Bir Garip Ölmüş Diyeler

SÜLEYMAN CERAN

1993 yılında yaşanan Sivas Olayları pek çok mağdur doğurdu. Otelin içinde boğularak yahut Arif Sağ ve korumaları tarafından vurularak öldürülen insanlar vardı. Şehrin değişik yerlerinde askerin rastgele açtığı ateş sonucu da hayatını kaybedenler oldu. Birinci derecede bu kişilerin aileleri derin bir üzüntüye gark oldular. Bu anlaşılabilir bir durumdur, katlanılması elbette zor olmalıdır. Allah sabır versin.

Diğer tarafta da olaydan günler sonra ihbarlarla, görüntülerle ve şikâyetlerle adeta “karpuz seçer” gibi seçilen yüzden fazla insan toplatıldı. İslami kimliği şehirde bilinenlerden bazıları, nedensiz olarak içeri alındı. Arananlar oldu. Dönemin siyasal yargısının meşhuriyeti göz önüne alındığında çoktan idam fermanlarının imzalandığını düşünen kimi kişiler çareyi yurt dışına çıkmakta buldular ve dünyanın değişik yerlerine dağıldılar.

Hakikaten de tutuklananları ve ailelerini oldukça zorlu bir süreç bekleyecekti. Hükümet devirme gücüne sahip medyanın linçine tabi olan tutsaklar çoktan idama mahkûm edilmiş, amel defterleri aşırılarak çoktan cehennemlik oldukları yazılmıştı. Medya dünya ve ahret biletlerini kestiği “gerici faşistlerin” üzerinde adeta tepindi durdu. Tutsakların ev ve iş yerleri, sosyal güvenceleri afişe edilmiş, daha sonradan geçekleşecek kimi saldırılara davetiye çıkarılmıştı. DHKP-C örgütü, Sivas mazlumlarının taşındığı cezaevi aracına bombalı saldırı düzenlemişti, unutuldu gitti. Kimse sesini çıkaramadı.

Kafkaslardan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Avrupa’ya kadar pek çok ülkeye savrulan Sivas mazlumlarını uzun yıllar sürecek, yokluklarla, zorluklarla, yalnızlıklarla dolu ama en çok da hapisten ağır hasret ve gurbet acısı bekleyecekti. Aralarından buna dayanamayıp teslim olanlar oldu. Pek çoğu takip edildi, fotoğraflandı, medyaya servis edildi hayatları. Teslim olmaya mecali kalmayan biri vardı: Cafer Erçakmak. Dönemin belediye meclis üyesi, kaynakçı Cafer Usta 54 yaşında çıktığı gurbetten, 72 yaşına dayandıktan sonra ölmek için memleketine döndü. 2011 yılının 7 Temmuz’unda çat kapı evine gelen Cafer Erçakmak’ı kızı bile tanıyamadı. Nasıl tanıyabilirdi ki? Ayrıldıkları zaman kızı henüz beş yaşında idi. Geldikten birkaç gün sonra da vefat etti adamcağız.

Ahmet Turan Alkan, şahsi tanışıklığı olduğu Cafer Erçakmak için 2 yıl evvel “Ah Abim” adlı bir yazı yazmıştı. Yazıda Alkan, 2 Temmuz günü gördüğü Erçakmak için şöyle diyordu:

“(Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu bir konuşma yapacak ve meclis üyesi Cafer Erçakmak da kablo taşıyor. S.C.) - Çocuklar şu fişi takacak bir priz gösterin acele; Başkan'ın konuşma yapmasını istiyor emniyetçiler, yardım edelim!

Bir ara göz göze geliyoruz; diyorum ki: "Cafer Abi, canım abim, ortalık tekin değil, ortalıkta çok görünmesen; bak biz biraz sonra evlerimize gideceğiz; sen de öyle yapsan; karışık işler oluyor buralarda..."

- He gardaş, diyor, şu konuşmayı yapsın da Temel Bey, ahali bekliyor!

Tekrar telâş ile merdivenlerden inip kayboluyor. Az sonra belediye otelinin köşesinde bir minibüsün üstünde görüyorum Temel Bey'i, "Yapmayın, etmeyin, ayıptır" diye konuşuyor, şahidim. "Yuuh in aşağı!" diye bağırıyor otel önündeki kalabalık; buna şahidim.”

O gün Aziz Nesin arkasında iken el kol hareketleri yaptığı görünen Cafer Erçakmak’ın kalabalığı sakinleştirmeye çalıştığını söylüyor şahitler, başkaları ise tam tersini. İşte bu arada çekilen fotoğraf nedeniyle kaçıyor Cafer Erçakmak. Tam 18 yıl boyunca saklı, yalnız ve hüzün içinde gün sayıyor.

Yurtdışında onu devlet besledi, korudu” diyenler var hani. Onların anlayacakları dilden bir örnek vermek isterim. Büyük şair Nazım Hikmet, siyasal yargıya güvenmediği ve ipinin çekildiğini bildiği için yurtdışına çıkmıştı. Rusya’daki adresi herkesin malumu idi. Şiirler yazıyor, konferanslara gidiyordu. Devlet, onu sadece Türkiye’de görmek istemiyordu, o kadar. Yakalanmasından daha fazla acı çektiği ortadaydı. Nazım, zaten memleketine hasret dolu geçirdiği yıllardan sonra sanki sembolik bir mesaj gibi çalan kapıya ilerlerken o eşikte hayatını kaybetti. Hasretler içerisinde öldü gitti. Cafer Erçakmak da fazladan o kapıyı açıp memleketinde ama memleketine hasret bir şekilde öldü.

Bugün medya, ölü tekmeliyor adeta. CHP’nin Sivas il başkanı işaret parmağıyla Erçakmak ailesinin oturduğu apartmanı gösteriyor yerel medyaya. Apartman adını fotoğraflayan gazeteciler içeri girip kapı girişindeki ayakkabıların dahi fotoğrafını çekiyor. Apartmanın Madımak Oteli’ne, Valiliğe, karakola mesafesi ölçülüyor. Kimse o evin, Osmanpaşa Camii’nin karşısında olduğunu, Kale Camii’ni gördüğünü, aşağıya inildiğinde Ulu Camii’ne ve Gök Medrese’ye varıldığını, caddenin hemen aşağısında Sivas’ın meşhur ailelerinden Sarıhatipzâdelerin mezarlarının olduğunu söylemiyor. O meşum işaret parmağı mezar tahtasını gösteriyor sonra. Ailesi korkudan Mehmet Dayı yazmış tahtanın bir yüzüne, diğerine “C.E.”. Sözün boğazda düğümlendiği bir kare. Ne acı bir servis. Ölü soyuculuğu bu düpedüz.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özarslan, Cafer Erçakmak için “Doğrusu, şu an mezarda kurtçuklara yem olan ceset, gerçekten Cafer Erçakmak’a mı ait, yoksa bu da bir oyun mu? ‘Öldü’ kaydıyla bir dosya kapatılmak mı isteniyor. Yine puslu bir ortam yaratılarak sorular yanıtsız mı bırakılıyor?” diyor. Bir derneğin genel başkanı “mezarda kurtçuklara yem olan ceset” diyerek dahi incitmeye ve kırmaya devam edebiliyor.

Adamcağıza “Dreyfus” diyenler, “Yezid” diye hakaret edenler, sözlüklerinin sanal kulesinde demlenip aşağılayanlar, kini depreşenler, sövenler! Bu da yetmezse, içiniz soğumazsa, hepiniz girin o mezara, dişleyin, parçalayın, dağlayın o et parçasını. Bir evladın babasının cenazesi yıkandıktan sonra, fotoğrafını ‘duyanlar inanmaz’ diye çekmesi ne kadar acıdır. Merak edenlerin içi rahat olsun. Vakit Gazetesi’nde naaşın fotoğrafının yayınlanmasına rağmen içi soğumayanlar için 15 Temmuz 2011 itibarı ile beş gün önce ölen Erçakmak’ın mezarı açıldı. Kıl, kan ve kemik örnekleri alındı, parmak izi tespiti yapıldı. Acılı oğul Ömer Ergin Erçakmak’a Pir Sultan Abdal Derneği Sivas Temsilcisi Hidayet Yıldırım eşlik etti. “Bir numaralı” sanığın soğuk bedenini herkes gördü. 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta düzenlenen tezgahta darağacına çekilen, haksızlıkla zindanlara doldurulan ve bu topraklardan uzaklaştırılan bir topluluğun üyelerinden ilki hüzünlü bir şekilde hayatını kaybetti.

Bir yağmur sonrası dijitalleşen Sivas’ın siluetini Yukarı Tekke’den izlemeden, İstasyon Caddesi’nden Kale Camii’ne, oradan aşağı PTT’den Paşa Camii’ne inip karşıdaki Taşhan’ın içinde bulunan aslanlı çeşmeden su içip Şıracı Hanı’na yollanamadan, göğsünü gere gere, gülümseyerek eşe dosta selam veremeden, Ulu Camii’nde -o derin sessizlikte ve gölgede- huşu ile bir vakit eda edemeyen Cafer Erçakmak, memleketine döndükten birkaç gün sonra can verdi ve öylece de defnedildi, bir garip olarak dar-ı bekaya yollandı. Tıpkı Yunus Emre’nin mısralarıyla anlatmaya çalıştığı gibi:

nice bu derd ile yanam
ecel ere bir gün ölem
meğer ki sinimde bulam
şöyle garip bencileyin

bir garip ölmüş diyeler
üç günden sonra duyalar
soğuk su ile yuyalar
şöyle garip bencileyin