcak çatışma alanlarında bulundurulmalıdırlar. Buralara gitmeyenlere bir üst rütbe verilmemeli ve alt rütbelerde emekli edilmelidirler.
Teğmenlikten başlayıp odalarda ve salonlarda askerlik yaparak otomatik rütbe alma uygulamasına son verilmelidir. İstisnasız her asker göreve er rütbesi ile başlamalı, otomatik rütbe verilmemeli, ancak ehil ve sadık olanlar rütbe almalı ve her asker en yüksek rütbeye kadar yükselme imkanına sahip olmalıdır.
Paralel Ordu Kurulmalı
İç ve dış savunmada çeşitliliğe gidilerek, yerel profesyoneller ve gönüllü milisler oluşturulmalıdır. İstanbul’dan giden bir genç güneydoğuda ne yapabilir. Oysa güneydoğuda yıllardır çarpışan korucular var. Korucuların kadroya alınması doğru bir karar ama yeterli değil. Tahsilli, ehil ve sadık olanlara rütbe verilerek, bir korucu milis gücü oluşturulmalı ve PKK’ya karşı ağırlıklı olarak bu milisler kullanılmalıdır.
Sıcak riskin olmadığı sınırlarda asker az bulundurulup, tüm Türkiye’de yerel bazda gönüllü milis ve ihtiyat birlikleri oluşturmalı ve bunlar alarm durumunda harekete geçmelidirler. Bu birlikler aynı zamanda olası bir iç yada dış işgal yada darbe teşebbüsünde, halkımızın 15 Temmuz gecesi yaptığı gibi kendiliğinden harekete geçerek karşı koymalıdırlar. Bu birlikler gerektiğinde dış operasyonlarda da kullanılabilir.
Milis Güçler Oluşturulmalı
Son Cerablus hareketinde olduğu gibi sınır dışı operasyonlarda ümmet yanlısı yerel güçlerle beraber hareket edilmesi çok doğru bir karar. Kanaatimce bu operasyonlarda, Türkiye içinden de gönüllü milislerin katılımına imkan sağlanması faydalı olacaktır. Tıpkı İran’ın Irak ve Suriye’deki milis güçleri gibi.
Doğrusu şu anda Türkiye içinde başta Suriye ve Irak olmak üzere ümmetin tüm sorunlu coğrafyalarından gelmiş çok sayıda nitelikle insan gücü söz konusu. Bu potansiyel mutlaka değerlendirilmeli, yakın ve uzak gelecekte bu sorunlu bölgelere bir şekilde yapılması zaruri olacak olan açık ve gizli operasyonlar için şimdiden yetiştirilmeli, görev verilmeli ve hazır tutulmalıdırlar.
Doğrusu 30 civarında farklı etnik kökenden insanın bulunması Türkiye için çok büyük bir imkandır. Türkiye içinde bulunan bu etnik kökenlerden ümmetçi anlayışa sahip olan uygun kadrolarla oluşturulacak bu birlikler, o kavimlerin meskun olduğu komşu memleketlerde yapılacak açık ve gizli dış operasyonlarda görevlendirilerek, dil ve empati sorunu rahatlıkla aşılabilir. Her türlü milis birliklerinden ehil ve arzulu olanların ileride orduya katılım imkanı da mutlaka sağlanmalıdır.
Asıl İstiklal Ve İstikbal Savaşı 15 Temmuzda Başladı
1920’lerde gerçekten bir istiklal ve istikbal savaşı vermiştik. Lakin işgalcilerin yerli işbirlikçi ve taşeronları, kara sevdayla tutkun oldukları batıya yaranmak ve onların başlarını okşaması için bedavaya sattılar bu savaşımızı ve 90 yıl onlar adına kahyalık ve çobanlık yaptılar başımızda. Bizim için çok büyük potansiyel nimet olan etnik köken çeşitliliğimiz, şeytani ve kof bir Türkçülük sapması üzerine yok edilmeye çalışıldı 90 yıldır ve çok büyük bir külfet haline getirildi.
Ancak Anadolu’nun bağrındaki o istiklal ve istikbal ateşi küllerin altında bir köz de olarak kalsa da sönmedi asla ve son yıllarda üzerindeki küller üfürüldükçe yeniden korlanmaya başladı.
Bu açıdan 15 Temmuz adeta o köze dökülen bir benzim mesabesinde oldu ve o ateş yeniden yanmaya başladı. Kanaatimce 15 Temmuz akim bırakılan istiklal ve istikbal savaşımızın yeniden başladığı tarihtir aynı zamanda.
Bize düşende bu ateşin sadece Türkiye’nin resmi sınırları içinde kalarak içe kapanmasını önlemeye, öncelikle en yakınımızdan başlayarak Türkiye’nin gerçek sınırlarına ve bilahare tüm İslam coğrafyası lehine alevlenmesini ve ulaşabildiği tüm alanları etkisi altına almasını sağlamaya çalışmaktır.