Velev ki Yolsuzluk İddiaları Doğru Olsun!

MUSTAFA SİEL

Derin cemaatin 17 Aralık’ta başlattığı darbe girişiminde kullandığı temel argüman yolsuzluk. Yatıyorlar kalkıyorlar, yolsuzluk da yolsuzluk. Gün geçmiyor ki bu konuda yeni bir kaset piyasaya sürmesinler.

İrtica Artık Prim Yapmıyor, Yolsuzluk Verelim!

Bu konuyla alakalı olarak en son Erdoğan ile oğlu arasında geçtiği ileri sürülen bir telefon konuşması kaydını servis ettiler medyaya. Bu telefon kaydının birleştirme, dublaj gibi çeşitli metotlarla oluşturulan bir senaryo olduğu ortaya çıktı çıkmasına ama, onlar yolsuzluk da yolsuzluk demekten vazgeçmediler ve vazgeçmeyecekler gibi görünüyor, hedeflerine ulaşana yada nefesleri kesilene değin.

Derin Cemaat darbeyi niye yolsuzluk iddiaları üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor? Bunun çeşitli nedenleri var. Öncelikle, yaklaşık 104 yıl önce Abdülhamit'in tahtan indirildiği 31 Mart İttihat Terakki darbesinden beri istisnasız tüm darbelerin bahanesi olan irtica, artık prim yapmak bir yana, irtica ile suçlanan tarafa kazandırıyor genelde. Bu nedenle irtica bahaneli darbeler döneminin Türkiye açısından kapandığını söyleyebiliriz.

Kaldı ki, irtica bahanesi hala kullanışlı olsaydı bile, Derin cemaat dini bir camiayı yönlendirdiği için, irtica odaklı bir darbe denemesinde bulunması mümkün olmadığı gibi; böyle bir şeye yeltense idi, önce kendi tabanını kaybeder, yani ayağına sıkmış olurdu.

Gerçi irticanın küresel yeni versiyonu olan El Kaide kozunu da kullanmaya çalışıyorsa da, bu koz içteki zinde güçlere değil, dıştaki zinde güçlere koz sağlamak amaçlı sadece. Çünkü, El Kaide öcüsünün bir darbe argümanı olarak kullanılmasının, devlet kurumları yada halk nezdinde en ufak bir karşılığı yok.

Derin cemaat çok verimli alanlarda çaba gösterip, içeriye karşı yolsuzluk; dışarıya karşı El Kaide ve batı karşıtı başka örgütleri kullanarak, darbeyi içten ve dıştan çökertme biçiminde, çift kutuplu olarak yapmaya uğraşıyor anladığım kadarıyla.

Fuhuş – Muta Kasetleri Nerede Kaldı?

Burada üzerinde durulması gereken bir husus var bence. AK Partiyi devirmek için kullanılabilecek en iyi araç, AK Parti önde gelenlerinin fuhuş kasetleri olurdu. Eğer böyle bir kaset çekilebilse idi, Erdoğan’ın muhtemelen 24 saat ömrü olur, değil hükümet, AK Parti tarihten silinmiş olurdu.

Bu durumu Derin Cemaat benden daha iyi bildiğine ve Erdoğan’ı devirmek için yapmayacakları şeytanlık olmayacağı ortada olduğuna göre, bu durumda Erdoğan’ın yada Erdoğan’ın devrilmesine sebep olacak seviyede bir AK Parti önde geleninin kasetinin olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Cemaat evlerinde Erdoğan ve Davutoğlu’nun İran’da muta yaptırılarak baskı altına alındığı ve İran lehine çalıştıkları iftirasının hararetle empoze edildiğine dair iddialar yeni değil. Yolsuzluk ve El Kaide argümanlarının Erdoğan’ı devirmeye yetmeyeceğini gören Derin Cemaatin, son zamanlarda Muta mevzusunu yoğun olarak gündeme getirerek, dolaylı olarak AK Parti önde gelenlerinden bazılarının Muta yaptığını ima etmek suretiyle Erdoğan ve AK Parti’nin imajını kirletme çabası söz konusu gibi.

Yada AK Parti önde gelenlerinden olan yada AK Partiye yakın İslamcı camiadan bazıları hakkında buna dair kasetler olduğuna dair, aba altından sopa göstermeye matuf bir çaba da olabilir. Bekleyelim, abanın altında ne olduğunu yakında anlarız nasıl olsa.

AK Parti Pak Parti mi?

Fuhuş ve El Kaide iddialarının mesnetsizliği ve AK Partiyi yıkmaya yetecek derecede bu alanlarda argüman bulunmadığı gerçeği ortada. Geride tek argüman olarak yolsuzluk bahanesi kalıyor ki, seçimlere kadar bu sakızın çiğnenmeye devam edeceği açık.

Peki AK Parti’nin yolsuzluk hususundaki karnesi nasıl? Benim görebildiğim kadarıyla AK Parti, özellikle İl ve İlçe teşkilatları bazında pak bir parti değil. Hatta teşkilat bazında Özal’ın ANAP’ından çok farklı da değil.

Lakin yukarı çıktıkça, özellikle Erdoğan’ın yakın çevresi ve hükümet mensupları bazında durumun daha iyi olduğunu söylemek mümkünse de, gerek daha önce yolsuzluk nedeniyle sessiz sedasız ayıklananlar ve gerekse 17 Aralık operasyonu esnasında ortaya saçılanlar, bu seviyede de bir miktar kirlilik ve sıkıntı olduğunu ortaya koyuyor.

Yolsuzluk AK Parti İle mi Başladı?

Türkiye’de yolsuzluk sarmalı, Osmanlıyı batıran ve TC.’yi kuran İttihat ve Terakkicilerin hediyesidir büyük oranda. Bu gün tüm muhafazakarları ve Erdoğan’ı yolsuzlukla suçlayan Kemalistlerin bu gerçeği görmezden gelmelerive bugünkü Kemalist kadroyu pür ü pak göstermeye çalışmaları karşısında, tebessüm etmekten başka yapacak bir şey yok.

Bu şekilde başlayan yolsuzluk sarmalı, bilahare Menderes’le sisteme entegre olmuş muhafazakarları da bozmuş, onlar da yolsuzluk sarmalına girmişlerdir süreç içinde. Bu sarmal özellikle Özal’ın ANAP’ını adeta boğmuş ve yıkılışında en önemli etken olmuştur.

Aynı yolsuzluk iddiaları, siyasi sisteme Erbakan önderliğindeki Milli Görüş hareketi için de, bilhassa 1994 sonrasında önce belediyeler, sonrasında ise Refah Partisi Yöneticileri ve bizzat Erbakan hakkında yargı ve medya vasıtasıyla yamanmaya çalışılmışsa da, iddia edilen çapta bir yolsuzluğun olmadığı açıktır.

Erdoğan’ın başlattığı AK Parti hareketinin merkez kadrosu Milli Görüş ağırlıklı iken, yereldeki kadroları muhafazakar–ANAP ağırlıklıdır. Bu nedenle, merkezde yolsuzlukların daha az, yerelde daha fazla olması daha akla yatkındır.

Derin Cemaatin Yolsuzluk İddiaları Doğru mu?

Derin cemaatin gerek yargı aracılığıyla ve gerekse medya kanalıyla gündeme getirdiği yolsuzluk iddialarının, en azından iddia edildiği çap ve boyutta olmadığı çok açık. 17 Aralıkta bazı bakan çocukları ile İranlı bir işadamı hakkındaki yolsuzluk iddialarının doğru olup olmadığı henüz netleşmiş değil. Lakin şu husus çok açık. Erdoğan’ın bu tür şaibeli kişileri kesinlikle yanına yaklaştırmamalı idi.

Erdoğan ve ailesi ile Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir ve Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan hakkındaki yolsuzluk iddialarının, en azından kişisel yolsuzluk olmadığı ortada. Bu şahıslara atfedilenler, belki hizmet amaçlı kayıt dışı işlemler yada devlet operasyonu olabilir.  Derin cemaat bu tür kayıt dışı himmetler yapınca hizmet oluyorsa, Erdoğan yapınca niye suç olsun ki?

Yolsuzluk meyanında Erdoğan ve ekibine atfedilen suçlar, en kuvvetli bazda henüz ispatlanmamış birer iddia iken, Derin Cemaatin yaptığı dinleme, kumpas, kaset, şantaj, iftira vs.'ler konusunda en ufak bir tereddüdümüz kalmamıştır. Yani AK Parti ile ilgili yolsuzluk iddiaları ancak tarafsız yargısal süreçler neticesi vuzuha kavuşturulacak birer şayia iken, Derin Cemaatin cürümleri tescillenmiş vakıalardır.

Eğer Erdoğan Ve Ekibi Yolsuzluğa Bulaşmış Olsaydı…

Eğer durum tam aksi olsa idi, yani Erdoğan ve ailesi yolsuzluğa bulaşmış olsa idi ne olurdu, ne yapılması, nasıl bir tutum alınması gerekirdi? Bu soruyu cevaplamadan önce gelinen durum ile ilgili genel bir durum değerlendirmesi yapmak gerekmektedir kanaatimce.

Öncelikle, Erdoğan’ın arkasında iç yada dış, hiçbir güç odağının olmadığı net olarak ortaya çıkmıştır bu gün. Yine Erdoğan’ın bir örgütü yada cemaati olmadığı gibi, arkasında halk desteğinden başka bir şey olmadığı ve halk desteği kesildiği anda Erdoğan’ın da biteceği açık.

Erdoğan bittikten sonra Erdoğanizm yada AK Partizm gibi bir yapının bulunmadığı, Erdoğan’ın bitmesiyle devlet üzerindeki bütün yetki ve etkilerinin gideceği de, yani bir Erdoğan yada AK Parti vesayetinin oluşamayacağı da çok açık.

Yine, Erdoğan’ın çap ve imkanları nispetinde, hem Türkiye halkını, hem de tüm İslam Ümmetini kollamaya çalıştığı da açık.

Peki Derin Cemaat?

Burada Derin Cemaatin açık cürümleri olan yolsuzluk, iftira, şantaj, batıya hizmeti gibi hususlar üzerinde durmayacağım. Sadece şu hususları netleştirmeye çalışacağım. Derin Cemaatin, sadece devlete ve Erdoğan’a rağmen değil, halka rağmen vesayet sistemi oluşturmaya, yani halka rağmen derin iktidar olmaya çalıştığı; halk istemese bile, becerebilirse bu iktidarı ele geçireceği gibi, halka rağmen bu vesayete dayalı derin iktidarı devam ettirmeye çalışacağı da çok açık.

Derin Cemaatin arkasında şu anda bağlantıların niteliğine vakıf olmasak da, iç ve dış güç odaklarının bulunduğu açık. Derin cemaatin dayandığı halk bazındaki cemaat gücü haricinde, bir çete – örgüt ağına sahip olduğu; Gülen öldüğünde bile cemaatin ve örgütün devam edeceği, hatta kontrolden tamamen çıkıp iç ve güç odaklarının yönlendirmesiyle daha dehşetli icraatlarla yoluna devam edeceği de açık.

Hâlihazırda şahit olduğumuz korkunç cürümleri gerçekleştiren bu derin cemaatin, bir de vesayeti ele geçirip derin iktidara oturursa neler yapacağı da açık kanaatimce.

Yine Derin Cemaatin Türkiye halkı ve tüm İslam alemini, Ümmeti değil, batılı efendilerinin çıkarlarını kollamaya çalıştığı da çok açık.

Mecelle’nin 29. Kaidesi; Ehven-i Şerreyn İhtiyar Olunur

Eğer Erdoğan yolsuzluk yapıp halkın parasını yemişse, bu çok çirkin ve acı bir durum olup, er geç mutlaka açığa çıkar. Bu durumda kötülüğü kendisine, dolaylı da olsa temsil ettiği İslam’a ve İslamcı kimliğe vurmuş ve kısmen halka maddi zarar vermiş olur ve yıkılır gider.

Ama Derin Cemaat derin iktidar olur ve vesayeti ele alırsa, alimallah hapı yuttuğumuzun resmidir. Halka, devlete, ümmete, İslam’a ve İslamcılara maddi ve manevi her türlü zararı vermiş, mahvetmiş olur.

Üstelik bu zarar geçici değil, çok uzun süreli olur. Baksanıza Suriye’de Baas görüntülü Nusayri Esed vesayetinin yaptıklarına. 50 yıldır bitirilemeyen vesayet, tarifsiz acılara ve on binlerce mazlumun canına mal oldu da hala gitmiyor.

Gerek rejimle olan ilişkileri ve gerekse yolsuzluk iddiaları nedenleriyle, hem AK Parti hem de Derin Cemaatin durumlarını şer olarak görsek bile,  yazıda açıkladığımız gerekçelerde izah ettiğimiz üzere, AK Partinin Derin Cemaate göre ehvenin ehveninin ehveni bir şer olduğu çok açık bence. Mecelle kaidesi gereğince iki şer arasında tercih yapılmak durumda – zorunda kalınınca ehveni şerreyn (iki kötüden daha hafif - az zararlı olan) tercih edilmesi gayet tabi ve mantıki olan seçenekken, mevcut durumda gereken şey açık değil mi?

Eğer birileri samimi olarak, böyle bir tercih zorunluluğumuz yok, hangisi olursa olsun İslam ve Müslümanlar açısından fark etmez diyebiliyorsa, onlara diyebilecek bir sözüm yok. Birileri de, Müslümanlara rahatlık ve geniş imkanlar iyi gelmiyor, bozuyor onları, bu nedenle darlık ve sıkıntı gerek diyorsa, Orta Afrika Cumhuriyeti yada Suriye’de bir müddet yaşayıp ondan sonra bu sözünü tekrarlamasını tavsiye ederim onlara da.

Rumların Yenilgisine Müslümanlar Niçin Üzülmüştü?

30. Rum Suresi 1’den 6’ya kadar olan ayetlerden, Müslümanların İran ile Rumların savaşında Rumların tarafını tuttuklarını ve yenilgilerine üzüldüklerini anlıyoruz. Oysa her iki taraf da şirk içinde, her iki taraf da şer. Nitekim daha sonra Medine İslam Devleti açısından Rumlar daha tehlikeli - şer bir hal almışlar ve bu surenin inmesinden yaklaşık 15 yıl sonra Mute’de Rum-Bizans ve İslam orduları savaşmışlardır. İran ordusuyla daha sonraları savaşılmıştır.

Lakin Rum Suresinin indiği konjoktürde, İranlıların Arabistanı işgal etmesi ve Müslümanları yok etmesi gibi, Rumların o günlerde peşinde olmadığı bir hedefleri olduğu için; Müslümanlar tarafından gayet tabii olarak, iki şerden daha hafif olan Rumların galibiyeti arzulanıyor ve bu arzu Yüce Allah tarafından meşru görülüyorsa, bizim de mevcut durumda kimin galibiyetini arzulayacağımız açıktır.