Rıdvan Kaya'nın Haksöz Dergisinin Ağustos 2000 tarihli sayısında "Mevdudi ve Hareketini Tanımaya Katkı" başlığı ile yayınlanan yazısını ilginize sunuyoruz:
İslam coğrafyasının son iki yüzyıllık tarihinin birbirine taban tabana zıt iki temel olgu tarafından belirlendiği rahatlıkla söylenebilir. Bunlardan biri sömürgeciliktir ki İslam coğrafyasının tamamında Batılı güçlerin siyasi-kültürel denetimini getirmiş, kimi yörelerde ise ilaveten askeri boyut da arzetmiştir. Diğer temel olgu ise ihya ve tecdid geleneğinin canlandırılmasıdır. Kuran ve Sünnet'e dönüş şiarıyla canlandırılan bu gelenek Kuzey Afrika'dan Uzak Doğu Asya'ya kadar geniş bir bölgede birbirini etkileyen, birbirini besleyen akımlara yol açarak çağdaş İslami hareketin filizlenmesine öncülük etmiştir.
Birbirinden çok farklı bölgelerde, farklı etnik topluluklar ve sosyal çevrelerde boy veren İslami hareketlerin tek bir hareket niteliği taşımamakla birlikte pek çok açıdan benzerlikler arz etmesi konu üzerinde düşünen, araştıranlarca dikkat çekici bulunmaktadır. Bu durumun ortaya çıkmasında, şüphesiz Kuran'ın bütünleştiriciliği asıl belirleyici olmakla beraber, sözü geçen ihya ve tecdid geleneğinin de önemli tesiri olmuştur. Ebu'l A'la Mevdudi bu geleneğin çağımızdaki temsilcileri arasında en önde gelen isimlerden biridir. Gerek kaleme aldığı eserleriyle, gerek kurucusu olduğu hareketin çalışmalarıyla Güney Afrika'dan İngiltere'ye, Fas'tan Endonezya'ya kadar çağdaş İslami düşünce ve hareketin gelişimini etkilemiştir.
Altmışlı yılların ortalarından itibaren İslam dünyasında gelişen dini sahih bir temelde anlama ve bu temelde toplumsal hayatı tanzim etmeye yönelik birikimin Türkçeye kazandırılmasına yönelik çabalar hız kazanır. Bu çabanın neticesinde diğer öncülerle beraber Mevdudi ismi de Türkiyeli Müslümanların gündemine girmiştir. Cemaat-i İslami hareketinin İhvan ya da Hizbu't Tahrir örneklerinde olduğu üzere Türkiye'ye yönelik doğrudan bir faaliyeti olmamakla birlikte, Kuran tefsirinden güncel hayatta karşılaşılan sorunlara kadar geniş bir yelpazede kaleme aldığı kitapları vasıtasıyla Mevdudi Türkiyeli Müslümanların fikri ve siyasi gelişimine önemli katkıda bulunmuştur. Örneğin Kuran'a Göre Dört Terim, Hilafet ve Saltanat ve benzeri eserlerin akidevi çizginin netleşmesi, net bir tarih perspektifi kazanılması ve benzeri açılardan bizlere katkısı rahmetli Mevdudi'yi her zaman şükran ve minnetle anmamızı gerektirecek boyuttadır.
Türkiyeli Müslümanlar olarak fikri ve siyasi gelişimimize büyük katkıda bulunmuş Mevdudi'nin kendi fikri ve siyasi seyrine vukufiyetimiz ise tartışma götürür. Aynı şekilde kurucusu olduğu Cemaat-i İslami hareketi hakkında pek fazla bir bilgi sahibi olduğumuz söylenemez. Mevdudi'nin kendisine ait Türkçeye çevrilmiş çok sayıda eseri bulunmakla beraber, Mevdudi üzerine yazılmış telif ya da tercümeler yok denecek kadar az. İhvan'dan sonra, yayıldığı coğrafya açısından en büyük İslami örgüt olan Cemaat-i İslami üzerine ise, bilebildiğimiz kadarıyla, Gıyasuddin Sıddıki'nin makalesi1 istisna tutulursa, kayda değer hiç bir şey yok. Bu yüzden San Diego (ABD) Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan S. Veli Rıza Nasr'ın Cemaat-i İslami ve Mevdudi üzerine iki yıl arayla (1994-1996) kaleme aldığı iki çalışmayı tercüme edip yayınlamak suretiyle Yöneliş Yayınları değerli bir hizmette bulundu. Sadece konusu itibariyle değil, içeriğinin zenginliği ile de dikkat çeken bu çalışmaları yayınlamakla evrensel İslami hareketin gelişimi, sorunları ve geleceği üzerine kafa yoran Türkiyeli okuyucuya katkısından dolayı Yöneliş Yayınevi teşekkürü hak etmektedir.
Her ikisi de son derece titiz ve derinlikli çalışma ürünü olan kitapların Mevdudi ve hareketini daha yakından tanımamıza ve Cemaat-i İslami deneyiminden somut dersler çıkartmamıza yardımcı olacağını umuyoruz. Her iki çalışmanın da bir hayli yoğun ve ele aldığı konuyu derinlemesine tahlil eden bir niteliğe sahip bulunmasının burada söz konusu kitaplar üzerine etraflıca bir değerlendirme yapmayı güçleştirdiğini itiraf etmeliyiz. Bununla birlikte hassaten dikkat çekici bulduğumuz bir takım noktalara kısa kısa da olsa değinmek arzusundayız.
Başarı ve Başarısızlık
'Mevdudi ve İslami İhyanın Teşekkülü' adlı kitabının giriş yazısında Mevdudi'yi "İslam'ın sistematik bir siyasi yorumunu ve görüşünü hayata geçirmek için bir toplumsal hareket planı oluşturan ilk Müslüman düşünürlerden birisi" (Mevdudi... s.9) olarak tanımlayan yazar aynı kitabının son bölümünde Mevdudi'nin neyi başarıp neyi başaramadığına ilişkin ikili bir değerlendirmede bulunuyor: "Cemaat'in zamanla sınırlı hale gelen büyümesi, Mevdudi'nin dünya çapında kabul edilecek karizmatik bir imaj inşa etme" (s.304) noktasında bir başarısızlık sözkonusuyken, "Cemaat'i tesis etmedeki başarısı ve çağdaş İslamcı düşünce içerisindeki fikirleri" (s.305) açısından göreli bir başarı atfetmektedir.
Gerçekten de zor bir yargıdır başarı ya da başarısızlık tespiti. Nereden bakıldığı, hangi kıstasların kullanıldığı ve beklentiler belirleyici olmakta ve ister istemez göreli bir alana girilmektedir. Örneğin Mevdudi'nin 1932'de devraldığı ve 1979'a kadar editörlüğünü sürdürdüğü Tercümanü'l Kuran dergisini ele alalım. İngiliz işgali altındaki Hindistan'da Müslüman toplumun önde gelen yayın organlarından biri olan bu derginin tirajı uzun yıllar 600 rakamını geçemiyor ki bunun da yarısından fazlası Haydarabad (eyalet) hükümetinin desteğini yansıtıyordu (s.65). Bu bir başlangıç noktası kabul edilirse gelinen yer azımsanamaz: Cemaat içinde oluşturduğu tercüme bürosu eliyle Mevdudi Cemaat literatürünü Japoncamdan Sahaviliye kadar bir sürü dile kazandırmış, örneğin "1974'e kadar Mevdudi'nin Risale-i Diniyat (1932)'ı Sinhala ve Malayaca'dan İngilizce, Fransızca ve İspanyolcaya kadar yirmi altı dile çevrilmişti." (Cemaat-i İslami s. 138).
Öte yandan Mevdudi'nin başında bulunduğu hareket için belirlediği hedefler açısından konuya bakıldığında ise farklı bir durum ortaya çıkmaktadır. Pakistan devletini İslamileştirme projesinin adımı olarak girilen politik arenada çizilen zikzaklar ve ardı ardına alınan seçim yenilgileri Mevdudi'nin hareketine güç ve itibar noktasında ağır darbeler getirmiştir. Örneğin yürütülen yoğun bir kampanyanın ardından iktidar rüyalarının görüldüğü 1970 genel seçimlerinde sadece yüzde 6 oy ve dört sandalye ile yetinmek zorunda kalması hareketi sadece toplum nezdinde başarısızlığa mahkum etmekle kalmadı, kendi bünyesi içinde de ciddi sarsıntılar yaşamasına neden olmuştur. (Cemaat... s.277-280).
Sapma
Cemaat'in ilk defa 1951 tarihinde Pencap seçimlerinde 'salih' adayların desteklenmesi şeklindeki ürkek adımlarla başladığı aktif politika macerası giderek kuşatıcı bir boyut kazanmış ve kendisine biçtiği temel misyondan söylemine kadar her alanda ciddi bir aşınmaya yol açmıştır. Halbuki Cemaat-i İslami bundan yaklaşık on yıl önce 26 Ağustos 1941'de kurulduğunda çok farklı bir çizgi izlemek üzere programlanmıştı. Mevdudi'nin çağrısına icabet ederek Lahor'da bir araya gelen Hindistan Müslüman toplumunun içinde öncü niteliğini haiz yetmiş beş kişinin biatlaşarak oluşturduğu hareket, hatta Pencap seçimlerinin gerçekleştiği 1951 yılının başlarında dahi kendisi için günlük siyasi hesapların çok dışında bir hareket planı çiziyordu: "(1) Müslüman fertlerin hayat ve zihinlerinin yeniden şekillendirilmesi. (2) Fazilet sahibi insanların yetiştirilmesi ve teşkilatlandırılması. (3) Sosyal reform ve (4) Hükümetin ve siyasi yapının yeniden şekillendirilmesi." (Cemaat... s.60).
Ne var ki çok kısa bir sürede hareket belirlediği rotadan ciddi bir sapma gösterecek ve sıradan bir parti görüntüsüne yaklaşacaktı. Bu önemli kayma elbette birden bire gelişmedi. Değişik faktörler belirleyici rol oynadı. Her şeyden evvel gelişmelerin yaşandığı kısa zaman dilimine devasa olayların sıkıştırıldığının altını çizmek gerekir. Önce bağımsızlık, ardından bölünme ve yeni bir devletin, hatta toplumun inşa edilme sancılarının çekildiği bir dönemdi yaşanan. Ama asıl belirleyici faktör ise Mevdudi'nin toplumsal dönüşümü yukarıdan aşağıya kurgulayan perspektifi ve koşulların zorlaması neticesinde rahatlıkla ilkeselliği bir yana bırakabilen pragmatik kişiliği oldu.
Mevdudi'nin faaliyetinin kökeninde "cemaat kavramını belirsiz bir topluluktan müşahhas bir oluşuma çevirme çabası" (Cemaat... s.35) yatmaktaydı. Nitekim güçlü bir teşkilat oluşturmayı başardı da. Fakat okuma yazma oranının 1989'da ancak yüzde otuzlar civarına ulaşabildiği, halkın büyük bölümünü teşkil eden kırsal nüfusun feodal işleyiş ve geleneksel şeyhlerin etkisi altında kapalı bir yapı arzettiği, etnik mezhebi ve dilsel ayrılıklarla alabildiğine bölünmüş bir toplumsal yapı içinde kitlelere ulaşmayı başaramadı (s.144-147). Belki de daha baştan bunu başaramayacağını düşünerek Cemaat'i "kitleleri sürüklemek suretiyle değil, liderleri kazanmak suretiyle hakim düzene karşı mücadele yürütecek" (s.34) ve toplumsal değişimi böylelikle gerçekleştirecek bir yapı olarak şekillendirdi. Toplumsal dönüşümü yukarıdan aşağıya yönelen bir süreç olarak algılayan bu bakış açısının gündelik politika düzlemine çok fazla bel bağlaması ve çoğu zaman çelişik adımlara yol açması kaçınılmazdı.
Gelenekle Uzlaşma ve Sisteme Entegrasyon
Hareketin ilkesel düzeyde sapma gösterdiği en temel iki konunun geleneksel dini anlayışa karşı tutumunda tedricen görülen esneme ve siyasi sisteme giderek tümüyle entegrasyonu olduğu söylenebilir. Geleneksel anlayışların alabildiğine güçlü olduğu bir toplumda 'yeni müminler topluluğu' oluşturma şiarıyla yola çıkan Mevdudi ve hareketi geleneksel ulema çevrelerince yöneltilen dini siyasallaştırmak, haricilik ve daha benzeri bir dizi suçlamaya maruz kaldılar. Aslında Mevdudi'nin hiçbir zaman geleneğe tümüyle sırt çevirdiği söylenemez fakat ilk dönemlerde daha eleştirel ve kendi fikirlerini temellendirmede daha cüretkar olduğu açıktı.
"Cemaat, heyecanını siyasi zafere dönüştüremeyince, zamanla yavaş yavaş geleneğe doğru kaydı ve ilkin ulemanın pozisyonuna ve nihayet Güney Asya'da tezahür eden popüler İslam'a yaklaştı." (Mevdudi... s.231). Mevdudi'nin daha önceleri 'tarih boyunca İslam'ın düşüşünden sorumlu tuttuğu ve afyon diye bahsettiği' (s.264) sufizmi yeniden tanımlama ve tanıma çabası, 1987'de Cemaat'in lideri Kadı Hüseyin Ahmed'in Cemaat'e kitle desteği sağlamak için tertip ettiği bir kampanyayı Hicviri'nin Lahor'daki türbesine yaptığı bir ziyaretle başlatmasıyla epey uç bir noktaya vardı (s.268).
Temel talepleri noktasında baştan beri sahip olduğu şiarları sürdürmekle birlikte izlediği siyasal hat ve politikalar itibariyle hareketin sistem içinde bir parti kimliğine bürünmesi bir diğer sapma konusunu teşkil etmektedir. 1956 Anayasası'na hazırlanış sürecinde destek vermekten, feodal nitelikli partilerle İslami etiketli sağ ittifaklar oluşturmaya, General Ziya'nın darbesi ardından kurulan hükümette yer almaya dek bir dizi şaibeli adım birbirini izledi.
Koşullara Uyarlı Demokrasi Anlayışı
İzlenen hatta bağlı olarak zaman içinde Mevdudi'nin söyleminde bazı temalar öne çıktı. Bunlardan biri de demokrasiydi. Mevdudi'nin demokrasiye dair yaklaşımına bakıldığında şöyle bir seyir izlendiği görülüyor: Önce red, bilahare kayıtlayarak ve sentezleyerek kabul ve nihayet tümüyle sahiplenme. Kurani kavramların netleşmesi ve özgün kimliklerine kavuşturulması noktasında gayet tutarlı ve titiz çabalar sarfetmiş Mevdudi'nin siyasal kavramların kullanımında eklektik tavrının önemli bir zaaf noktası olduğu kesin. Bunda şüphesiz ilkelere rağmen sürdürülen yolculukların payı büyük. Bununla birlikte -mazur görmek değil- anlamak açısından Mevdudi'nin demokrasiye ilişkin reddiyeci ve kabullenici tutum alışlarının farklı koşullarda tezahür ettiği göz önünde bulundurulmalı. Mevdudi'nin demokrasiyi çoğunluk diktası şeklinde tanımlayarak reddettiği dönem Müslümanların açık bir azınlık oluşturdukları bölünme öncesi Hindistan dönemidir.2 Öte taraftan demokrasinin tümüyle sahiplenildiği ortam ise İslami devletin ütopya halini aldığı ve artık Cemaat'in kendisini tümüyle siyasette yer bulma zorunluluğuna kilitlemesiyle şekillenir. Ardı ardına gelen darbelerle hareket alanı iyiden iyiye daralan Mevdudi ve Cemaat baskıcı yönetimler karşısında kendilerini çaresiz hissetmektedirler. "Demokrasi artık sadece İslami devletle ilgili kuşkuları olan kişilere verilen bir taviz değildi, gittikçe Cemaat'in mevcudiyetinin garantörü haline geliyordu." (Mevdudi... s.187).
Mevdudi'nin pragmatik kişiliği nasıl Cemaat'in siyasi seyri üzerinde bir zaaf oluşturmuşsa, otoriter ve mutlakiyetçi yönetim anlayışı da Cemaat'in istişare temelinde yürüyen bir organizasyon olması önünde kuvvetli bir engel teşkil etmiştir. Klasik emirlik anlayışının muhalefetten hazzetmeyen kişilikle izdivacının neticesi olarak Cemaat içinde mevcut bulunan Şura organı sadece görüşlerine başvurulan güdük ve etkisiz bir mekanizma olmakla sınırlanmış, farklı fikir ve öneriler genelde tahammülsüzlükle karşılanmıştır. Bu durumda Emir'inkine aykırı görüş sahipleri içinse çoğu zaman hareketten kopmak tek yol olarak gözükmüştür. Cemaat'in ulema kadrosunun önde gelenlerinden biri olan Islahi'nin şu sözleri tahammülsüzlüğü -ve elbette bunun tehlikeli sonuçlarını- resmeder vaziyettedir: "Islahi Mevdudi'ye şöyle yakınıyordu: Sizi bir kimse tenkit ettiği zaman Cemaat'i tenkit etmiş oluyor; Cemaat'i tenkit edince de İslam'ı tenkit etmiş oluyor." (Mevdudi... s.279).
Maalesef çağdaş İslami hareketlerin pek çoğunun en ciddi zaaf noktalarından biri olan 'kişiye bağımlılık' olgusu Cemaat-i İslami deneyiminde de vahim düzeydedir. Bu yazıda da çok rahatlıkla fark edilmiş olmalıdır ki Mevdudi ve Cemaat isimleri adeta birbirinin müteradifi kelimeler gibidir.
Mamafih inhisarcı kişiliğiyle kurucusu olduğu hareketi kişiye bağımlı bir konuma oturttuğu ve zaman zaman zikzaklara sürüklediği şeklinde haklı ve yoğun eleştirilere muhatap olmasına rağmen Mevdudi'nin 1972'de kendi isteğiyle emirlikten çekildiği gerçeğini de bu arada belirtmeden geçmeyelim.
Evrensellik
Cemaat-i İslami Pakistan'ı öncelemekle beraber Mevdudi'nin evrensel iddiaları doğrultusunda Ümmet duyarlılığı ve bağlantılarını hep gözeten bir hareket oldu. ABD'den Sri Lanka'ya dek Hint alt kıtası kökenli Müslümanların yaşadığı ülkelerde doğrudan örgütsel bazda, diğer Müslüman toplulukların yaşadıkları bölgelere ise yayınları vasıtasıyla fikren ulaşmayı başardı. Keşmir ve Afganistan direnişlerini cihad olarak benimseyip var gücüyle destekledi. Cemaat'in Rabıta ve dolayısıyla Suudi yönetimi ile sahip olduğu sıkı ilişkiler ve bu yolla sağladığı güçlü mali destek İran Devrimi sonrasında gelişen devrimci bakış açısından ciddi bir olumsuzluk kaynağı olarak algılanmıştır. Buna rağmen 1990-91 Körfez Savaşı'nda Cemaat'in ABD'nin kuklası olarak nitelediği Suudi yönetimine karşı açıkça Irak'tan yana tavır koyması mali himaye sayesinde rahatlıkla kontrol altına alınamayacağının da bir göstergesi olmuştur. (Cemaat... s.108).
Mevdudi'nin henüz 1963'te Mekke'de Humeyni ile görüşmesi de evrensel İslami duyarlılığını yansıtan çarpıcı bir sayfa olarak kayda değer. Bu görüşmenin ardından Cemaat'in yayın organı Tercümanü'l Kuran'da İran'daki şahlık rejimini eleştiren yayınlara yer verilmiş, hatta bu yayınlar hakkında Karaçi'deki İran Konsolosluğunun şikayette bulunması üzerine dergi Pakistan dış politikasını sabote etmek suçundan kapatılmıştır.(Cemaat... s.259)
Nasr'ın çalışmasında Fazlurrahman konusu dikkatimizi çeken bir ayrıntı oldu. İlk kitabında Fazlurrahman'ın 1958'de darbeyle yönetime el koyan Eyüp Han ile yakınlığından dolayı Karaçi'deki İslami Araştırmalar Enstitüsü'nün başına getirildiğinden (Cemaat... s.253) söz eden yazar, Fazlurrahman'ın Mayıs 1966'da devletin işini kolaylaştırma sadedinde faiz hakkında yaptığı esnek bir yorum nedeniyle Cemaat ile polemiğe giriştiğini ve bilahare Mevdudi'nin Hilafet ve Saltanat kitabının Eyüp Han'a bir saldırı olduğu şeklinde şikayette bulunduğuna değinmekte. (s.266). İkinci kitabında ise Mevdudi ve Fazlurrahman arasında geçen diyaloga dair aktarılanlar aralarında sanki daha sıcak bir ilişki olduğuna dair bir izlenim doğuruyor. (Mevdudi... s.275).
Nasr'ın ayrıntılı ve titiz çalışması daha bir yığın konu başlığını celbetmekte. Bununla birlikte bir değini yazısının sınırlarını daha fazla zorlamadan bunların tespitini okuyucuya bırakmakta fayda var. Bu arada Cemaat-i İslami adlı kitabın sonuna dizin konulmamış olmasının bir eksiklik teşkil ettiğini yayınevine hatırlatalım. Kitabın yoğunluğu şahıs, yer ve kuruluş isimleri arasında muhtemel kaybolma durumlarını engellemek için dizini gerekli kılıyor. Bu eksikliğin ikinci baskıda giderilmesi okuyucunun kitaptan daha yoğun biçimde yararlanmasını sağlayacaktır. Ayrıca mütercim Hasan Aktaş'ın ikinci kitapta ilkine nazaran daha sade ve anlaşılır bir dil yakaladığını düşündüğümüzü de belirtmek isteriz.
Adanmış Bir Hayatın Örnekliği
Bitirirken, Mevdudi'yi nasıl tanımlamak gerektiği şeklinde muhtemel bir soruya net bir cevap vermenin zorluğu var karşımızda. Aynı şey hareketi için de geçerli. Özet bir ifadeyle, Cemaat-i İslami deneyiminin ideolojik kalkışlı bir yönelimin politik harekete dönüşmesi şeklinde tanımlanabileceğini düşünüyoruz. Gerek Cemaat bünyesi dahilinde ve gerek Cemaat'e ilişkin olarak yaşanan çelişkiler, zikzaklar ve hayal kırıklıkları büyük ölçüde bu dönüşüm ameliyesinin sonuçları sayılabilir. Şüphesiz ortaya konulan olumluluklarla birlikte, Cemaat'in yaşadığı bu serüvenin öncelikli sorumluluğu da hareketin mimarı, önderi ve tek yönlendiricisi konumundaki Mevdudi'ye ait.
Her şeye rağmen 25 Eylül 1903'te Deccan'da başlayıp yoğun bir tempoyla süren ve 22 Eylül 1979'da Amerika'da bir hastane odasında son bulan hareketli ve hararetli yolculuğu en kısa biçimde 'adanmış bir hayat' olarak tanımlamak herhalde yanlış olmaz. Eksileri ve artılarıyla, zaafları, çelişkileri ve katkılarıyla mücadele dolu bir hayatın ardından kalan miras bize ait. Fikirlerini, pratiklerini ve kişiliğini gerektiği noktada elbette eleştirmek durumundayız. Ama gönlümüz kişiliğine ilişkin değerlendirme yaparken onu öncelikle cesareti ile hatırlamayı arzu ediyor. 1953'te Kadıyani meselesi üzerine patlak veren olayların ardından idam cezasına çarptırıldığında kararı büyük bir metanetle karşılaması ve arkadaşlarının tüm ısrarlarına rağmen merhamet dilemeyi reddetmesi yol gösterici olmalı. (Mevdudi... s.302) Aynen İslam devleti hedefine bağlılığını ortaya koyduğu şu sözlerine yansıyan kararlılığı gibi: "Sadece Allah'ın hakim-i mutlak olduğu bir metrekare toprak temin edebilsem onun her bir zerresine bütün bir Hindistan'dan daha fazla değer veririm." (Cemaat... s.179).
Dipnotlar:
1- Pakistan'daki Cemaat-i İslami Partisi İle İlgili Bir Araştırma Denemesi, Gıyasuddin Sıddıki. İktibas Dergisi, 15 Haziran 1984 ve 1 Temmuz 1984, sayı 84-85.
2- Bkz.: Mevdudi ve İslam Devleti, Charles J. Adams. (Güçlenen İslam'ın Yankıları içinde, derleyen John L. Esposito. Yöneliş Yay. Ocak 1989 İst. s. 123.)