"Vurun İslamcılara"

Hakan Albayrak

İslam diyarları bir bir işgale uğruyordu. Osmanlı dağılıyordu. Hilafet can çekişiyordu. Müslümanlar, uluslararası sistemin şamar oğlanına dönmüştü. Düzen fena halde bozulmuştu. Feci bir çöküş yaşayan İslam toplumu, öz güvenini ve özgünlüğünü kaybediyordu. Siyasi, içtimai ve iktisadi hayat hızla Frenk tesiri altına giriyordu…

İstanbul’da, Kahire’de, Cezayir’de kimi alimler ve münevverler, bu gidişi durdurmak, İslam aleminin vahdetini ve kuvvetini yeniden üretmek, Müslümanların özgünlüğünü ihya etmek, İslam toplumuna düşen Frenk gölgesini kaldırmak için fikir ve aksiyon planında soylu bir mücadeleye giriştiler.

Nesilden nesile geçen bu ıslah ve ihya hareketinin mensupları İslamcı diye anıldı, anılıyor.

İslamcı diye anılmasalar olmaz mıydı? İlle de gerekiyor mu böyle bir tanım? Tabii ki tartışılabilir ve öteden beri tartışılıyor zaten. Şimdi konumuz o tartışma değil. Konumuz, bazı AK Partili ve sözüm ona “Reisçi” çevrelerin gittikçe artan bir diş gıcırtısıyla sergiledikleri “İslamcı” düşmanlığı.

İslamcılık başımızın belasıymış, bu arkadaşlara göre. Yerli değilmiş, gayri milli imiş zira. İhvan-ı Müslimin’e takılanlar, Hasan El-Benna’nın Risaleler’inden etkilenenler Türkiye Müslümanlığını ifsat etmişler. Yerlilik, millilik İslamcılar yüzünden irtifa kaybetmiş. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti, İslamcılık’tan fellik fellik kaçmalıymış. Yerli ve milli siyasetin yükselişi ancak İslamcı çelmeden kurtulmakla mümkün olabilirmiş. Falan filan.

***

Türkiye siyasetinde İslamcılık dendi mi aklımıza herkesten evvel Necmeddin Erbakan gelir.

Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’ni kurarak başlattığı hareket, 1970’li yılların başlarından 2000’li yılların başlarına kadar ‘ana akım İslamcılığı’ teşkil etti. O dönemde diğer “İslamcı” hareketler, hepsi birden, bu hareketin yanında devede kulak gibi kalır. (Sonrası AK Parti ve “Reisçilik”) Öyleyse “İslamcılık” ile derdi olanlar daha ziyade Erbakan’ın mirasından şikâyet ediyorlar.

İhvan-ı Müslimin tesirini yerliliğe ve milliliğe saplanan bir hançer gibi gördüklerine göre, onların nazarında Erbakan’dan kötüsü olamaz zaten. Erbakan, tıpkı Lübnanlı yahut Tunuslu refikleri gibi, İhvan-ı Müslimin’den etkilenmişti ve taraftarlarının da etkilenmesi için gayret gösteriyordu; Hasan El Benna’nın Risaleler’ini ve Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’ini okutuyordu onlara. Recep Tayyip Erdoğan da o rahle-i tedristen geçerek geldi buralara.

Ne yani; yerli değil miydi Erbakan’ın hareketi? Gayri milli miydi? Yalan mıydı “Milli Görüş”lülüğü? “Ayasofya”, “Yerli sanayi”, “Kendi tankımız, savaş uçağımız”, “Yeniden Büyük Türkiye” diyen bir hareketten bahsediyoruz, hey! Aynı zamanda “İslam Birliği”, “İslam NATO”su diyen bir hareketten… O kısmı mı batıyor arkadaşlara? Kemalist paradigmaya hapsedilmeye çalışılan yerliliğin ve milliliğin İslamcılık sayesinde zincirlerini kırıp Türkiye’yi yeni ufuklara taşımasından mı muzdaripler?

Filistin, Bosna, Suriye dedikleri kadar Türkiye demiyormuş İslamcılar… Laf ola beri gele. Yahu, adam zaten Türkiye’den konuşuyor, Türkiye için konuşuyor, kendisi zaten Türkiye!

“Filistin’in kurtuluşu için devletin şöyle şöyle yapması lazım, Suriye’de de şu şu adımların atılması lazım, Somali’de de şuna şuna dikkat etmek lazım” deyip duran bir adam, Türkiye’nin kıymetini insanlık ve İslamlık namına artırmaya çalışan bir adamdır. “Oralarla o kadar ilgilenmemek lazım, Türkiye de Türkiye!” diyen bir adamın Türkiye tasavvuru ise 18’inci yüzyıldaki bir Leh milliyetçisinin Lehistan tasavvurundan öteye geçemez; “Yurdumuzda hür ve mesut yaşayalım”, o kadar.

Selçuklu’yu, Osmanlı’yı ve Yeni Türkiye’yi anlamlı, ehemmiyetli, kıymetli, istisnai kılan temel hususiyet, kendini aşarak bütün Ümmet-i Muhammed’in dertleriyle dertlenmesi ve mümkün mertebe dünya mazlumlarının imdadına koşmaya çalışmasıdır. Türkiye’yi korumaktan başka derdimiz olmasaydı bile Filistin, Bosna, Suriye, Ümmet, İslam Birliği demeye mecburduk. Miladi 12’nci asırda Anadolu’dan binlerce Türk ve Kürt, Bilad-ı Şam topraklarındaki Haçlı istilasını sona erdirmek ve Kudüs’ü kurtarmak için Arap kardeşlerinin yanında sefere koşarken, ‘Hepimiz aynı gemideyiz’ şuuruyla hareket ediyordu. Bu şuurdan yoksun bir “yerlilik” de “millilik” de olmaz olsun! Nureddin Zengi’ler “Kudüs, Kudüs” deyip durmasalardı, Anadolu mu kalırdı?

Burası Lehistan yahut İrlanda değil; daracık bir alanda istiklâl türküleri söylemekle yetinemeyiz, Fransız İhtilali’nin vatan-millet anlayışına teslim olamayız, aynada kendi suretimize hayran hayran bakmayı marifet belleyemeyiz, ülkemizin güzelliğiyle övünmekle kalamayız biz. Evimizi, toprağımızı, köyümüzü, şehrimizi, ülkemizi sevmemiz, onlara saplanıp kalmamızı gerektirmez.

Israrla Filistin, Suriye, Balkanlar, Afrika denilip durulmasından rahatsız olup “İslamcılara” saldıranlar, “Hatt-ı tabiiye rücu edelim, haddimizi bilelim” diyen Mustafa Kemal’den farklı bir şey söylemiyorlar.  

***

Hamiş: “İslamcılık” olmasaydı, Süleyman Demirel gibi adamların etrafında ‘Bize de bir şey düşer mi acep?’ diye dolanan zavallılar olarak kalır, “merkez sağ”ın kifayetsizliğinde debelenip dururduk. Türkiye’yi yeniden İslam dünyasının umudu haline getirmek şöyle dursun, Kürt’e Kürt demeyi bile beceremezdik daha…

KARAR