Hayattaki düşünce, çaba ve bedel gibi dinamikler kabul edilmeli ki kavramlarla anlam bulur, kavramlarla keyfiyet kazanır, kavramlarla bir hukuka dönüşür ve pratiğimizde bir disiplin kazanır.
Her kavramın kendi anlam dünyasında hayata keyfiyet kazandırması bir anlamda insanoğlunun onun hakkını verip vermemesiyle ilişkilidir. Bir şekilde insanla ilişkilendirilebilecek kavramlar konusunda yazılabilecek, değerlendirilebilecek çok şeylerin olması, sorunun merkezinde insanın olmasındandır. Çünkü riskler zemininde sınav sorumluluğunu iyi ifa etme veya etmemeye matuf olarak kavramların da kimyasında bir dalgalanmanın olması mukadderdir.
Vefa kavramının zihinde ilk çağrıştırdığı gerçeklik hukuku, anıları, karşılıklı sorumlulukları, bir emeğin, değerin ve bedelin hakkının teslim edilip edilmemesiyle irtibatlıdır.
Vefa, fiziksel anlamda yapılan emeklere olabildiği kadar, düşünsel kazanımlara, kimliğimizi ve şahsiyetimizi şekillendiren değerlere de gösterilmesi gereken bir anlamı muhtevidir.
Geçmişimize, geçmişteki emeklere, içtihatlarımıza vefa adına o günkü sorunları okumalarımızı, değerlendirmelerimizi, mutlak ve değiştirilemez dogmalara dönüştürmek ne kadar sorunlu bir zemini besliyorsa reel politik hesaplar, maslahatçılık tarzının da bizim için ayrı sorunlu bir zemini besleyeceği unutulmamalıdır. Vefa adına “anın fıkhı” gereği sınırlı insan olmamızın da bir sonucu olarak gösterdiğimiz yaklaşımları, verdiğimiz emek ve bedelleri hiçbir kayıt ve şart altında sorgulanamaz kılmak, bir kavrama yanlış anlam yüklemek demektir.
Bugün Türkiye vasatında yakın vadede önemli bir soruna dönüşmesi muhtemel bir gerçekliğimiz de gerek İslami uyanışa emek vermiş şahsiyet ve çabalara, gerekse de kurumsal bazdaki emeklere karşı gösterilen anlaşılmaz nankörlüktür.
Belli bir arka planı muhtevi hiçbir hesap ve işleyiş ünsiyetin özüne en yakın olan vefayı öteleme hakkına sahip değildir. Bugün İslami sorumluluklarımızı ifa anlamında sergilediğimiz saha çalışmalarımızda değeri, nezaketi, saygıyı hak eden İslami uyanışın emektar kadrolarına karşı kendi bireysel veya hizipsel perspektifimizle geliştirdiğimiz tarzlar camiamızda ahlaki sorunu arzuladığımız düzeyde halledemeyişimiz gerçeğiyle bizleri yüzleştirmektedir.
Müminlerin herkesten daha fazla fıtri inceliklerin hazzını birbirlerine yaşattırabilme iradesini göstermeleri ve inanmaları gerekir.
Nasıl bir yorumlama mantığıdır ki nerdeyse kimilerimiz için çeyrek asırları aşan bunca riski, ihanet kokan hesapları, ceberrut bürokrasiyi, cehaleti, bire bir insan inşa etmenin zorluğunu / bedelini göğüsleyen büyüklerimize sıradan bir insana yakıştıramayacağımız kabalığı, saygıda kusur etmeyi ve vefasızlığı reva görebiliyoruz?
Nasıl bir okumadır ki, kendimizce kusur sayılan alanlarda özellikle yoğunlaşarak bir hukuk şekillendirmeye çalışıyoruz. Onca değerli salih ameli, tartışılır zeminlerde vücut bulan zanna kurban edebiliyoruz.
Nasıl bir ferasettir ki heva ve hevesleri merkeze alan kesimlerin birbirlerinden esirgemedikleri fedakarlıkları birbirimizden esirgeyebiliyoruz.
Nasıl bir nankörlüktür ki yıllarca kendilerinden beslendiğimiz ilmik ilmik şahsiyetimizi olgunlaştıran büyüklerimize karşı cüretkarca karşı çıkmayı “özgünlük” olarak açıklayabiliyoruz?
Daha düne kadar sahih bir din anlayışının en mümtaz savunucuları gibi gördüğümüz insanlarımızdan, kendi yorum ve içtihatlarımızın mutlaklığını esas alan bir halet-i ruhiyeyle nezaket sınırlarını zorlayan bir şekilde kendimizi ayrıştırabiliyoruz?
Son iki yüz yıllık tarihimizde dini, hayatın dışına itmeyi hedefleyen siyasi bir yapı ve iradenin hüküm sürdüğü zihinsel ve bedensel çabalarla yetim, öksüz, düşe kalka büyüyen, emeklerle harmanlanan bir coğrafyada bu bedelin semeresi olan kadroların iletişim biçimi, tahammül sınırları, hayra yorumlama inceliği bugün gördüğümüz gibi mi olmalıydı? İtaatin, sadakatin, vefanın, emeğin, nimete şükrün pratiğimizde nasıl anlam bulması gerektiğini işlememiz gerekmez mi? Gerek Ortadoğu intifadalarını değerlendirmede, özelde Suriye olayında daha da ötesi Türkiye’nin son 10 yılını okuma konusundaki değerlendirmelerde can sıkıcı kafa karışıklığının olmasının önemli bir nedeni belki de kendi aramızda ıskaladığımız nezaket, tahammül, mütevazilik gibi merkezde tutmamız gereken dinamiklerin ihmalinin etkisi olduğunu düşünüyorum.
Vefayı besleyen mütevazılıktır. Taşıdığımıza inandığımız değerlerimizin hatırına itikadi olmayan farklı içtihatlarımızı tahammül edilebilecek çerçevede görebilme fedakarlığını birbirimizden esirgememeyi tavizkar bir tutum olarak görmemek gerçekten çok mu zor?
Vefanın, hakkı teslim etmenin, kadirşinaslığın belirleyici olamadığı ilişki biçimlerimizin başkalarının hesaplarına bir katkıya dönüşebileceğini unutmamak gerekir.
Vefasızlık, emeğin azığını zehirletir. Başına buyrukluktur. Dünü inkardır. İncitir. Şevki kırar. Bir gün sizin arzuladığınız bir tarz gibi görünürken başka bir gün sizin için geçerli olabilecek incitici bir ortamı size sunar.
İnsanların teveccühlerini haketmenin ağırlığını idrak etmek nasıl ki bir basiret sınavını gerektiriyorsa hem değerlerimize hem de değerleri temsil durumunda olan şahsiyetlere karşı vefaya dayalı hayırlı amelleri bir hukuka dönüştürmenin gerekliliğine inanmak da bir sorumluluk sınavını gerektirmektedir.
Vefalı davranmaktan kastımız kör bir taklitçilik değildir kuşkusuz. Hareketliliğimizin sonucu muhtemel yol kazalarını fark edip gereken uyarıların yapılması da bir anlamda vefadır.
Türkiye’deki İslami mücadelenin son 15 yılında cemaatin rahmet ve terbiyesinden yoksun kontrol dışı gelişen bir entelektüel potansiyelin gettolaşan öbekler düzeyinde, büyük bir ailenin fertleri veya aynı mahallenin sakinleri olma gerçekliğini adeta ayaklar altına alarak birbirlerimizin kusurları üzerinden yeni kaoslar üretme sinyalleri veren hikmetsiz değerlendirmelerin şekillendirdiği ortamların oluşmasına müsebbib olabiliyoruz ne yazık ki.
Atalar kültürüne, kör taklitçiliğe karşı edilgen, teslimiyetçi bir kişilik gelişmemesi düşüncesiyle geliştirdiğimiz anlayışlarımızı bir ölçüde tutturamamanın sonucu bu durumun bumerang gibi bize farklı şekilde döndüğüne inanıyorum ve bir anlamda da bu ölçüsüzlüğün kısmi kefaretini ödüyoruz gibi geliyor bana.
Tevhidi hassasiyeti merkeze alan Müslümanların görünen fotoğrafının tevhidin kavramsal olarak da heyecan veren birlikteliğini kendi anlam bütünlüğünde mündemiç olan ünsiyet açısından pratikte çok arzuladığımız kadar güzel görünmemesinin vebalini birbirimize hatırlatacak zakirler olabilirsek eğer, o zaman çocuklarımıza daha vefalı münbid zeminleri miras bırakabiliriz.