Mehmet Akif Ersoy'un vefatının 86'ncı yılı dolayısıyla Şuayb Mekeç'in Haksöz Dergisi Aralık 1992 saysında yayınlanan yazısını yayınlıyoruz:
"Ey Allah'ın dinine iman ederler! icabet ediniz: Allah'a, Allah'ın davetine, Allah'ın Rasulüne, o muhterem Rasulün davetine, evet onların sizin için sırf hayat olan davetine, Allah'ın, Rasulünün sizin hakkınızda sırf hayat olacak bir çok emri var. Onları ifa ederseniz gerek bugünkü fani hayatınızda, gerek yarınki ebedi hayatınızda mesut olur, rahatla, saadetle yaşarsınız. Sonra bilmiş olunuz ki, Cenab-ı Hak, insanın kalbi ile kendi arasına girer, yani mahlukunun bütün sırlarına muttali olur. Şunu da biliniz ki yine döneceğiniz yer Allahu Zül-Celal'dir. O musibetten, o fitneden, o felaketten sakınınız. O bela, o felaket hiç bir zaman içinizden yalnız suçlu olanlara gelmez, belki umumunuzu birden istila eder. Bir de gözlerinizi açınız, iyi biliniz ki Allah 'in azabı şiddetlidir, dehşet vericidir." (8/Enfal, 24-25) 1
Ayetler, Akif tarafından açıklamalı meal şeklinde sunulmuştur. Bayezid Kürsüsü'nden yaptığı vaazına bu ayetlerle başlayan Akif, müslümanların o dönem içinde bulundukları içler acısı duruma -şimdi de farklı duygulara sahip olmanın mümkün olmadığı gibi- İttihad-ı İslam ya da Pan-İslamizmin kaçınılmaz olduğunu, bunun aksinde yaşanılan hayatın "İslami" olamayacağını, adeta bu durumun ölü durumundaki beden hükmünü giyeceğini vurguluyordu.
Irkı, dili, muhiti, adetleri, kısaca her şeyi bir diğerine zıt olan bu kadar milleti müslümanlığın kardeş yaptığını söyleyen Akif, ümmeti acilen milliyetçilik, ırkçılık gibi sapkınlıklardan kurtulup İslami ümmet olma yolunda çabalar göstermeye ve müstevli küfür güçlerine karşı topyekün mücadeleye davet eder. Son zamanlarda müslümanlar arasında yaygınlaşma imkanı bulan emperyalist emellere hizmet eden bu nevi cahili unsurlar yüzünden ümmet parça parça olmuş, küfür cephesi bu işten karlı çıkmıştı. Sonuç; küfrün hesapları doğrultusunda kurulan hizmetçi-işbirlikçi rejimler yani hep tıkız kalmaya mahkum bir geleceği tercih etme kararlılığının acı manzarası. Arnavut, Kürt, Çerkez, Boşnak, Arap, Türk, Laz... oluşuyla övünen ve birbirine karşı durmanın adına "özgürlük mücadelesi" adını veren yeni akımların türemesi hadisenin özünü, vehametin boyutunu göstermektedir.
"Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabirinden kalk!
Diriler koşmadı imdadına, sen bari yetiş...
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova...
Sen misin, yoksa hayalin mi vefasız Kosova!
Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim... Bildim!
Basacak mıydı, fakat, göğsüne Sırb'ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı,
Silecek miydi en alçak neferin çizmesini?
Dürtecek miydi geçen, leş gibi her limesini?
Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene,
Niye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne?
(Safahat, "Hakkın Sesleri", s. 204, ist.-1973)
Ümmeti güçsüz kılan, dertlerine duyarsız, yaşanan zulme seyirci yapan hep bu cahili mubtezelliğe duçar olma değil miydi? Devleti yöneten saltanat çevrelerinin ve halkın adeta anlaşmışlarcasına derin bir sessizlik ve hızlı bir çözülmüşlüğü yaşadığı acı gerçeğinin faturası tek tek kendisine çıkartılıyor ve ardından devletlerini, mallarını, namuslarını, dinlerini kısaca tüm değerlerini götürüyordu! Hızlı bir şekilde, hem de acımasızca... İşte Akif bu ortamın insanıydı... Ne hazindir ki o gün vaki Sırp vahşetinin bu günde, daha yoğun ve kelimelerle ifade edilemeyecek boyutlarda cereyan etmesi karşısında dünya Müslümanları, içinde bir kaç duyarlı muvahhid Allah erinin dışında kayda değer ne yapıyorlar ki? Yakın geçmişte yaşanan bu trajik olayların belleklere kazınmış izleri bile henüz silinmemişken yaşadığımız benzer vakıalar karşısında ümmet, daha ne zamana kadar seyirci kalacak!...
Akif, İslam ümmetinin her yönüyle hızlı bir çöküntüyü yaşadığı, geleneksel otoritenin yerini güçsüzlüğe, çaresizliğe terk ettiği bir dönemde dünyaya geldi ve yetişti. O günün İslam coğrafyasında yaşayanlar, Batılı değer yargılarından etkilenerek, Batılılarca ortaya atılmış kavramları ve kimlik tanımlamalarını tartışmaya ve bu sınırlarda düşünmeye başlamışlardı. O güne kadar yaşatılan görece dini değerler ve beşeri ölçülerden geçilip, etnik unsurlar ve batıcı aymazların iddia ettikleri yaşam tarzları savunulmaya ve hayata uyarlanmaya çalışılıyordu.
Bunlar olup biterken, tevarüs ettiği telakkileri ve yönetim kalıplarını kısmen de olsa koruma mücadelesi veren Osmanlı Devleti, bu durumuyla mevcut konjonktürden doğrudan etkilenir durumdaydı. Devletin otoriter gücü, içte kesif çalkantılar ve dışarıdan etkiyen fiili müdahaleler karşısında iyice güç kaybediyordu. Devlet erkanıyla teba arasındaki görece bağ hemen hemen kopma aşamasına gelmişti. Bu hali zorunlu kılan belli etkenleri özetlemek gerekirse kısaca şunlar söylenebilir:
Halkın sesi olma misyonuna sahip münevver(!) çevrelerde devletin geleneksel gücünü yıpratacak düşünceler tartışılıyor, üzerinde fikirler ileri sürülüyor ve bunlar neşriyata dökülüp hızla yaygınlaştırıyordu. Bu tarz oluşumlara hazırlıksız yakalanan Osmanlı devlet adamları ve o güne kadar kayıtsızlığıyla ünlenmiş ulemanın tepkisi, teamüle binaen olayları fıkhen yargılama yani kısa yoldan tekfir etme şeklinde gerçekleşiyordu. Zaten nakilciliğin ve taklitçiliğin kutsandığı, muhkem ve sahih doğruları referans alan aklın öncelenmesinin afaroz edildiği bu nevi yanlışlarla malul çevrelerden sonuçta biçare kalışlarını resmeden tavırlarından başka bir manzara da sudur edemezdi.
"Mehmet Akif'in yetiştiği, yaşadığı ortam, bu taklitçilik dünyasının başkentiydi işte. Bir yandan ülkeye kalıplar, hazır lokmalar halinde düşünce ithali yapılıyor, bir yandan Osmanlı padişahı, soyunun ve İslam'ın son tahtını (Osmanlı tahtı İslam tahtıyla özdeş sayılıyordu hala) koruyabilmenin telaşını yaşıyordu. Osmanlının has halkı Türkler ise, beri yandan ülkedeki yüzlerce yıllık egemenliklerinin doğurduğu gevşeklikle, nasıl olsa Allah'ın başlarına bir sahip göndereceğine son derece mü'min olarak ya mahalle kahvesinde domino patlatıyor ya da Kandilli'de, Kuzguncuk'ta pembe sabahların seyrine çıkıyordu."2
Hemen hemen İslami duyarlılıklarını kaybetmiş basiretsiz aydınlar da, batıdan, Tanzimat'la birlikte ithal edilen özgürlük ve hür düşünce modasına kapılıyor, halkı, fildişi kulelerinden Batı'nın aydınlığına ve yol göstericiliğine davet ettikleri nutuklarını atıyorlardı. Zira onlara göre ülkeyi kurtaracak yegane çözüm, batılı efendilerinin kanatları altına sığınmak ve onlara teslim olmakla mümkün olabilirdi, işte Osmanlı hükümranlığındaki topraklar üzerinde cereyan eden hengamenin özeti buydu.
Söz konusu iklimde, özetlemeye çalıştığımız ruh halinin ve somut yansımalarının dışında, muvahhid tutumlarıyla Kur'ani kimlik ve kişilik arayışlarını bireysel alanlarda sürdüren ve durumun ciddiyetini kavrayabilenler de yok değildi. Sorunları sosyal, siyasi ve kültürel boyutlarıyla kökünden kavrayabilen, geçmişten o güne intikal eden çözülmüşlüğü derinlemesine sorgulayıp bir an önce çözümler bulmak için gayret sarfeden bu kimselerin çabalarının ne kadar anlamlı ve yerinde bir davranış olduğu anlamak pek zor olmasa gerek!
Mehmet Akif çocukluğunda babasıyla camiye gitmiş, Kur'an okumayı öğrenmiş, İslami hayatın ilk birikim ve deneyimlerini babası ve yakın çevresindeki atmosferde elde etmişti. O dönemlerinde bile öne çıkan kişisel yeteneğiyle duygularını terennüm ettiği şiir ve denemeler yazmıştı.
Akif'te şiir, klasik divan şiirlerindeki aruz vezni ve nazım türüyle benzeşir. Ancak Akif'in şiirleri, seçtiği konular ve kullandığı sade dil açısından bu tarzın dışında kalır.
Onun şiiri kimi zaman vaaz üslubunu taşır. Hatta hikaye, dini kıssa, fıkra gibi anlatım türlerini aynen şiire uyarlar. Ayet ve hadislere olduğu gibi yer verir. Buradan biz Akif'in sanat yapmaktan ziyade vermek istediği mesaja ne kadar önem verdiğini çıkarıyoruz. Yedi kitaptan oluşan Safahat'ı incelendiğinde bu sonuca varmamız mümkün olacaktır. Akif eylemiyle, her yönden ilgilendiği hususlarla hayatı bütüncül olarak kavrayabilen ışığıyla çevresini aydınlatan bir İslam neferidir. Kendisini erişkin ve hayata karşı sorumlu hissetmeye başladığı çağlarda eskiden yazıp çizdiklerini bırakarak daha içerikli ve davet dolu çalışmalara yönelmiştir.
Akif'in kişiliğindeki bu ciddiyet, onun kararlılığını, tebliğde takip etiği yöntemini kullandığı üslubunu ve sanat alanındaki ustalığını delillendirebileceğimiz en önemli yanını oluşturur.
"Feiza azemete fetevekkel Alallahi: Bir kerre de azmettin .mi, artık Allah'a dayan..." Kur'anı Kerim.
"-Allah'a dayanmak mı? Asırlarca dayandık!
Düştükse bu hüsrana, onun nârına yandık!
Yetmez mi çocukluktaki efsaneye hürmet!
Hâlâ mı reşîd olmadı, hâlâ mı bu ümmet?
Dersen ki; ufuklarda bir aydınlık uyansın;
Maziye ateş vermeli, baştan başa yansın!
Şaşkınlık olur köhne telakkileri ihya;
Şeydâyı terakkî terakki, koşuyor, baksana dünya.
Elverdi masal dinlediğim bunca zamandır;
Ben kanmıyorum, git de sen aptalları kandır!
-Allah'a değil taptığın evhama dayandın;
Yandınsa eğer, hakk-ı sarîhindi ki yandın.
Mefluç ederek azmini bir felc-i iradî, '
Yattın, kötürümler gibi, yattın mu-temâdî!..."
(Safahat, "Gölgeler", S.469, ist.-1973)
İşte kaygı dolu bir ses! Akif'in o zamanı haber veren duygu dolu, keder dolu çağrısı.
Tarihin bu kesitinde diğer çağrı sahipleri arasında, Müslümanlara, önlerinde kapkara günlerin beklediğini göstermeye çalışan ve bu duruma varılmaması için, ilkin dimağlarındaki düşünce savrulmasının önüne geçecek tek çarenin ancak Kur'an'ın kılavuzluğuna teslim olmakla mümkün olabileceğini (ömrü boyunca) vurgulayan Cemaleddin Afgani tarihe kazınan bir çaba ve inancın temsilcisi olarak karşımızda beliriyordu. O, İslam ümmetinin malum hastalıkların enkazı altında görülmemiş bir zaaf ve yitirilen güven duygusuyla iyice ezildiğine, tavırların fena halde bozulduğuna ve düşmanla girilen mücadelede ruhsal bir çöküntünün hakim olduğuna dikkatleri çekiyordu. Afgani'ye göre kalkış noktası, İslam ümmetine yeniden sağlıklı bir akide kazandırmak, inancı amelle bütünleştirerek ümmetin benliğine sarsılmayacak bir imanı ve ruhları devrimci bir düşünceyi aşılamanın zorunluluğunu benimsemek olmalıydı.
Sözlerine, yazılarına, davranışlarına kısaca bir göz atarsak, Afgani'nin ümmetin bu hastalığını, tedavi etmek, tesirlerini azaltmak ve kaybolan asli değerlerin yerine ve asıl düşünce ve davranışların yeniden dirilmesi için hep çabaladığını, bu yola hayatını vakfettiğini görürüz.
Bu aşamada o, her türlü ırkçı ve bölgeci söylemleri bir tarafa itmiş, aklına bile getirmemiştir. Çünkü savunduğu ilke ve stratejinin belli bir bölgeyi değil, tüm İslam coğrafyasını ilgilendirdiğini savunuyordu. Bu yüzden O, ümmeti hep ıslahatçı ve vahdete dayalı tavırlara çağırmıştır. Bu iki ana umde Afgani'de, kişiliğinin, hayatının ve savunageldiği evrensel söyleminin özünü teşkil eden bir uyum içinde var olagelmiştir. Şayet müslümanlar top yekün bu süreci başlatabilirlerse, Allahu Teala'nın müminlere vadettiği ilahi zafer bir gün tüm coğrafyanın kaderini belirleyecektir. Durum bundan ibaretti. Ardından İran, Türkiye ve Mısır'da hala ayakta duran tahtlara ateşler saçılacak, uşaklık ve böbürlenmeden başka bir şey bilmeyen bu karton taht sahipleri birbiri ardına devrilecekti. Afgani'nin tutuşturduğu ateş onun hassasiyetini paylaşan bir kaç özveri sahibi erdemli kişiyi buluyor; Mısır'da Abduh, Türkiye'de Akif gibi ıslahatçı müminlere ışık tutuyordu:
"-Şimdi Asım, edebiyatı bırak, bir tarafa;
Daha ciddî işimiz var, geçelim başka lafa.
Galiba söylediğim yoktu? Evet hiç yoktu:
Mısır'ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh,
Konuşurken neye dairse Cemaleddin'le;
Der ki tilmizine Afganlı:
"Muhammed Dinle!
İnkılab istiyorum, başka değil, hem çabucak.
Önce bizler düşüp İslam'ı da kaldırmazsak,
Nazariyyat ile bir şeyler olur zannetme!...
O berâhîni de artık yetişir, dinletme!
Çünkü muhtac-ı tezahür değil isti'dâdın...
"-Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri var üstadın...
Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sûdan'a;
Yeni bir medrese te'sis edelim Urbana.
Daha üçbeş de faziletli mücahid bulalım,
Nesli tehzîb ile, i'lâ ile meşgul olalım,
Çıkarıp gönderelim, hâsılı, şeyhim, yer yer
Oradan alem-i İslama Cemaled-din'ler."
"-Bu, fakat, yirmiyıl ister ki kolay görmüyorum..
Yirmi günlük işe bak sen!" "-Kulunuz ma'zurum..."
(Safahat, "Asım" s. 440-441, İst.-1973.)
Afgani'ye olan derin saygısını ve başlattığı çizgiyle olan irtibatını birçok dize ve söylevlerinde dile getiren Akif, inandığı geleceğe ulaştıracak bu sürecin başladığına olan inancından aldığı güçle yoğun bir çalışma temposuna girmişti. İstanbul'da Bayezid, Süleymaniye; Anadolu'da Bursa Ulu Camii, Kastamonu Nasrullah Cami'inde vaazlar veriyor, halkla diyalogunu artırıyordu. Akif, hayatı boyunca formasyonundaki tüm sanatsal verileri kullanabilen birisi olmuştur, İslam'ı kaynağından öğrenme kolaylığını sağlayan Arapça'yı bilmesi, edebiyata dair başarılarının alt yapısını teşkil eden Farsça'ya vukufiyeti, Batının kültürel ve siyasi geçmişini tanıyabilecek mükemmel Fransızca'sı, onun çok yönlü kişiliğinin arka planını oluşturan etkenler arasındaydı.
Onun yetiştiği, eser verdiği yıllar, Türkiye'de yeni kitle haberleşme araçlarının yaygınlaşmaya başladığı, bu paralelde yeni haberleşme tekniklerinin çokça kullanılmaya başlandığı dönemlerdir. Basın hayatına geçiş yarım asrı aşmasına rağmen, gazete ve dergiler her bakımdan "tercüme haberleşme" tarzından kurtulamamışlardır. Haber ve yorum açısından Batı basınından nakillerin yoğunluğu sürerken içteki yazım türlerinin içerikleri de bu minvalde hiç de hoş olmayan tavırlar içinde sürüp gidiyordu. Gerek gazete ve gerekse diğer matbuat alanlarında baskın olan, batıcı mentalitenin benimsenmiş olması yüzündün bu faaliyetlerle meşgul basın çevrelerinin iddiaları da ancak kendi taraftarları arasında benimseniyordu. Bu vasatta Akif ve arkadaşlarının dergiciliği kayda değer bir farklılığın altını çiziyordu. Öncülüğünü üstlendiği dergi faaliyetinde Akif, her zaman arkadaşlarına, dergiciliklerinin halka İslami düşüncenin ulaştırılması yolunda bir misyon aracı olduğunu, bu yüzden sade bir dil ve anlaşılır ifadelerle mevzuların anlatılması gerektiğini hatırlatıyordu. Zira onun nezdinde aslolan, hedefe varmak ve bunun mücadelesini vermektir. O, sanatı, hep halka ulaşmada bir araç olarak görmüştür.
"Bana sor sevgili kaari', sana ben söyleyeyim,
Ne hüvviyette şu karşında duran eş'ârım;
Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri;
Ne tasannu' bilirim, çünkü, ne san'atkârım."
(Safahat, "Birinci Kitap", s.3, İst.-1973)
"Sırat-ı Müstakim" adını koydukları dergilerine Akif; Eşref Edip, Ahmet Naim, Manastırlı İsmail Hakkı, Musa Kazım, Bereketzade, Mardinli-zade, Tahirül Mevlevi, Halim Sabit gibi arkadaşlarıyla başlamıştır. Dergide dini, felsefi, edebi, hukuğa dair konular üzerine inceleme-araştırma ve makale türünden çalışmaları yaygınlaşmaya başlarlar. Bu sıralar Akif, bazen, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Ferid Vecdi, Taha Hüseyin gibi şahısların eserlerinden de gerekli gördüğü yazıların tercemesiyle de meşgul olmaktadır. Dünyada yaşayan diğer Müslümanların içinde bulunduğu durumları ilgilendiren haberlere yer verilmiştir.
Akif'in genellikle üzerinde çalıştığı konular Kur'an ve Rasulullah'ın hayatından uygun gördüğü anlatım ve yaşantı örneklerini açıklamak yönünde yoğunluk taşımaktadır. Etkinlik alanında dergiciliğin dışında camilerde düzenlediği programlarına da önem vermiştir. Camilere, muhataplarını bu mekanlarda bulabildiği için ayrı önem veren Akif, gayet beliğ üslubuyla düşüncelerini ve özlemini cemaate aktarıyor, daha sonra bunları dergide kaleme alıyordu.
Onun nezdinde dergi bir okuldur. Bu okulda gençlerin eğitim ve öğretimleri amaçlanmıştır. Bu ortamda, mücadele çizgisinin dışında kalan bazı aydın-elit olma zaafıyla ma'lul şahısların da saflara çekilmesi hedeflenir. Bilgi gerekli olanı sunulmalı, dil en sade şekliyle kullanılmalıdır. Gereksizce lafı uzatmak, sanat icra etmek adına süslü ifadeler, karışık anlatımlar fayda değil, zarar verecektir. Zira salt bilgi ve edebiyat türleri, İslam'ı kitlelere ulaştırmak ve onu anlaşılır kılmak için yalnızca bir araçtan ibarettir.
Akif bir çok kişi üzerinde etkili olmuş, onlara birikimlerini sağlamada katkıda bulunmuştur. "Sıratı Müstakim" dergisi bir süre sonra isim değişikliği ve kısmen yayın kadrosundaki değişikliklerle "Sebilür Reşad" adıyla devam edecektir. "Sebilür Reşad"da isimlerine rastladığımız o dönemin gençlerinden Şemseddin Günaltay, Rıza Doğrul, Hüsnü Açıkgöz, Hasan Basri Çantay, Eşref Edip yine Süleyman Nazif, Akif'in kendilerinde etkili olduğu şahıslar arasındadırlar. Fakat şunu da belirtmekte fayda var: Bu şahıslardan bazılarının algıladıkları hayat, sadece İslam ve ümmetin, sinsi emperyalizmin ve işbirlikçi yerel yönetimlerin yönettikleri sindirici veya yok edici faaliyetlerine sahne olduğunu idrak eden bir zaviyeden değil de, özendirici, sükseli, lüks bir hayatı ardından getirecek; gerici rejimlerin yerine demokratik-laik huzur dolu(!) bir dönemin cazibesiyle tanıtılmaya ve beğendirilmeye uğraşıldığı yeni moda rüzgarların estirildiği bir zamana rastlar. Gençler, Batı'da yetişmiş ve Batı alemini övmekle bitiremeyen şapşalların, İstanbul muhitinde icra eyledikleri alafranga yaşantının etkisine kolayca girebilmektedirler. Akif gibi has insanların söyledikleriyle vakit Gidermeye ne gerek var! Oysa şimdi hayattan zevk alma zamanı değil midir?
Biyografilerinden de öğrendiğimize göre bu gençlerin bazılarının estirilen bu havadan kısmen etkilendikleri görülecektir. Bu gençlerden bazıları dinlerinin reforma, modern değer yargılarına ihtiyacı olduğuna inanmaya başlarlar. Öyle ki bazı şahıslarca modern kalıplara uydurulmaya çalışılacak, demokrasi ve laikliğin İslami olduğu savunulacaktır. İşte Akif'in korktuğu şey, onun irtihalinden sonra bu şahısların mentalitelerine ilham verecektir: Batı'dan batıcı aymazlığıyla faydalanma yanılgısı!
Bu zaafın bir diğer sebebi de geçmişten intikal eden bireycilik, salt bireysel başarı, hırsa tamah etme ve başkalarını aşmayı başararak ulufeye hak kazanma, ekabirin arasında yer alma hastalığına muzdarip olan bu ricali, ıslahatçılıktan alıkoyan saiğin önüne geçilememiş olunmasıdır. Gerçekte bu zevat Akif'ten bilgi ve deneyim itibarıyla faydalanmış ama birikimlerini başkalarının zemininde kullanmıştır. Burada Akif'in talihsizliğinin arka planını irdeleyecek olursak, Onun da yetersiz kaldığı ya da fark edemediği bir gerçek var ki, o da her mücadele sürecinde gerekli eğitim ve öğretimi sağlayacak ve fertleri başarılı kılacak; bilgi düzeyini sistemli bir sekile dönüştürüp, yönü belirlenmiş eksende planlı ve programlı öncü kadroyu temin etmek ve güçlükler karşısında yılmayan, tükenmeyen bir güç ve umudu gönüllere yerleştirmenin bilhassa gerçekleştirmenin zorunluluğunu kavramaktır. Fakat kendisi de öğrendiği ve tecrübe ettiği oranda zaman içinde olgunlaşan Akif için bu bilince erişmesinin kolay olmadığını teslim etmek gerekiyor.
1908 II. Meşrutiyet hareketinden sonra bir taraftan bir çok resmi görevlerde bulunan, diğer yandan da İslam davasının bir neferi olarak dergi çıkaran, vaazlar veren, yazdığı şiirlerle genç gönülleri ateşlemeye gayret eden Akif, l. Dünya Savaşı'nın kaybedilmesinin ve ardından memleketin yer yer işgal edilmeye başlanılmasından sonra faaliyetlerinin merkezi olan İstanbul'u terkederek Anadolu'ya geçti ve hiç eksilmeyen azmi ile Ankara'da öbeklenen Milli Mücadele saflarında halisane çalışmaya koyuldu. TBMM'ne Burdur Milletvekili olarak katıldı. Meclisin kendisine verdiği görevleri yerine getirmek için il il dolaştı. Konya'da bir isyanın bastırılmasına katıldı. Sonra Kastamonu'ya geçti, halkı irşad etmeye çabaladı. Sebilür-reşad dergisini bir müddet Kastamonu'da yayınladı. Ankara'ya dönüp Taceddin dergahına yerleşti. Bu sırada yazdığı şiir İstiklal Marşı olarak kabul edildi.
Ancak Akif, Hasan Basri, Hüseyin Avni ve birçok arkadaşıyla birlikte sürdürdüğü bu çabasına karşılık Ankara'da yeni kurulmakta olan düzenin, üst kademelerde bulunan yöneticilerce hiç de arzu edilmeyen bir sürece sokulduğunu, Milli Mücadele'nin başındaki amaçlardan saptığını görüyordu. Bu istenmeyen duruma engel olmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı. Nihayet yeni cumhuriyet idarecileri, ülkenin ve toplumun İslamiyet'le bağlarını kesmeye, tamamen koparmaya dönük faaliyetlere giriştiler. Akif ve arkadaşları ne yazık ki köşelerine çekilmekten başka yapacak bir şey bulamadılar. Kimi evine kapandı, kimi de Akif gibi soluğu Mısır'da aldı:
Mâmûre-i dünyâyı dolaştıysa da, yer yer,
Sen san, "Hadi sen, kumda biraz oyna!" demişler.
Yahu! Sorunuz bir: bakalım takati var mı?
Kaynarken adam oynamak ister mi? Sarar mı?
(Safahat, "Gölgeler", s. 498, İstanbul-1973)
Burdur Milletvekili olarak katıldığı, Kur'an tilaveti ve dualarla açılan birinci meclis, Akif'e bir Kur'an-ı Kerim meali hazırlama görevi vermişti, ilk önceleri bu işe dört elle sarılan ve bütün dikkati ve birikimiyle çalışmaya koyulan Akif, daha sonra bu işten vazgeçmiş ve "muvaffak olamayacağı" gerekçesini öne sürmüştü. Cumhuriyet hükümeti tarafından Kur'an yerine ibadette kullanılmasının istenebileceği zannıyla, yaptığı meali teslim etmek istemedi. 1936 yılında hastalanınca yakılması kaydı ile Camiü'l-Ezher alimlerinden Yozgatlı ihsan Efendi'ye emanet etti. Nitekim Akif'in endişelerinde ne kadar haklı olduğu, onun ölümünden sonra Türkiye'de yaşanan Türkçe ezan ve mealle namaz kılma olaylarıyla ortaya çıkmıştır.
Gerçekten Akif'in yaşadığı o dönemin zor şartları altında henüz düşünsel netliklerini sağlayamamış ve beraberliklerini temin edemediklerinden ötürü sağa sola savrulan bir avuç müslümanın içinde bulundukları durum hiç de kolayca aşılabilecek bir durum değildir. Memleketin içindeki sorunlar artarken, diğer emperyalist egemen güçlerin yönelttikleri baskılar sonucunda adeta boğulup giden Akif ve arkadaşları kadar, daha bir çok ıslahatçı müslümanın çığlığına, üzerlerine ölü toprağı serpilmişcesine uyuyan halk hiç bir zaman kulak vermedi. Eğer vermiş olsaydı, sonuç hiç bir zaman böyle olmayacaktı. Öyle anlar gelip çatar ki, Akif biçaredir. Ama o ümidini, coşkuyla söylediği sözlerini, tükenmeyen uzun soluğunu hiç bir an tüketmedi. Çünkü o duyarlı bir kimliğe ve kişilik yapısına sahipti. O müslümandı. İnandığı şeyler, savunduğu düşünce, ilhamını yalnızca Kur'an'dan aldığı için o hep hareketi, canlılığı, mücadeleyi tercih etti. Son nefesine kadar da her konuda tüm yönleriyle bu halini sürdürdü. Okuduğunu, öğrendiğini hayatında görmeyi amaçlamış, Müslümanları İslam'ın evrensel mücadele alanına çekmeye çalışmıştı. Düşüncesini, ahlakını vahyi esaslar üzerine kurmaya çalışan Akif, yalnız kaldığında bile duygularını yazarak bir şeyler' yapmayı istemişti. Kavradığı kadar, öğrendiği kadar yaşamında sürdürdüğü çabalarıyla muvahhid ve Kur'ani düşünceye sahip geleneğin takipçisi olma yolunda idi. Allah müminlerden razı olsun.
Dipnotlar:
1. M. Akif, "Hutbe ve mevâiz. Bayezid Kürsüsünden vaaz", Sebilür Reşad, IX. Sayı, Sayfa: 230, 29 Safer 1331.
2. "Panİslamist ve Öncü M. Akif, Kelime. Sayı: 9, Sayfa 13.