“Vay Be! Sen Neymişsin Be Abi!”

İran muhipliğini gizleyen, medyadaki köşelerini korumak için takiyye yapmakla meşhur kişiler hükümetin işgalci İsrail’le ilişkilerini düzeltmesinden cesaret alarak “Biz dememiş miydik” plağını çalmaya başladılar.

Haşim Ay / Haksöz Haber

 

Bunlardan biri de Yeni Şafak’ta köşe kapmış olan Salih Tuna isimli zattır.

 

Tuna, uluslararası ilişkilere tiyatro üzerinden bakacak kadar entelektüel bir deha! Aynı şekilde milyonlarca Suriyelinin dramına üstten bakacak, salt bir tiyatro oyunu ile izah edecek kadar da ehl-i vicdan bir isim!

 

Salih Tuna, gündemi alt üst eden ve şimdilik İsrail ve Rusya ile anlaşmak olarak karşımıza çıkan gelişmeleri 2004’te kaleme aldığı “Suya Düşen Akıllar” isimli basit bir tiyatro üzerinden işlemiş. Açıkçası Tuna’nın giriştiği yorumsamada ne samimiyet var, ne tutarlılık. Dış politikadaki son gelişmeleri açık açık kendini reklam etme basitlik ve ukalalığına meze kıldığı anlaşılıyor. Meğer efendi, AB’nin dağılacağını, İngiltere’nin ayrılacağını daha 2004’ten biliyormuş! Dolayısıyla Rusya’yla, İsrail’le, Esed despotuyla sürtüşerek hükümet edilemeyeceğini de öngörmüş oluyordu ki dış politikadaki son gelişmeler de kendisini doğruluyormuş. Okurlarını adeta “Vay be! Sen neymişsin be abi!” dedirtmek için kaleme alınmış bir yazı… Nitekim yazısında usta addettiği bazı isimlerin de yıllar önce kendisinin bu dahiyane öngörülerini nasıl da takdir ettiğiyle övünüyor.

 

Ümmet coğrafyasının derin endişelerle takip ettiği son gelişmeleri daha önce kaleme aldığı tiyatro oyunlarının reklamı için meze kılan Tuna, bu uzun anlatımlarından sonra nihayet ağzındaki baklayı çıkarıyor ve şöyle diyor:

 

“Suriye konusunda ilk günden beri feveran ettim. Karşılığında mobbing gördüm, tehdit edildim. Rusya'yla barışalım dediğimde de hedef gösterildim. (Rus uçakları düşürüldüğü gün bunun Erdoğan ve Putin'e operasyon olduğunu yazmıştım.)

 

Mesele Rusya veya katil Esat değildi. Keşke Esat devrilseydi, keşke İran mezhepçilik yapacağına mazlumlardan yana olsaydı.

 

Lakin mesele “keşke” meselesi değildi, olacakları öngörmek gerekirdi. Bu da hiç zor değildi.

Birazcık jeopolitik okuma, birazcık güç dengesi analizi, birazcık da değişmeyen çehrenin tuzağını görmek iktizâ ederdi.

 

İsrail'le yapılan anlaşmaya da böyle bakmak icap eder.”

 

Budur yani! Bu kadar basit!? Bütün mesele Salih Tuna’nın sahip olup da bizim yoksun olduğumuz o “birazcık jeopolitik okuma, birazcık güç dengesi analizi, birazcık da değişmeyen çehrenin tuzağını görmek”!!!

 

Salih Tuna birinden mobbing görmüş mü gerçekten (zira eleştiri ile tehdidi karıştırıyor olabilir); bunu bilmiyoruz ama bu yazısında da görüldüğü gibi İran’ın mezhepçiliği ve Esed’in katilliği vurgusunu hiç inandırıcı bulmadığımızı belirtmek isteriz. Bunun sahip olduğu köşeyi kapmamak için başvurulmuş basit bir takiyye olduğu bizce açık. Vermek istediği mesaj da kabaca şöyle:

“Ben daha 2004’ten itibaren size dememiş miydim bütün bunlar tuzaktır diye!? İşte gördüğünüz gibi gelişmeler öngörülerimi doğruladı. Bugün İsrail’le olduğu gibi Rusya’yla, Sisi’yle, İran’la ve hatta Esed’le de ilişkileri düzeltmelisiniz.”

 

Bütün bunlar olduğunda gidişat iyi olmuş oluyor yani! Eh tabi, bu durumda okuyucudan da “Vay be! Sen neymişsin be abi!” demesi bekleniyor!

 

Bir de olayın Yeni Şafak gazetesi boyutu var ki doğrusu bu mevzubahis ismin kepazeliğinden daha önemli… Doğrusu Salih Tuna gibi isimlere zemin sağlamaktan çekinmeyen Yeni Şafak gazetesini anlamak mümkün değil. Bir yandan Rabia direnişi idealize edilir, darbeci Sisi’nin aleyhine haber ve yorumlar öne çıkartılır bir yandan da başında Sisi cuntasının olduğu Mısır’la yakınlaşmanın öneminden dem vurulur. Şimdi de aynı kepazeliğe hem de daha fazlasıyla İsrail ve Rusya ile ilişkilerin düzelmesinde ve muhtemelen beteriyle de Suriye bağlamında şahit olduk/olacağız. Suriye muhalefetini öne çıkarıcı haberlere yer veren Yeni Şafak’ın Salih Tuna gibi İran-Esed muhibi kişilerin bu tür hezeyanlarına yataklık yapması gariptir, açık çelişkidir. Dolayısıyla yüzbinlerce insanın kanına giren İran muhibliğini şimdilerde gizlemekten çekinmeyen, hem de Yeni Şafak gazetesini Esed muhibliğine alet eden bu zat-ı namuhteremin de buna zemin hazırlayan söz konusu gazetenin de bu tutumuyla duyarlı okuyucu, insanlık vicdanı ve ukbada  bunun hesabını veremeyeceğini hatırlatmak isteriz!

 

***

 

Bahse konu yazı:

 

Suya Düşen Akıllar Ve İsrail Anlaşması / Salih Tuna / Yeni Şafak

 

Teknoloji çok ilerlemişti; memleketi, derin devlet mesabesindeki “Feridun” adlı ana bilgisayar yönetiyordu.

Yönetiyordu, demeyeyim de, gizli açık tüm bilgiler Feridun'da toplandığı için başkan onun ağzına bakıyordu, diyeyim.

Yanlış duymadınız, başkan, dedim. Zira, Türkiye çoktan “başkanlık sitemine” geçmişti.

O değil de, Feridun acayip gelişmiş bir bilgisayardı.

Günün birinde başkanın yurtdışından dönen kızına ilk görüşte aşık olmuş, aşkına karşılık alamayınca da kimi hassas devreleri felaket yanmıştı.

Kısmi devreleri yanık Feridun da dezenformasyonun tillahına soyunmuş, uzun lafın kısası, ahir zamanlar darbesi yapmıştı.

Başkanın da koltuğunu korumak için “memlekette herkes delirdi” şeklindeki dezenformasyona inanmaktan başka çaresi yoktu. “Herkesin deli olmayı seçtiği ülkede akıl ne işe yarar” düşüncesiyle bilinçli bir şekilde deliliği seçmek zorunda kalmıştı.

Olan da, her şeyden habersiz, iki güzide astronotumuza olmuştu.

Mili bir görev için Ay'a çıkmışlardı. Bizden evvel Ay'a çıkanYunanistan'la rekabet etmek için Kuzey Ay Cumhuriyeti'ni ilan edecekler, ay yıldızlı bayrağımızı oraya dikeceklerdi.

Yazık ki yazık, bayrağın sapını Türkiye'de unutmuşlardı. Ay'da sap bulmak da, takdir edersiniz ki, imkânsızdı.

En kötüsü de, unutulmuşlardı.

Memleket bambaşka bir gündemle kavruluyordu.

İletişim ağlarının bağlı olduğu Feridun bozulduğu için de Türkiye'yle irtibatları tümüyle kesilmişti.

Kelimenin tam anlamıyla Ay'da mahsur kalmışlardı.

Son çare olarak bağlı oldukları uzay üssüne ulaşmışlardı ama talihsizlik yakalarını yine bırakmamıştı.

Çünkü özelleştirme furyasıyla el değiştiren uzay üssünün yeni patronu uzay çalışmalarından randıman alamadığını söyleyerek uzay üssünü oto yıkamaya dönüştürmüştü.

Yıl 2150'ydi. Avrupa Birliği çoktan dağılmış, Hindistan- Mançurya Birliği'nin kapısında 50 yıldır bekletiliyorduk.

Biz daha fazla beklemeye tahammülümüz kalmadı derken, Allahsız Mançuryalılar, daha çok beklersiniz diyorlardı.

Söz konusu oyunumun adı, “Suya Düşen Akıllar”dı. Afife Jale'de2004'te seyirciyle buluşmuştu.

Geçen gün Birol Küle arkadaşım,
Brexit dolayımında bu oyunumu hatırlattı. AB'nin biz girmeden dağıldığını anlatan sahnede de seyircinin baştan sona kahkahalarla tepki gösterdiğini ilave ettikten sonra, “İşte oldu!” dedi.

Evet, oldu.

Mizah veya fantezi değildi sadece, Avrupa Birliği'nin dağılacağını gerçekten de öngörüyordum.

Avrupa'nın iç sorunlarını, ulus devlet finans kapital kapışmasını, ABD-AB rekabetini, Avrupa'nın ötekine karşı kadim tavrını, bencilliğini, güce tapıcılığını az çok biliyordum. (Sırplar, Avrupa'nın ortasında Boşnakları katlederken kıllarını kıpırdatmamışlardı. Fakat ABD, Irak'a “demokrasi götürürken” leş kargaları gibi ABD'nin peşine takılmışlardı.)

O yaldızlı insan hakları retoriklerinin de göçmen korkusu altında nasıl kaldığını gördünüz işte.

Hiç değişmediler.

Maalesef hiç değişmeyecekler de!

Sezai Karakoç üstadımız bu değişmeyen çirkin yüzlerini çok iyi bildiği için taa 1960'lı yıllardaki “Sütun”larında işgalcilerimizin geri geleceklerini öngörmüştü.

Bütün mesele hiç değişmeyen bu “tek dişi kalmış canavar” yüzlerini görmekten ibaretti.

Sevgili Ulvi Alacakaptan abimiz bir defasında, “Kara Geceler Efendim” (1987) adlı kabare oyunumu kastederek, “yıllar öncesinden bugünü yazmışsın,” demişti.

Ulvi Alacakaptan ve rahmetli Hasan Nail Canat'ın kurduğu Birlik Sahnesi'nin 1987'de yurtiçi ve yurtdışında yüzlerce kez sahnelediği mezkur oyunumda yer alan bir ''epizotta'', ABD ile yaptığımız Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA), hicvediliyordu. Amerika'nın bölgeye yerleşerek, bölge halklarını birbirine kırdıracağına işaret eden ''koro'' şöyle sesleniyordu: “Siz bölgeye/ Biz savaşa/ Olduk mu tam sömürge…”

Bütün bunları, “Bakın bakın, ne kadar ileri görüşlüymüşüm…” yollu kendimle dalga geçmek veya budalalık etmek için nakletmiyorum.

Dediğim şudur: İşgalcilerimizin makyajı kamuflajı değişse de cibilliyeti/ emelleri hiç değişmemiştir.

Sezai Karakoç, “Suriye tuzaktır” derken de müneccim değildi. Hiçbir özel istihbaratı da yoktu.

Ben de Suriye konusunda ilk günden beri feveran ettim. Karşılığında mobbing gördüm, tehdit edildim. Rusya'yla barışalım dediğimde de hedef gösterildim. (Rus uçakları düşürüldüğü gün bunun Erdoğan ve Putin'e operasyon olduğunu yazmıştım.)

Mesele Rusya veya katil Esat değildi. Keşke Esat devrilseydi, keşke İran mezhepçilik yapacağına mazlumlardan yana olsaydı.

Lakin mesele “keşke” meselesi değildi, olacakları öngörmek gerekirdi. Bu da hiç zor değildi.

Birazcık jeopolitik okuma, birazcık güç dengesi analizi, birazcık da değişmeyen çehrenin tuzağını görmek iktizâ ederdi.

İsrail'le yapılan anlaşmaya da böyle bakmak icap eder.

Madem ki Filistinliler söz konusu anlaşmadan memnundur ve madem ki paralelci zevat şappadak cıyaklamaya başlamış, “Erdoğan antisemittir, sakın ona inanmayın, anlaşma yapmayın” tweetleriyle Irkçı Siyonist çevrelere jurnale giriştiler, bu böyledir.

Gidişat iyidir.

Yorum Analiz Haberleri

Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm